17 Ekim 2019

Bülent Parlak, Atını Elleriyle Öldüren

ile izdiham

Aslında baban seni öldürmedi Gökhan! Kendini sana yeryüzünde bir ceset gibi hissettiren duygu, babanın intiharından sonra kendine muhkem bir yer bulamayışındı. Çünkü babası erkenden ölmüş bütün çocuklar gibi senin de veli toplantılarına gidecek kimse bulunamadı. Üniversite yıllarında herkes sana kuşkuyla baktı. Senin yanında gezdirdiğin ölü devrimcilerin hayaleti, sesi kısılmış koro şeklinde yanı başında öylece bekliyordu. İşte bu yüzden kabuksuz yaralarını kaşıyıp durdun. Kırgın bir deniz gibi sokakların tam ortasında kaldın.

Annene sürekli “babam beni niye öldürdü?” diye sorman o zamanlar başladı.

Aslında baban seni öldürmedi Gökhan. Çift dikiş çocukluğunu ateist muhtarlara anlatırken onların, babanı sana neden anlatmaktan sakındıklarını bir türlü anlayamadın. Gece yarısı eve dönen babanın, gündüz bütün ezilmiş halkları kurtarma planları yaparken “köylüleri öldürmeliyiz?diye bağırmasını hiç anlayamadın. Yenildiğin meydanlara dönünce, babanın yüzündeki çatlakları, solgun bir yaz maketine benzetmen bu yüzden. Bunlar olurken annen, Çamdibi Kültür Derneği’nde romantik kadını tek başına temsil ediyordu.

Bak Gökhan! Yaşımız seninle aynı, sen benden biraz daha şişmansın, boyun boyumdan kısa. Annenin hiç gülmeyen eteklerinin sorumlusu sen değilsin. “Libya Sosyalist Halk Cemahiriyesi” yazan broşürleri baban eve taşırken nasıl gülsündü o etekler? Elalem, Beşir Fuad ve Mayakovski’ninmektuplarını politik bir figür olarak nitelendirir; bulaşma yanlış işlere. Kararsız ırmaklar yüzülerek geçilmez; benden geçti bunu anlama devri. Bari sen kurtul! Kurtul, diyorum ama Sergei Bubka’yı tanıman buna engel olacak. Kalbinin doğusundaki Aşık İhsani türküleri buna engel olacak. Oğlunun esmer yüzü, babanı ne kadar da anımsatıyor.

Babalar; çocukları büyüyünceye kadar hatasızdır, kahramandır, bilgindir. Yeşilyurt Polis Merkezi’nin camlarına afiş yapıştıran babanı hala suçsuz görmen benim çok hoşuma gitti. Oysa devletimize yapılacak en büyük hakaret, camekânlarına uygunsuz afiş yapıştırmaya çalışanların, kostik kovalarını vermemek için direnmeleridir. Seni ben anlarım da Gökhan, devlet ikimizi de anlamaz! Ne yazık ki polis merkezlerinde; bıyığı yeni terlemiş fikir suçlusu gençlerin, slogan atan adamların, Sovyetler’e, bir dîne inanırcasına ümit besleyenlerin sesleri yükselmiyor. “Zindandan Mehmed’e Mektup” yazacak insanlar öldü maalesef. Orada rüşvetten tutuklanan müftüler, bankadaki hesaplarını inkâr ediyor.

Aslında baban seni öldürmedi Gökhan. Bir ovayı, dağa çıkarmaktan aranıyor. Hiç bayram alışverişi yapılmamış hüzünlü arifeleri anımsatırcasına, 17 Ağustos depreminde, herkes kaçışırken sen oturup geçmişini ağırlıyordun. İki beden büyük gelen hayatı ben iyi bilirim; ama intihar, sandığın gibi genetik değildir. Ve terziler, hiçbir ölümü güzel dikemez. Avuçlarındaki hayat çizgisine sessizce düşen kor, sana canhıraş göçleri de, Çingeneleri de, zeytin ağaçlarını da öğretti. Devrim sabahlarını müjdeleyen martıları, şiire ne güzel yakıştırıyorsun.

Yağmura yakalanan pikniklerden hayır bekleme. Cebinde kuş üzümü taşıyan gri kabanlı babanın yokluğunu, sobalı evlerin duvarlarına gizlice yazarken defalarca sabırsız hıncının kurbanı oldun. Piknikler, babalar varken anlamlıdır. Üstelik o babalar, bol küfürlü dernek toplantılarında sandalyenin üstüne çıkıp bağırıyorsa, çimenlerden ihtilal kokusu yayılır durur. Hem neye yarar ki piknik konuşulurken araya sıkıştırılmaya korkulan küçük güneş görüntüleri? Yağmura yakalanan pikniklerden sana ne Gökhan!

Şiirlerini bozdurmaya giden bütün şairlerle bir gün bir araya gelsek diyorum. Kar helvası yer, sırayla ezan okur, Arzu Film’den bol güldürülü filmler izlerdik. Vergi borçlarını ödeyemeden ölen borçluların yakınlarını aramıza katar; kimsenin uğramadığı irtibat bürolarını basardık. Harmandalı oynar, dizimizi yere vurduğumuz an topluca ölürdük.

Şaire, babasından önce ölmek yakışmaz.

Şimdi ben mi avazım çıktığı kadar bağırayım, yoksa sen mi? “Kuşlar, mezarlıkta şiir okuyor ölülere!” diye!

Bülent Parlak, Yalnızlığın İcadı (1984)

İZDİHAM