1 Mart 2016

Bülent Parlak, Taşranın Başbakan Adayları

ile izdiham

Not: Yaşamak bir insanın üstüne ancak bu kadar yakışmazdı. Hüseyin’e aslında dünyaya ait hiçbir şey yakışmazdı. Üç gün önce öğrendim. Güzel dostum, arkadaşım, kardeşim Hüseyin, mayıs ayında sanırım ya da nisan ayının sonlarında vefat etmiş. Duyunca bende hal kalmadı. Yalnızlığın İcadı (1984) adlı deneme kitabımda O’ndan bahsetmiştim. Yaşarken keşke haber etseydim ona bu satırlardan. Hüseyin, eğer bir daha ölürsen haber ver. Aylar sonra öğrenmeyeyim. Bir de babana söyler misin? “Baba, ben ölünce Bülent’e mutlaka haber verin.”

Kardeşim, Allah sana rahmet etsin.  Gördüğüm en güzel insandın sen.

13 Ağustos 2015 

Fakülteye doksanlı yılların sonunda başladım. İlk yılım çarpık bacaklı erkekler ile onların göz kırpmalarına kıkır kıkır gülerek arkadaşının koluna daha sıkı sarılan kızların arasında geçti. İçine kapanık genç kızlar bu yılın sonunda yüksek sesle konuşur olmuştu. Genç erkekler ise köydeki yavuklularını başka sınıflardaki bir güzelle değiştirecek kadar büyümeye başlamışlardı. Ben, canım ne kadar çok sıkılırsa şirkten o kadar uzaklaşacağıma inanıyordum.

Gizlice gittiğimiz Yeşilırmak’ın kıyısında Hüseyin’le kitaplar okur, mangal küllerinin yanında kendimizi şatoda gibi hissederdik. İçimizdeki üşümeyi kimsenin olmadığı yerlerde telafi ediyorduk. Hüseyin de, ben de bu kanıya o ırmak kenarında vardık:

Kederden geberen adamlar sevilir ama onlarla asla evlenilmez.

Hüseyin, yürüdüğü vakit metrelerce öteden fark edilirdi. Kaldırımla yol arasındaki o ince duvarda yalpalayan birini görünce anlardım ki Hüseyin geliyor. Babasının aldığı elbisenin içine son iki senede sığmadığını anlatır dururdu. Saçlarını uzatmayı züppelik zanneden, kendi hakkında söylentiler çıkaran biriydi Hüseyin.

Tanıştığımız her yeni insan, kendimizi saklamak için iyi bir fırsattır. Gittiğimiz her yerde, yeni birileriyle karşılaşınca bu fırsat karşımıza çıkar. Okulun ilk günlerinde sınıfın arka taraflarına baktığımda, şahit olduğum samimiyetin ancak kırk yıllık bir samimiyet gönüllüsü tarafından gerçekleşeceğini düşünür, bu ergen sarhoşluğunun ne zaman biteceğine dair kendimle bahse girerdim. Girerdim çünkü zamanın eleğine karşı duracak bir samimiyete o vakte kadar rastladığım hiç olmamıştı.

Benim bu sessizliğimde bilgelik arayan sıra arkadaşım Oktay, hemen arkamda oturup beni gizli gizli süzen, daha elindeki oyayı bitirmeden gurbete düşmüş Mehtap, kantin işletmeciliğini holding patronluğu sanan Kantinci T..

Bilirsiniz, küçük kentlerde geceleri güneş gözlüğüyle gezen yiğitler olur. Bizim Kantinci T. işte öyle biriydi. Orada kaldığım süre boyunca sol yanına doğru aksayarak yürüyen Kantinci T.’ye az gülmedim. Onunla konuşma fırsatını ancak okulun son senesinde yakalamıştım. İnsanlığın çöküşü, alıp başını giden başkalarının ahlaksızlığı, memleketin huzuru, eğitimdeki kalitenin düşüklüğü gibi konularda saatlerce Kantinci T.’yi konuşturmuş ve onu dehşetle anlattığı dünyadan kurtaracak cümleyi kalkarken söylemiştim: Sen mebus olmalısın!

İliği açılmamış sırlarla tanışmaya başlıyorduk. Zaman ilerledikçe kendimle bahse girdiğim hususlarda yanılmadığımı anlıyordum. Ben marş yazdırmaya zorlayan geçmişimi, hakkında türlü hurafeler üretilmiş mağaralarda saklıyordum. Tüm hayatı ortalarda sır diye gezen arkadaşlarım ise özel hayatlarını bir bir anlatmaya başlamıştı. Onlar anlattıkça, Genç Werther ile Genç Semih arasındaki farkları bulmaya çalışırdım. Kaç sırrı defalarca yeniymiş gibi dinleyip durduğumu inanın bilmiyorum.

Bilirdim, insanın dinleyecek birilerini bulması zordu, güvenecek birilerini bulması zordu, onları anlayacak birilerini bulması. İçimde kendime bile yer bulmaya zorlanırken, onlara haritalardan küçük paftalar dağıtıyordum. Onları dinleme sebeplerimden biri de bendeki bu “belki şimdi olabilir”likti. Bu durum, başlangıçta içimdeki sempatizana dokunma arzusuydu.

Uluyan sokak köpekleri, bankta oturmuş sevgililer, vazifesini ortalarda kimse yokken rahat rahat yerine getiren mahalle delilerinin hepsi beni tanırdı. Sokak aralarında güneş kaybolunca doğardım ben ve yanımda hep başka yüzler olurdu. Bu el değmemiş vakitlerin bana dokunmayacağını sanırdım. Yanımda yandaş diye gezdirdiğim herkes en fazla birkaç kez tahammül ederdi bana.

İnsanı, bulunduğu yere yabancılaştıran o yere dâhil olmamasıdır. İnsanın hazzetmediği şarkılar, dâhil olmadığı melodilerdir ve insan dâhil olmadığı kalabalıklardan kaçar. Gençliğim, üniversitenin uzun koridorlarından da, bir bardak çay içerek saatlerce kantinde oturan herkesten de uzak durmamı öğütlerdi. Durup onlara bakardım; “ben bu yağmanın neresindeyim?” diye.

Bütün galibiyetlerin karşısında yenilen biz oluyorduk. Gidişat onu gösteriyordu.

Sınıfın tahtasına “Lenin” yazdı diye ülkücü arkadaşlarımzdan dayak yedikten sonra ertesi gün baba ocağına dönen Şenol’u. Üniversitenin ikinci yılı bitmeden başı kapalı kızları içeri sokmayan hürriyet düşkünlerini. Tuncay’ı taklit eden çıraklarını. Okul hayatı boyunca aynı pabucu saklayarak giyen utangaç kızları. Diplomasını almaya, hala içine sığmadığını söylediği elbisesiyle gelen Hüseyin’i.

Kendini ceza olarak yerkürenin ortasına bırakılmış olarak görenler, ancak şaşkınlıklarıyla hatırlanırlar. Geçenlerde Hüseyin aradı. Maaşa geçince içine sığdığı üç adet takım elbise almış. Hüseyin’i mutlu edecek bir konfeksiyoncu sonunda bulunmuştu.

Benim, ortasına bırakıldığım boşlukta ise her şey o kadar çok uzaktı ki.

Artık, Hüseyin de fena uzak.

Bülent Parlak, Yalnızlığın İcadı (1984)

İZDİHAM