26 Ocak 2021

Cemal Süreya, Nazım Hikmet Şiiri Hakkında Ne Söylüyor?

ile izdiham

Nazım Hikmet’in çıkışını kendinden önceki bir Türk şairine bağlamak oldukça güç. Oysa çağdaşı Necip Fazıl’a bir yerde Yunus Emre’yi, bir yerde de Süleyman Nazif’i kök olarak almak mümkündür. Hatta Necip Fazıl’ı Nef’iye bile götürebiliriz biraz zorlayarak. Nazım Hikmet için söylesek söylesek Pir Sultan Abdal’ı söyleyeceğiz. Bu da çok zayıf, hatta belki de yanıltıcı olacak. Onun şiiri Türk sanatı içinde yeni bir öz girişimi getirirken yeni bir biçimi de sunuyor.

Nazım Hikmet daha çok 1917 İhtilalinin hemen öncesinde ünlenmiş Rus şairlerinin, özellikle Mayakovski’nin etkileri var. Ancak bu etki dıştan bir etki. Bazı şiirlerinin biçimiyle, genel şemasıyla ilgili. Şiir tutumlarının içeriğinde iki şair kesin olarak ayrılıyorlar. Mayakovski’nin kırbaçlayan bir dili, kelimeleri tahta raflardan hızlı hızlı çeken geometrik bir çalışması vardır. Nazım Hikmet’te ise yumuşaklık hakim. Bütün güzel şiirlerinde böyle. Mayakovski’de duyarlılık çok azdır. Zeka da aklın buyruğu altındadır. Nazım Hikmet ise alt planda bir duygu şairidir yine de. Bence Mayakovski’nin ondaki etkisini bu yüzden fazla büyümsememeli. Şiirinde Mayakovski’ye bir hayranlığı vardır, o kadar. Hele Rusya dönüşü yazdığı birkaç şiirden sonra tutumunun iyice değiştiği görülür. Nazım Hikmet, Rus şairlerinden etkilenmiştir, ama etkilendiği kısımlarda Rus şairlerinden çok Doğu Avrupa ülkeleri şairlerinin, söz gelimi Nezval’in havasını taşır. Yalnız Nezval, Slav şairleriyle Fransız şairleri arasındadır. Nazım Hikmet değil.

Nazım Hikmet’in en büyük özelliği dilde görülür. Büyük bir Türkçe atılımı vardır. İstanbul konuşmasının tadını çıkarır, daha çok alaturka şarkılardaki duyarlıktan hareket eder. Şiire halk şairlerinin evrimi diyebileceğimiz bir şekilde yaklaştığı halde, türkülerden çok şarkılara yakındır. Nazım Hikmet’i kendi kuşağının koşulları içinde düşünürsek yaptığı dil atılımını çok önemsemememiz gerekir. Gerçi Faruk Nafiz’le, Yusuf Ziya Ortaç’la, Enis Behiç Koryürek’le, Fazıl Ahmet Aykaç’la, konuşulan Türkçe’de bazı olanaklar denenmiştir, ama bu şairlerin hepsi de tutuk kişilerdir. Hecenin kalıplarını gazete bulmacası gibi doldurma kaygısı şiirin temel ve soylu kaygısından üstündür onlarda. Kasaba şivesiyle ya da Boğaziçi yalılarında oturanların ağzıyla rahat bir şeyler söylemekten başka tutkuları yoktur. Nazım Hikmet ise Türkçe’nin en sıcak olanakları içinde büyük bir güç denemesine girmiştir. Tabii bunu onun bütün şiirleri için söylemek güç. Serbest yazışa ilk geçtiği sıralarda çok kekeme, hatta zevksizdir. Kısa ve uzun mısralar arasında kafiyelerle, zorlama seslerle bir ritm kurma eğilimindedir. Mayakovski kafiyenin şiirde temelli bir biçim ögesi olduğuna inanırdı. Kafiyesiz şiirin topal hale geleceğini söylerdi. Sanki bu görüş Nazım Hikmet’in ilk şiirleri için de doğrudur. İlk dönemlerinde tutarlı, içten bir dil bağlantısından yoksun olduğunu görüyoruz. Hece’den serbest nazıma yeni geçen bir manzumecinin gereksiz ritm çırpınışları içindedir. Ama bir de daha sonraki şiirlerine bakalım, nasıl durulduğunu, şarkıları nasıl ısıttığını, konuşma dilini nasıl kalkındırdığını göreceğiz. Nazım Hikmet’in sonradan ulaştığı dil beğenisi bugün de bizi etkileyecek, coşturacak bir zenginliktedir. Ben onun büyüklüğünü şiirde yaptığı başka atılımlara değil, daha çok dil girişimine bağlıyorum. Koyu, çok sıcak bir şiir dili yaratmıştır. Yontmaz, yoğurur; kalın kalın ama dolu dolu bir deyişi vardır. Bütün bütüne anlatıma bağlı bir şiirdir Nazım Hikmet’in şiiri. Bununla birlikte anlatımın getirdikleri dışında da şiirin alanını iyice genişlettiği görülür. Aynı kuşak ve daha önceki kuşak şairlerinin şiirin küçük ve altın bir düzeni vardır; kelime çağrışımları belli bir simetriyi kollardı; ya mutlak değerlerin çevresinde dönerler ya da ufak şeyleri anlatırlardı. Tabii bu arada kafiyenin ve veznin tunç yasasına da uyulurdu. Nazım Hikmet ayrıntılardaki simetriyi yıkmıştır. Bu yalnız serbest vezne geçişinden ötürü değildir. Şiire açılışı o şekildedir. Heceyle de yazsaydı öyle hareket edecekti. Burdan şu gerçeği çıkarabiliriz: Nazım Hikmet’in serbest anlatıma geçişi bütün bütüne kendi şiir açılımının bir sonucudur. Kendi şiir diyalektiğinin yarattığı bir aşamadır. Türk şiiri gelişirken ilk olarak Nazım Hikmet’in mısralarında serbest bir anlatımın gereksemesini ya da zorluluğunu duymuştur. Bununla şiirimizdeki yeniliği Nazım Hikmet’e bağladığım, kökte onu bulduğum anlaşılmasın. Asıl yenilik, asıl metamorfoz Garip hareketiyle başlıyor. Nazım Hikmet bir habercidir. Getirdiği yeni parıltıya karşın yine de eski şiirin çevresinde döner. Kendi şiirindeki yeni öğelerin önemini sanki kavramamıştır. Yetinen bir yönü vardır. Dilde yarattığı ve erotik diyebileceğimiz anlatımın tadına öyle dalmıştır ki daha yeni bir şiirin yörelerinde dolaşmayı aklına getirmemektedir. Kendi gürlüğü kendine yetmektedir. Şiirlerinin çoğunda anlatımın hep aynı şeye dönüştüğünü de belirtelim. Yer yer donmuş bir anlatım diyebiliriz buna. İlkel çağların şairleri gibi her şeyi aynı ritm ve biçim içinde söylemiştir. Sanki ayrı şiirler karşısında değil de aynı şiirin bir çok parçaları karşısında gibiyizdir. Gerçi “Yeni Şiirler” adıyla yayımlanan kitabındaki “Saman Sarısı” adlı uzun şiirde olduğu gibi, başka anlatım olanakları aradığına tanık oluruz bazan ama onda asıl olan tek, hatta tekdüze bir anlatımdır. Bunlar Nazım Hikmet’de bazan bir kusur olarak göründüğü gibi bazan da özgünlüğünü meydana getirmiştir onun.

Bütün bunlara karşı Nazım Hikmet şiirimize yeni bir çıkış noktası, yeni bir zenginlik katmıştır. “İnsan Manzaraları”ndaki buluşları ve görüntü parıltıları Tanzimat aydınının kafasını allak bullak edecek nitelikte yeni değişik şiir verileriyle doludur. Yalnız yukarıda söylediğim gibi Nazım Hikmet’in şiir sorunları üzerine fazla düşünmediği anlaşılıyor. Türkiye’den ayrılana kadar da dünya şiirini iyi izlediğinden kuşkuluyum. Bu bakımdan onun son yüzyıl dünya şiirinin öncü yönsemelerini önce kendinde birleştirerek sonra aştığı fikrine katılmıyorum. Sevginin söylettiği aşırı ve gerçekle ilgisiz sözler olarak karşılıyorum bunları. Nazım Hikmet daha çok Rus fütüristlerinin biçim çalışmalarından yararlanmıştır. Türkiye’den çıktıktan sonra yazdıklarında ise Batı şiirinin, özellikle Fransız şiirinin tadlarına yer yer kapıldığı anlaşılıyor. Yine de Fransız şiirinde 1900-1918 yılları arasında çıkan ve dünya şiirinin gelişiminde en büyük değişimlerden, aşamalardan biri olan Yeni Espri’nin ışıltılarını bulamıyoruz onun yapıtlarında.

Tristan Tzara onu Lorca’ya benzetiyor. Halk sanatlarından yararlanmaları gerekçesiyle de olsa bu benzetmeyi doğru bulmuyorum. Nazım Hikmet şiirinin yapısıyla olsun, insana ve doğaya dadanmaları ile olsun, bireyi kavrayış ve seçişiyle olsun Lorca’dan iyice ayrılmaktadır. Lorca, bireyi bir trajik içinde kavrar; görüntüleri uzak çağrışımlardan ya da gerçeğin derinlerinden geçirerek getirir. Bir alt konuşma, bir sezgi süreci bir uyurgezerlik fonu vardır onda. Nazım Hikmet ise bireyi sosyolojik kadrosu içinde yakalamak ister; Vérité’ye sorular yağdıran Lorca’ya karşılık o réalité’nin dolaylarında dolaşmaktadır. Diğer koşullar aynı kaldığında, Nazım Hikmet Pablo Neruda’ya daha yakındır. Pablo Neruda’nın coğrafya üzerinde kurduğu evrenselliği o plansız bir paralelde kotarmaya çalışır. Bu plansızlık Nazım Hikmet’e bazı yerlerde daha rahat bir hareket etme olanağı da vermiştir. Neruda’nın şiiri toplumsal çevrede ekonomiyi temel alır; insanın kader savaşı toplumsal bir savaştır onda. Şiiri tam anlamıyla marksist bir şema içinde gelişir. Bulduğu görüntüler konularına uygun özler meydana getirirler. Oysa Marksist planda görünen birçok şair bunun üstesinden gelememiştir.

Nazım Hikmet’in şiirinin tarihsel maddecilik karşısındaki durumu nedir acaba? Marksist öge şiirinde nasıl biçimlenir? Bence onun şiiri için “materyalisttir” diye kestirip atmak işi biraz el çabukluğuna getirmek olacaktır. Temelde bir duygu adamıdır Nazım Hikmet. Kendisiyle hesaplaşmaya cesaret etmesine, Osmanlı duyarlığını parçalamaya çalışmasına karşın yine de o duyarlığın kadrosu içindedir. Şiirinde tarihsel maddeci değil de, tarihsel maddeci olmak isteyen bir hava var. Şiirde materyalist olmak için insan-doğa ilişkilerinin epopesini yazmak yetmez. İnsanın insanla ilişkilerinde marksist bir yön yakalamak gerekir. Marksizm, insanın oluşumunu toplumsal ilişkilerin bütününde değerlendiriyor. İnsan, toplumsal ilişkilerinin bütününe eşittir. Nazım Hikmet’in şiirinde marksizim ve tarihsel materyalizm yüzeyde politikler tutamaklar halindedir; materyalizme iyice yaslanmak istediği halde mısralarının yapısında da özünde de ayırıcı özellik materyalizm değildir. Onda materyalizmden ve marksizmden çok materyalist ve marksist verilerden söz etmek daha uygun olur. Bununla birlikte şiirimizde ilk tarihsel materyalist de ilk marksist de odur. Nazım Hikmet’in kendine özgü girişiminin taşıdığı bazı özellikler onun sadece materyalist tanınmasıyla sonuçlanmış, materyalizme karşı olan özellikleri unutulmuştur. Bir kere mutlak değerler (Ölüm, Tanrı, Yalnızlık v.b.) yoktur onda. Oysa kendinden önceki şairlerde de çağdaşı olan şairlerde de esas temalar hep bu değerlerle dengelendiriliyordu. Öte yandan Nazım Hikmet evrensele kayan ilk şairdi. Bu iki özellikli onun materyalist sayılması için yetmiştir. Bunlara bir de sosyalist olduğunu ekleyelim.

Oysa söz gelimi “Rubailer” deki ilkel tenasüh hikayesinin yörelerinde dolanan tutum tarihsel materyalizm için yetmediği gibi, “Mavi Gözlü Dev” gibi şiirleri materyalist ya da marksist bir dünya görüşü ile bağdaştırmanın da olanağı yoktur. “Rubailer” de materyalizm bir doktrin olarak temele sızdırılmak istenir. Ama başarılamaz. Guillevic’in “Kayalar” şiirinde de böyle bir istek vardır. Ama üstesinden gelmiştir Guillevic. Bence Nazım Hikmet’in marksizmi şiirinde daha çok siyasal bir yüzey olarak kalmıştır. Çekirdeğinde ise marksizmi besleyebilecek ışıltılı bir öz, mistik diyebileceğimiz ikinci bir özle birleşerek şiirsel bir ağıntı meydana getirmiştir. Nazım Hikmet’in bu özelliği kendinden sonraki şairleri ve sosyalist aydınları yanlış yolda etkilemiştir. Uzun süre alevi alevi şairelerin şiirlerini mitleştirmişler, onlara parodiler yüklemişlerdir; biraz tuhaf gelecek ama, çok kez mistisizmden materyalist ve marksist tadlar, hatta özler çıkarmaya çalışmışlardır. Oysa bu ikili yönü Nazım Hikmet’in gelişme koşullarına bağlamak gerekir. Çocukluğunu çevreleyen, kendisine ilk şiir tadını veren koşullar, kendisi ne kadar tersini isterse istesin, Nazım Hikmet’şn psikolojisinde yer etmiştir. Sonra şu da var: Nazım Hikmet ne olsa yine de eski duyarlığın içinde hareket ediyordu. Eski şiirin bazı değerlerine bağlıydı. Bu yüzden şiiri ile hayat görüşü arasında bir ara kalmıştır.

Mehmet Kaplan “Şiir Tahlilleri” adlı kitabının ikinci cildinde Nazım Hikmet’i incelerken “Makinalaşmak” adlı şiirini ele almış, o şiirle çözümlemeye girmiş onu. Yukarda söylediğim gibi, gerçi Nazım Hikmet ilk materyalist şairimizdir, ancak onun tam anlamıyla materyalist olamayan, istese de olamayan bir yanı vardır. Onun için Nazım Hikmet’i sadece materyalist açıdan ele almak inceleyiciyi doğru bir sonuca götürmeyecektir. Nazım Hikmet’in şiirinde ayırıcı özellik materyalizm değildir. Söz gelimi Orhan Veli ve Melih Cevdet ondan çok daha materyalisttirler. Sonra “Makinalaşmak” şiiri Nazım Hikmet’in en kötü şiirlerinden biri. Kendisinden çok Mayakovski’yi andırıyor. Nazım Hikmet’i bu şiiri veri olarak alıp inceleyemeyeceğimiz kanısındayım. Onda olan en önemli şey “Makinalaşmak” şiirinde olmayandır;anlatım güzelliğidir, dildir, eski duyarlığı silkelemesidir, anlatımın söylenen hikayeyi kendi dinamiğine çekip götüren diyalektiğidir. Nazım Hikmet’de mekanik yanlar vardır, hatta pek çoktur, ama şiirini asıl kurtaran öge çok çağrışımlı bir dile, organik bir anlatıma dayanır.

Kendinden sonra gelen şairler üstündeki etkileri konusunda bir iki yazı yazıldı. Mehmet Kaplan’a göre: “Bazılarının ileri sürdükleri gibi Nazım, Türk şiirine fazla müessir olmuş değildir.” Oktay Rıfat da kendi kuşağı üstünde bir etkisi olmadığını belirtti. Oktay Rıfat daha ileri giderek asıl Nazım Hikmet’i kendilerinin etkilediğini söyledi. Gerçekten de Nazım Hikmet’in kendi çağındaki şairler üstünde de daha sonra gelenler üstünde de fazla etkisi olmamıştır. Ne var ki burada biraz durmak gerekiyor. Türk şiiri 1940 yıllarında kendini çok büyük bir planda yeniledi; biçimi, mantığı, doğruları büyük değişime uğradı; yeni şairler o yeniliğin, o değişimin ortasında geliştiler daha çok. Yine de Nazım Hikmet’in anlatımından çok yararlandıkları belli oluyor. Oktay Rıfat’a Melih Cevdet’e bazı deyimleri kullanma sevgisinin Nazım Hikmet’ten geçtiğini söyleyebiliriz. Hele bu şairlerin şiir çevirilerinde kullandıkları dil için bu sözümüz aşırı bir cesaret kazanabilir. Oktay Rıfat’ın ikinci söylediğine tam olarak katılmaya imkan yok. Nazım Hikmet’te onların etkisini göremiyorum.

Şimdilerde Nazım Hikmet’i değerlendiren iki aşırı uç belirmiş bulunuyor; kimi yazar onu dünyanın en büyük şairleri sırasına koyarken kimi yazar da sadece siyasal bir bildirinin taşıyıcısı olarak görmek istiyor. Ya tapılıyor ya da küçümseniyor. Kuşkusuz bu iki ucun ikisi de doğru değil. İkisi de siyasal bir tavırdan çıkıyor. Hele sosyalizme karşı olanların Nazım Hikmet’in üstünü çizerken ileri sürdüğü kanıtlar bütünüyle şiir dışı ve çok eğlendirici şeyler. Bununla birlikte Nazım Hikmet’i tapınılacak bir şair görmeyi istemek de, sanırım önce gerçeklik açısından, onun anısına hayınlık etmek olacaktır. Nazım Hikmet’in şiirini seviyorsak, ilkin onu tanımaya, Türk şiiri ve dünya şiiri içindeki gerçek yerine oturtmaya çalışmalıyız.

Soylu bir şair Nazım Hikmet. Bugüne kadar erimeden gelmiş bir şair. Sağlığın güneşe şarkısı diyorum ona. Dadal’ın aslan şarkısı. Yüreğin ve cesaretin aslan şarkısı. Her genç şairin ondan öğreneceği var.

R. Garaudy’nin Picasso için kullandığı sözü ben de onun için söyleyeceğim: Türk şiirinin N vitamini.

Okudukça yüzümüze renk geliyor.

Nazım Hikmet

İZDİHAM