7 Mart 2016

Cüney Arkın’dan kızı Filiz’e mektup

ile izdiham

Cüneyt Arkın’ın, 2 yaşındaki kızı Filiz’e 18 yaşını bitirdiği gün verilmek üzere yazıp avukatına bıraktığı mektup.

Canım yavrum Filiz’im.

Sana bunları yazmamın bir sebebi var. Bugün 10 Mart 1968, Kurban Bayramı’nın birinci günü. Bugün yine annen seni bana göstermedi. Telefonları yüzüme kapıyor, mektuplarımı okumuyor.

Senden ayrılalı iki ay oldu. Seni bin yıl görmemiş gibi özledim. Artık tatlı yüzün, yavaş yavaş hafızamdan siliniyor, göğsüme dokunan o küçücük elinin sıcaklığı azaldı. Günlerdir cehennemin dibindeymiş gibi acılar içindeyim. Nedense bayram insanları daha hassas yapıyor. Akşama kadar sokakta balon uçuran çocukların çığlıklarına kulaklarımı tıkadım. Bin kere adını fısıldadım, bin kere Allah’a dua ettim seni bana göstersin diye. Korkular içinde sana geldim. Bana kapıyı açmayacaklarını bile bile…

Eve karı-koca iki dostumu gönderdim. Ben de köşede bekledim. Kadın hamileydi. Yüzü çilli, şefkatli bir çocuk beklemenin mutluluğu içindeydi. Ama benim kadar korku içindeydiler, benim kadar üzgündüler.

Teyzelerin onları kovmuş, annen, seni pencereden olsun görmeme razı olmamış. Sen teyzenin kucağındaymışsın, mavi dantelli bir elbisen varmış, tatlı tatlı gülüyormuşsun, yaramazlık yapıp utanıyor, sonra başını saklıyormuşsun.

DÜNYANIN BÜTÜN KURŞUNLARI YÜREĞİME SIKILMIŞ GİBİYİM!

Çocuğum, bir babadan çocuğunu hangi kuvvet ayırır, buna hangi yürek razı olur? Hangi kötülük böyle bir sevgiyi yener. Bütün duygularım ölmüş gibiydi dönerken. Dünyanın bütün kurşunları yüreğime sıkılmış gibiydim. Bir annenin katılığını, duygusuzluğunu, gaddarlığını neyle izah edecektik? Yanımdakilerin gözlerinde bir acı izah vardı.

Denize yaklaşmıştık, deniz kapkaraydı. Arabayı durdurdum, her şey kararmıştı, onlara bakamıyordum, hiçbir kimseye, hiçbir tarafa bakamıyordum.

O akşam yatakta, bir zamanlar beni ölecek kadar seven annenin şimdi neden düşmanım olduğunu, bu kötü duygunun doğuşundaki rolümüzün derecesini uzun uzun düşündüm. Ve, küçücük hayatını yaralayan bizleri eşit suçlaman için sana her şeyi anlatmaya karar verdim. Çünkü gün gelecek annen ve benim hakkımda binlerce şey duyacak, okuyacaksın. Ve hep bunları başkaları yapacak ve sen hakkımızda bunlara göre karar vereceksin.

En baştan başlayacağım.

Annenle elleri kitap dolu, zayıf, elmacık kemikleri çıkık, uzun saçlı, yeşil gözlü bir delikanlı iken tanıştım. Sevgi arıyordum. Anneni buldum, incecik bir yüzü, ufak benekli iri gözleri vardı. Bana her şeyini verdi. Onunla güzeldim. Toprağımdı, güneşimdi, su üzerinde kayan bir çiçek gibi yürürdü yanımda. Eskişehir’de hastalarımı, acımı, kötü yemeğimi paylaştı.

Ah çocuğum! Dünya onun sevgili yüzü için yaratılmıştı sanki. Sonra garip bir tesadüf oldu. Eskişehir’e gelen bir film ekibiyle tanıştım. Annenin ve benim Sağlık Bakanlığı’na 80 bin lira borcumuz vardı. Yaşadığım hayatı umutsuzluğa götüren, beni korkutan, erkek olarak üzen bir sorumluluktu bu borç. O zaman bu umutsuzluk önünde kendimi ortaya koymam gerektiğini düşündüm.

Annenle karar verdik. Bir yıl mücadele ettim. Annen, kendi ailesine, hatta benim aileme karşı beni korudu, beni yüceltti. Parasızdım. Dedenin evinde kalıyorduk. Bana karşı son derece kibardılar. Ama utanıyordum. Leyla Sayar, Halit Refiğ ve Recep Ekicigil bana yardım etmeye çalışıyorlardı.

Duru Film’e küçük bir rol için günlerce gidip geldim. Resimlerimi çekmek istediler. Beni birisinin önüne katıp Taksim Parkı’na gönderdiler. Artık ona tabi olmuştum. İki yıl doktorluk yapan insan için delice bir acıydı bu. Ne yapacağımı bilmiyordum.

Odama girerken ceketini ilikleyen 50 yaşındaki hastalarımı düşünüyor, bana gösterdikleri saygıdan utanıyordum. Eve gelip eşyalarımı topladım, annene Anadolu’ya gideceğimi söyledim. Bana karşı koydu, «Başarmalısın, başaracaksın» dedi. Tekrar çileli günler başladı. Annen tek gücüm, tek dayanağımdı. İlk filmime başladığım zaman içim bomboştu. Subay trençkotum eskimiş, ayakkabılarım su alıyordu. Günlerimi bir sandviçle geçiriyordum. Annen hem operada çalışmak, hem okula gitmek zorunda kaldı, içkiye alıştığım, doymamacasına içtiğim günlerdi.Dünya bana haksızlık etmişti.

ANNEN ELİNİ BİR UZATSA KURTULACAKTIM

Yağmurlu bir gündü, ince trençkotumun altında üşüyordum. Ayaklarım sırılsıklam olmuştu. Evden kahvaltısız çıktığım için midem acayip bir şekilde kaynıyordu. Paramı saydım, ancak yola yetecekti. Taksim’e geldiğimde fırın taze ekmek çıkarıyordu. Bir ekmek aldım ve onu yedim.

Bir gece sabaha karşı annen ağlıyordu. Gözyaşlarına dokundum, sustum. Annen benden şüphelenmişti. Hangi davranışım, hangi sözüm onda bu şüpheyi uyandırmıştı. Ya da kimler ona tesir ediyordu? Bunda ne dereceye kadar haklıydı, ya da ben suçluydum. Sana bir örnek vereyim. Şu kötü günler içinde hakkımda birçok dedikodu çıktı, işte bunlardan üçü:

– «Ayrılır ayrılmaz Zeynep Aksu ile evlenecekmişim.»

– «Selda Alkor ile Bursa’da maceralarımız olmuş.»

– «Evli bir kadınla ilişkilerim varmış.»

İnsanlar başkalarının hayatlarıyla oynamaya, onların mutluluğunu yıkmaya bayılırlar. Benim yüreğimin dünyada bundan daha fazla iğrendiği başka şey yoktur. Annenin son iki yıldır bana gösterdiği korkunç sahnelerde kendisinden çok teyzen Gül’ün ve çevresinin payı vardır.

Sonra iki yıl içinde başarılarım, şöhretim, param oldu, imkânlarım genişledi. Annende de buna paralel olarak dedikoduların, kıskançlığın etkisinde kalmanın tesiriyle bir yabancılaşma başladı. Benimle bir yere gitmekten rahatsız oluyor, sokağa çıkmaktan korkuyordu.

Beni böylesine yıkan, insan dışı bir çalışmaya iten hırsı anlayamıyordu. Bense yorgundum, bin yıl uyuyacak kadar her şeyden usanmıştım. Bütün bunları annene anlatamıyordum. Dört bir yandan kuşatılmıştı. Çevresi, arkadaşları, kardeşi, gazeteler ve sokaklar. Bense korkunç bir savaş içindeydim. Herkes beni yok etmeye hazır bekliyordu. Kovalanan bir hayvan gibi her an tetikteydim. Ve bu çılgın çalışma içinde yalnızdım, hiç kimse kalmamıştı çevremde. Yorgunluktan deli gibi bir şey olmuştum. Bu savaşın içinde annenin yüreğini göremiyordum. Ona fırsat veremiyordum. Hayvanca bencil, yorgun ve gururlu bir erkek rolündeydim. Evet, annenin öç almak isteyen dişi haline gelmesine ben sebep olmuştum.

Şimdi onu suçlayayım mı?

Yok çocuğum!

Anneni beni mahkemeye verdiği için, seni bana pencereden bile olsun göstermediği için suçlayanlara karşıyım. Onu benim kadar kimse anlayamaz. Mahkeme haberlerinde çıkan resimlerindeki şaşkın, biraz öç almışlığın rahat tebessümündeki acıyı yine ancak ben çözebilirim.

Çocuğum bunlar bizim yazımız, kaderimiz. Ama annen bir elini uzatsa kurtulacaktım.

Evet, yavrum acı çekiyordum ve yalnızdım. Annenin bende güç bildiği, kıskandığı her şey, şöhretim ve param beni bu dünyada yalnız bırakmıştı. Çünkü suçlarımda, zaaflarımda samimi idim. Suçluydum, ama sahte değil, içten pazarlıklı değil, cimri değil.

Annenle aramızda büyük bir ayrılık da Türk sinemasını asla önemsememesinden ileri geliyordu. Ona göre yaptığım bütün iş basit, aşağılayıcı bir şeydi. Teyzelerin de aynı şeyi düşünüyorlardı. Bu konuda her an beni üzmekten zevk alıyorlardı.

Yavrum, bir erkeğin işi hayatının en mühim kısmıdır. Gün gelecek sen de anlayacaksın bunu.

Görüyorsun yavrum, anneni kazanmak işimi, işimi kazanmak anneni kaybettiriyordu bana. Yapayalnızdım, yine de anneni delice seviyor ve dayanıyordum.

Annen dışarıda görev almak istiyordu. Kırklareli’ne tayini çıktı. «Kendime güvenim gelir, oyalanırım» diyordu. Doğru söylemediğini biliyordum, gitmek istemiyordu ama, «Gitmem gerek» diye dayatıyordu.

NEDEN GİTTİĞİNİ BİLMİYORDUM, NEDEN RAZI OLDUĞUMU DA…

Sonra gönderdim ve gitti. Neden gittiğini, neden gitmek istediğini kesin olarak bilmiyordum. Neden razı olduğumu da… Ama o günler ölümüme bile razı olacak kadar bezgindim. Tükenmiştim. Yokluğunun acısını iki gün sonra duydum, ama artık çok geçti. «Bana dön» diye yalvarmam lazımdı, ama yapamadım bunu.

Elimin kolumun neden zincirlendiğini, utanç ve azap içinde ona yazdığım güzel mektupları neden yırttığımı, Kırklareli’ne gidemeyip belki bin kere yoldan neden geri döndüğümü yalnız annen ve teyzen biliyor. Ve ileride sen de bileceksin. Ve anneni asla affetmeyeceksin.

Anneni oraya göndermekle bir erkek, bir koca olarak sorumsuz, hatta suçlu davranmıştım. Bu suç güzel hatıralar, ölüm, aşk ve şeref için oldu. Çünkü annenin yaptığını yapmaktansa ölmek daha iyiydi. Buraya kadar ben suçluyum. Bunu kabul etmiş, tam bir yıl annene ve asla affetmeyeceğim teyzene taviz vermiştim.

Onların bana için için gülmesini bilerek karşılarında gözyaşları dökmüş, ağlama yiğitliğini göstermiştim.

Yine de suçlu benim. Bir kadının suçlarını ve faziletlerini kocası yaratır. Annen aşkımızın eserlerini yıkmayı, benimle savaşıp beni rezil etmeyi artık görev bilmişti. Bense hala birleşmemizi ve kötü bahtımıza karşı beraberce karşı koymamızı teklif ediyordum. Çünkü annenin nasıl büyük aşk, bağışlama, verme, toprak kadar sabır, tevekkül ve inanç olduğunu yalnız ben biliyorum. Sanki o benimle doğdu, benimle ölecek.

Ah çocuğum!

Annenin benim yanımdan başka bir yerde mutlu olabileceğini bilsem… Buna inanabilsem… Filiz’im. Bugüne kadar sevgime bağlı kalmak için her şeye katlandım. Bir yerde artık annene de karşı çıkmak zorundayım. Bunca haksızlığa layık olmadığımı ispat etmek istiyorum.

Nedir bu iğrençlikler, sessizce sevmek ve bağışlamak varken. Ben suçlarımı ve onun suçlarını bilerek geleceğe güvenle, erkekçe, dostça, arkadaşça, insanca, yiğitçe bakarak yalnız onu seviyorum. Yalnız onun yarattığı ve yapayalnız bırakmak istediği sevgiyi kurtarmaya çalışıyorum. O ise sevgiye bağlı kalmayı küçük gördü ve şimdi benden daha yalnız.

Artık ona «Allahaısmarladık» diyebilirim.

Baban Cüneyt Arkın,  (6 Nisan 1968)

İZDİHAM