27 Nisan 2023

Bir Zeynep Nasıl Sevilir?

ile ibrahim varelci

Nasıl sevdiğini ve nasıl öldüğünü açıklayamaz insan. Ben bilinemez olanın ardından gitmek istiyorum. Nasıl sevdiğimi düşünerek nasıl öleceğimin ipuçlarını da bulmuş olacağım. Niçin sevdiğimi bilmeden.

Sana seni sevdiğimi söylerken, aslında ne demek istediğimi anlamalısın.

Bana neler oluyor, diye sorduktan sonra, cevabı nasıl sevdiğimde arıyorum bu defa. Bir Zeynep nasıl sevilir, bir İbrahim nasıl sever, severken nasıl bir İbrahim olur, güzelleşir mi yoksa karanlığa mı bürünür?

Kendimi hazırlıyorum, suyu verilen bir çelik gibi. Öylesine kavi ve keskin. Kendimi hazırlıyorum cenklere. Bir fidana aşı yapılmışım. Farklı bir daldan kesilip oraya kaynatılmışım. Aşı tutmuş. Ben şimdi hangi daldan ışkın vermişim?

Kökümü arıyorum. Orada birçok dehliz, çıkmaz sokaklar var. Anlıyorum ki, hiç olmayacak şeylere bağlanıyorum. Öyle bir bağlanıyorum ki diğer tüm bağlarım çözülüyor. Tek bir bağla asılı kalıyorum hayata. Sallanıyorum imkânsız bir aşkın göğünden. Sarkıtılmışım. Boynumda pamuktan bir ilmik. Boğmuyor, nefes de aldırmıyor. Ne ölebiliyorum ne de yaşadığımı iddia edebilirim. Hangisini tercih edersem ötekisinde kalıyorum kendimin. Artık çok yoruldum, karşı kıyılardan kendime seslenmekten. Artık çok yoruldum, kendimi mümkünsüzlüklere adamaktan. Bunu çok mu istedim, diye soruyorum kendime? Belki biri, hayatımdan geçerken, kaderimi usulca kucağıma bırakmış, sonra da çekip gitmiş gibi.

Dünya değişiyor, insanlar, şehirler, sokaklar… Hepsi değişiyor. Sadece ben aynı kalıyorum sanki. Ben ki kendi göğüme dilediğimce bulutlar çizen, ben ki dışımı iç seslerimle dolduran; artık ne renkli bir göğüm var, ne de iç sesimi teskin eden serin namelerim. Kılıçlarını çekmiş melodiler. Artık çarpışma zamanı diyorlar. Ne olacaksa olacak. İşgal etmek istemediğin bir şehirde seni zindana attılar. Havasız ve ışıksız bir yere.

Orada hangi sesleri mi işitiyorum? İlkel sesler…  Kesik kesik nefeslenmeler halinde, az söz fakat manalı sesler… Yavaştan hızlıya doğru giden insani bir ritim, yer yer çarpan ve aşırı yoğun bir frekansla duyuyorum seni. Nasıl mı kokuyor orası? “Ben” kokusuyla dolmuş. Ter, vücuda yapışan kendine has o “ben” kokunla. Saç diplerinden gelen sebum kokusu. Vücudundan derine sızan mineral ve tuz kokuları. Zengin bir toprak gibi.

Daha başka hangi sesleri duyuyorum? Derileri kesip biçen kılıçların seslerini fışkıran kan, ruhun hiç istemediği yere gittiğini haber veren hırıltıları, boğulma sesleri, iniltiler… Çığlıklar ve fısıltılar, hangisini işitiyorum, Zeynep yaklaş bana seni daha çok duymak istiyorum.

Tüm bunları yaşamaktan değil, kendine katlanmaktan yoruluyorsun bir süre sonra. Her şeyim senden habersiz ama hep sana saklanmış gibi. Bir çocuğun hastalık nedir bilmeden sevdiği oyuna dalmasını düşünüyorum. Hastalansa da aldırış etmez. Hastalığına hasta olacağı ana kadar kayıtsızdır neredeyse. Kimse bir çocuk kadar anı yaşayamaz belki de. Bir çocuk gibi, oyuna dalar gibi izliyorum seni.

Sevmek, birinin hikayesini can kulağıyla dinlemeyi öğretiyor insana. En çok bunu. Onun hikayesini öğrendikçe kendine daha çok benziyorsun böylece.

İlk yaramı hatırlıyorum. Ama o yara bana kilit vurmamıştı. Senin açtığın yarayı ise yaşıyorum, üstelik kilitli bir halde. Yaranın kızgın demirle mühürlenerek acının orada hapsedilmesi. Sürekli ıslak, akışkan ve titrek bir yara gibi. Sızlayan bir yara. Kendimi kilitledim. Açılamıyorum.

Bana en yakın olduğun zamanalar birden uzaklaşıyor her şey. Sen dahil buna. Beni yaşadığım o hale teslim etmek istiyor gibi tüm evren. “Kendinle mi kalmak istiyorsun” sorusu. Ben hiç kendimle kalmak istemiyorum. Senin olmadığın bir benle tek kelam edemiyorum. Benim en hüzünlü olduğum zamanlardır belki de, gözlerimi kaçırdığım, dikkatsizleştiğim, birden kara bir haber almışçasına yüzümü astığım, derin bir suskunluğa çekildiğim anlar. Tüm bunları sıcak bir tebessüm kapatıyor. Kapatmak zorunda çünkü. Oysa ben hep sayıklama halindeyim. İşitiyor musun?

Belki de. İşitiyorsun. Ben o esnada bir bahçede geziniyorum. Orada bir çiçeğin tek bir yaprağını koklamışım. Onda bile çok görülmüş bana gibi bir his. Bu hissin ne kadar berbat bir şey olduğunu bilemez kimse.

Berbat şeylerden biri de beklemek… Beklemek istemiyorum aslında, fakat hep güzel bekledim. Beklediğim gelmeyecektir ama ben bekleyeceğim. “Şimdi nerede, ne yapıyor” sorularını aklıma getirmeden beklemeyi başarabilecek miyim?

Bunlar teselli mi? Avuntular insanın acısını hafifletmez oysa. Hiç olmayacak zamanlara tehir eder o acıları. Ansızın, her şey güzel giderken birdenbire ters yüz olması hayatın, işte bu avuntular yüzünden.  Acısını hissetmesi insanın ne güzel bir şeydir. Parça parça mutsuzluklarından bile ben mutluluklar devşirmek, içindeki taşan nehri susturmaya çalışmak… Zordur, fakat ne güzeldir.

Yazmak da zordur aslında. Bazen sadece yazıdan ibaret olduğumu düşünüyorum. Yalnızca yazıyım. Seni de yazıya katıyorum bu yüzden. Başka bir yerde nefeslenmek mümkün görünmüyor. Her yer benim dışımdaki şeylerle dolu çünkü. Ben sadece harflerin kimsenin bilemeyeceği birlikteliklerine sarılıyorum. İçimde hiç dinmeyen bir rüzgâr. Ben hep seni düşünüyorum.

Seni düşünürken ne arıyorum kendimde? Oysa kişinin duygularını tam olarak idrak etmesi olanaksız. Belirsizlik lezzet katar bu yüzden. Sevgiyi ezber kalıpların içine hapsetmek istemiyorum hiç. Yayılsın kokusu hayatın her zerresine. Kıskançlığım akıl dışılıkta duruyor, fakat aklım nerede başlayıp nerede bitiyor? Bir sınırda mıyım? Hayalden gerçekliğe sıçramak istiyorum. Artık çok zor, biliyorum. Hayal, sadece bir başlangıç, yaşam onunla gitmiyor.

Elimde başka ne var? Seni nasıl sevebilirim: Sana kendimden anlamlar taşıyarak. Bizden başka kimsenin uğramadığı yerlerde yürüyerek. Evet yürümek senle bir konuşma biçimim. Sevişmekten bile yüce. Tenin kokusunu duyuyorum. Biliyorum da. Sevişmenin çarpıcı yakınlığını, patlayıp sönen tutkusunu. Doyan şeylerle seni açıklamak istemiyorum bu yüzden. Açlığımı bastırmasın hiçbir şey. Tenine sızan ben kokusuyla gıdalanıyorum, bir de açıp sonra hemen kapadığın nefeslenme pencereleriyle.

Nasıl mı konuşabiliriz. Kendimize özgü yeni bir dil yaratarak. Ölene dek kimsenin anlayamayacağı bir lisan. Üçüncü kişiler işitse de hiçbir şey anlamasınlar.

Şunu iyice öğrettin bana. Aşk değersiz bir şey. Önemsiz. Anlamsız. Kızıyorum ona çok. Umarım âşık olmamışımdır. Affetmezdim kendimi. Oysa herkesin dilinde. Ne çok yaşanmış, çağlar boyu. Ben küçümsüyorum onu.

Senin ile olan bir şeydim ben, gerisi bir huzursuzluk sarhoşluğu. Ben sana gelmedim. Sen bana kendini getirdin. Seni bir gün istersem, her şeyimle isterim. Yalnızca kendime. Bu o kadar zordur ki. O yüzden istemeye başka bir anlam yükledim. Bana verdiğin şeyi ben alıyorum. Sen ne zaman vereceksin?

Karşında yanışımı, kontrolden çıkan bir yangına benzetemem. Bu bir mumun yanması gibi. Ağır ağır. Sessiz. Hem yanıyor, hem de olduğu yerde duruyor gibi. Sadece kendisini eriten bir yanma. Estetik bir biçimde. Güzel bir eriyiş. Aşk ışığıyla Isıtır insanın içini.

Susmaktan korkuyorum, konuş benimle, susarak sessizliğin beni nereye götüreceğini bilmiyorum, korkuyorum, korktuğum şeylere yakalanmakta üstüme yok. Parça parça ölüyorum zamanın içinde fakat sevgim hiç yaşlanmıyor.

Sevginin şiddeti mi? Yaralarımı sana gösterebilmek için soyunmak istiyorum önünde.

İkimizi birden taşıyacağım, belki de bir ömür boyu, buna gücüm var mı? Başımı yaslayabileceğim bir omuza değil sanki bir uçuruma ihtiyacım vardı.

Bir insanı kendi olarak sevmek, kendi olarak özlemek, kendi olarak hatırlamak ve kendi olarak unutmak. Bana yazılan bu.

Artık iyice öğrettin. İki kişinin aynı anda ilişkide olması, nerdeyse imkânsız.

Şimdi gel buraya. Ruhlarımızı bir araya getirebilir miyiz?

izdiham dergi