6 Ağustos 2016

Bülent Parlak, Dişimi Çektiler

ile izdiham

Tedbirimi almadan, narkozsuz ameliyata aldığım şu zavallı böcekler aklıma düştükçe hala tüylerim ürperiyor.

Kerpiç evlerin ne kedisi, ne bulguru, ne de faresi eksik olur. İşte ben, o kerpiçten yapılmış evimizin duvarına tırmanmaya çalışan küçük hayvancıkları ne vakit ele geçirsem, iç organlarını tedavi etmeye uğraştım.

Benim uslu durmam üç şeye bağlıydı. Televizyonda oynayan “Kara Şimşek” dizisi bunlardan birincisiydi. Siyaha boyanmış o akıl almaz otomobilin konuşmasını şaşkınlıkla izler, içten içe bir gün bizim oralara da gelmesini umardım. Ben arabanın konuşmasına inandıkça, televizyon fazla çalışmaktan patlamasın diye dedem, tam da filmin en heyecanlı yerinde televizyonun fişini pat diye çekerdi. Dedemi iki şeye ikna edemedim ölene dek. Köşe bucak sakladığı on yıllık elektrik faturalarının artık hükmünün kalmadığına ve televizyonun fazla izlenmekten patlamayacağına. O, gülümsemesini üstümden eksik etmeyen koca adamın, günü on yıl geçmiş faturalara düşkünlüğünü bu yaşımda bile hala anlamış değilim.

Sıkı sıkı tembihlenerek götürüldüğüm misafirliklerde de hırçınlığımdan eser kalmazdı. Eser kalmazdı, çünkü en son tembihe uymadığımda çok sevdiğim dayımın evine, üstelik de gün düzenleneceği vakit götürülmemiştim. İyi bir ders olmuştu bana. Kansere yakalanmış gibi ne kadar kıvransam da öfkeli bir annenin inadı karşısında yapacak tek şey; evin camına taş atmaktı. Biraz daha cesur ve dayak yemeyeceğinizden eminseniz; o camı kırmak! Günlerde binbir çeşit pastanın, böreğin, çöreğin, sarı gazozun olması benim ilgimi çekmezdi. Benim ilgimi çeken, her gördüğümde bezgin bezgin durup ne sorsam omzunu silkeleyerek cevap veren vahşî küçük kız Duygu’ydu.

Duygu, sanki yerçekiminden etkilenmiyor gibi oturur, en sevdiği filme bilet bulamayan zenginler gibi asabileşirdi. Bazen o şımarık hallerine öyle kızardım ki, onu, misafir çocuklara tahsis edilen odadaki halının altına süpürmek gelirdi içimden. Bilseydim ki bu cinayet aydınlatılamayacak, inanın en az on kez süpürürdüm. Ne vardı yani çikolatasının çoğunu hediye eden bir oğlana bunca surat çevirecek?

Üçüncü şey; dişlerime varan ağrıydı. O lanet ağrı, ağzımın içinde yıllardır öç almayı bekler gibi vurdu mu süt dişlerime, gecem de gündüzüm de kalmazdı. Dedem, o zamanlarda televizyonun fişini çekmese umurumda olmaz; Duygu’ya, bakacak halim kalmazdı. Konserinde tek bilet dahi satılmayan eski bir şöhret gibi çırpınırdım.

Medet umduğum şey dişlerimin ağrısının geçmesiydi. Heyhat! Bir diş ağrımaya başlarsa size söyleyeceği ilk söz şudur: “Kaldır ellerini!” Korkuyla kaldırılmış bir el ya insafla aşağı iner ya da yere yığılarak. Ben, diş ağrısının insafa geldiğine hiç denk gelmedim. Oysa ağrıyan bir dişin, o ellerin tüm bedenini yere çökerttiğine sayısız kez şahit oldum.

Hastalanınca çok huysuz olurum. Ben hastalanınca, soprano dinlemek zorunda bırakılan çöpçülere dönerdi bütün ev. Yıllardır yerinden oynatılmamış sehpanın yeri bile gözüme batar, anadilimden nefret eder, hiç bilmeden Rumca, Japonca gibi dillerde konuşmaya başlardım. Ne kadar güzel konuştuğumu varın siz hesap edin. Ne susuyor, ne de berbere gitmeye ikna oluyordum. Bizim dişçimiz mahallenin berberiydi.

Berber Kemal Amca, bembeyaz saçları, başbakanlık tarafından unutulmuş yüzüyle bütün çocukların ilgisini çekerdi. Boyumuz kısa olduğu için berber koltuğuna iskemle koyarak tıraş ederdi bizi. Para vermezdik. Akşam kahvede babalarımızla elli bir oynayacaktı. Bizi tıraş ederken güzel güzel söverdi babalarımıza. Gücümüze gitse de biz berber koltuğundaydık. Elinde makas vardı.

Dişimin ağrısı tavana vurduğunda beni Berber Kemal Amca’nın evine götürürlerdi. O eve girdiğinizde teslim olmaktan başka çareniz yoktu. Kerpeteni eline alıp “hiç acımayacak!” sözünü ilk duyduğumda, Berber Kemal’e inanmıştım. Bir daha da kimseye inanmadım zaten.

İnsan, kendi ağrısını herkesin ağrısından büyük zanneder. Hastalığın en masum tarafı da budur. O esnada cömert olacağınıza mı söz vermezsiniz, bundan böyle kimseyi üzmeyeceğinize mi, ölçüsüz yaşadığınız bütün günlere çekidüzen vereceğinize mi? Her şeyi düzeltecek bir inanç kaplar içinizi. İyileşince hemen unuttuğunuz. Ta ki yeniden bir yeriniz dökülünceye kadar!

Ben bu yazıyı, yıllar sonra Berber Kemal Amca’nın vefat ettiği bir zamanda kaleme alıyorum. “Kara Şimşek” dizisi şu sıralar TRT 1’de her gece yayınlanıyor; bir kez bile baştan sona izleyemedim. Duygu’dan tek haber yok. Olsa da en fazla çocuklarına çukulata alabilirim. Yirmilik dişimi ise röntgeni, sekreteri, ikramı, ücreti, parkesi ve her yeri bol bir hastanede hanım diş hekimine emanet ettim. Antibiyotik tedavisinden sonra dişimi çekeceğini söyledi. O güzel, yirmilik dişimi.

Diş hekimi olan genç hanım, onca ilgiden sonra vezneye gitmem gerektiğini söyledi. Gayet sıradan bir şekilde. Bu şehirde bütün inceliklerinin altında artık bankamatikler olduğunu biliyorum. Ben, Duygu’yu halının altına süpüremedim. O nezaketin hemen ertesinde, büyük bir kibarlıkla para çekilirken bakiyemin yetersizliği karşısında her saniye eriyen nezaket, beni parkelerin altına çoktan süpürmüştü bile.

Oysa bu şehre elim boş gelmemiştim.

Bülent Parlak, Yalnızlığın İcadı (1984)

İZDİHAM