12 Mayıs 2017

Bülent Parlak, Atatürk’ün Annesi Nerede Çalışıyordu?

ile izdiham

Bütün yetimler kendilerinden bekleneni değil beklenmeyeni yaparak meşhur olurlar. Onunki de sanırım böyle bir hikâyeydi. Ve bazı hikâyeleri insan ancak okuyabilir; anlayamaz.

Heba olmaya hevesli çocukları tanıdığımda oldukça küçüktüm.  Boyuna bakıldığında yaşı anlaşılmayan kimi görsem en iyi arkadaşım o oluyordu. Sonra herkesin fark ettiği benimse bir türlü anlamadığım bir şekilde büyüdüm.

O zamanlarda ve her zamanlarda sınıfların ve kitapların birinci dersiydi Atatürk. Şehirlerin en işlek caddelerinde de onun heykeline rastlıyordum; hayat bilgisi kitabının ilk sayfasında da.

Heykellerin ve kitapların toplumlardan istediği yegâne şey uyuşmalarıdır. Barbarlık kavramının medeniyetler tarafından bir heyula gibi gösterilmesi elbette doğaldır. Çünkü barbarlar heykelleri okumadıkları gibi kitapların karşısında da saygı duruşunda bulunmuyorlardı. Mülkiyetin var olduğundan beri devam eden kötülük tarihte en çok barbarlara dokunamadı. Sonrası malum. Her yer dünyayı kurtaran ama kendileri çukura düşen adamlarla doldu. Toplumlar maalesef uyuşmadan bir arada yaşama, varlığını devam ettirme ve bulunma yeteneğine hiçbir zaman sahip olmamıştır. Bunu bazen bir heykelle, bazen bir idealle, bazen de bir korkuyla sağlarsınız. Sanırım her şey düşmana kendimiz karar verdiğimiz vakit başlıyor.

Rastlamadığımız şey ise heba olmaya hevesli küçük bir çocuğun imparatorluğun batı hudutlarından bu tarafa hiç yankılanmayan serzenişleriydi.

Faytonuna her bindiğinde döneceği bir sarayı olup olmayacağının kuşkusunu yaşayan bir padişah, entrikalara alışmaktan entrikanın ne anlama geldiğini artık fark edemeyen bir halk ve Selanik’te genç yaşında yaşamı tek başına kucaklamak mecburiyetindeki bir anne de bu yankıdan nasibini alamadı hiç.

Henüz sekiz yaşında bir daha elinden tutulup Tuna’ya götürülemeyecek, mahallenin hayta çocuklarından yediği dayağı akşam eve dönen babasına ballandıra ballandıra attığı yumruk sayısı olarak anlatamayacak, bayram geldiğinde lunaparklara gidemeyecek, gece yatağa her uzandığında uykularını kevgire çeviren baba rüyalarını tekrar tekrar dile getirecek bir girdabın içine düştü o.

Selanik’te doğan çocuk, koşan, düşen, kalkan çocuk, babasını gidenlerin bir daha dönmediği, yere yolcu edince O da sadece kendisiyle aynı kaderi paylaşanların bilebildiği uğursuzlar kulübüne üye oluyordu istemeyerek. Elbette istemeyerek.

O’nun resmini ilk misafirliğe gittiğimiz evin duvarında görmüştüm. Kalpaklı bir duruş. Çocuklar meraklıdır. Ben ise ta o yaşlarda merakın bir samimiyetsizlik olduğunu öğrenmiştim. O adamın kim olduğunu sormadım.

Vermekten çok almaya, almaya, daha fazla almaya alışmış yoz ilişkilerden biridir O’nunla ilişkilerimiz.  Babasını kaybettikten bir süre sonra başka bir adamı ”baban!” diye kabul ettirmeye çalıştığı bir çocuğun yaşadığı dramını hiç kimse dile getirmedi. Çünkü dünya ince fırça darbeleriyle çizilen Katolik görmemelerden ibarettir.

Babasını kaybeden çocukların karşılaştığı en talihsiz şeylerden biri de sanırım annenin yeni bir baba icat etmesidir. Bu ne yeni bir baba icat eden bir kabahati ne de çocuğun razı olacağı bir durumdur.

Trablusgarp’ta yaşadığı askeri başarısızlık, Çanakkale’de yedi düvele meydan okuyuşuydu bizim ilgilendiğimiz. Çünkü insan yarışmanın kesin bir ahlaksızlık olduğunu, zaferlerin ise her zaman kazanmak olmadığını anlayamaz. Gittiği askeri ortaokuldaki başarıları, matematik dersinde öğretmeniyle aynı adı taşıyor diye başlayan o saçma hikâyeler bizim dikkatimizi çekiyordu.

Oysa evinde güneş doğmayan herkes sokaklarda güneş bulma telaşındadır. Babasını kaybeden batar. Mustafa Kemal, dayısının çiftliğinde kışları da karga kovalamak yerine içine bol geldiği asker üniformasıyla uyurken ya da uyuyamazken neler yaşadığını düşünmek kimsenin işine gelmez. İşimize gelen ranttır, kazanmaktır ya da kaybetmek. Yatılı okul bir felakettir.

Psikolojinin ilk sorusu ise çocukluktur. Babasızlık, dayının ceberrut karısı, sonradan ortaya çıkarılmış yeni bir baba ve ranza. Hayatının temel kavramları bunlar olan bir insan için her şey ancak bir eşyadır. Kahramanlığı bile.

Fikriye onu sevdi mi bilmiyorum. O Fikriye’yi sevdi mi onu da bilmiyorum. Sevmek söylenecek bir şey hiç olmamıştır. O’nun insan olarak yaşadıklarını göstermemeye çalışanların çocukken yaşadığı travmalardan sonra cepheleri ezberlemesi,  kimilerince kafir kimilerince müthiş devrimlerini tek tek gerçekleştirdiği sırada hissettikleri benim kafamı hep kurcalamıştır. Sanırım kurcalayacak bir kafam var.

Fikriye kendini vurur. İnsan severse sanırım kendini vurur. Geride kalan ise başlar her şeyi vurmaya. Mustafa Kemal’in Fikriye’nin intiharından duyduğu üzüntü ve pişmanlıklar nasıl tarif edilebilir ki? Bir yanda idealleri, öte tarafta sevdiği kadın arasında bocalayıp kalmadı mı sanki? Kadın kendine daha çok zaman ayırmasını isterken Mustafa Kemal hiç istemedi mi acaba Salacak’ta başbaşa bir kahve içmeyi? Elinden tuttuğu sevgilisine Tarabya’da babasına duyduğu özlemi hiç mi anlatmak istemedi sanki? Peki, eşinin intihar haberini aldığında ilk ne düşündü acaba?

Kazandığı onca zafer, kaybettiği onca galibiyet acaba bütün bu yaşadıklarının nesine merhem oldu? Hatay’ı hak ettiği coğrafyaya katmak acaba kaç tane ranza ediyor?

Bir yanda gözümüzü kamaştıran zaferlerin sahipleri, diğer yanda kendi hayatını hesaba çekenlerin yaşayamadıkları hayatlarına bir dipnot yazmak istediklerinde ne yazacaklarını hep merak eder dururum. Bu adı önce Mustafa, sonra Mustafa Kemal, sonra Atatürk bile olsa. Gözümden ne babasını kaybettiği gün, ne askeri okulda geceleri nasıl geçirdiği, ne aniden eve gelen başka bir adam, ne de Fikriye’nin intiharını duyduğu an gitmiyor. Çünkü insanın gözü ancak insanı görür ve düşünür. Ölümünün üstünden yüz yıl geçmiş bir kadının nerede çalıştığını bir yerinden uydurmaz? Gerçek de olsa söylemeye utanır. Elbette utanmayacaklar. İdeolojiler utanmayı değil her şeyi mahvetmeyi öğretir.

Bülent Parlak, @bulentparlakk

İZDİHAM