23 Nisan 2021

Bilinenden Haber Verirken Simurg’a Reva Görülen

ile izdiham

Edgar Allan Poe Morgue Sokağı Cinayeti’nde, çoğumuzun kurnazlıkla özdeşleştirdiği dama ile satranç arasında yaptığı mukayesede damanın hakkını teslim ettikten sonra “Ancak analitik zekâsı gelişmiş kişilerin hayal gücünün büyüklüğünden söz edilebileceği” çarpıcı tespitinde bulunur. Böylece, Hegel’den tutun Heidegger, Deleuze’e kadar düşünürlerin sanatı yaşamsal ereğe yerleştirmesinin açıklamasını da yapmış olur. Edebiyat, bilinenden haberdar eder. Onu özel kılan budur. Beş duyuyla kavrananı anlatırken şaşırtma ve bildirme niteliği taşır. Şimdinin içinde hem geçmişi hem de geleceği verir. “Bilinenden haberdar ederken” karşılaştığı risk tek tüzelik/ yeknesaklıktır. 

İnsanın kendini araması, seyri sülûk, siretini düzenleme çabası hem klasik hem de çağdaş eserlerde cazip bir konu olarak işlenmiştir. Çağdaş edebiyatta ise en riskli konulardan biridir yalnızlık. Çünkü bu meseleyi hem göz ardı edemeyiz hem de en çok işlenen konu olması hasebiyle cazibesini ayakta tutmak oldukça zordur. Simurg edebiyatta dönüşüme uğramıştır. Onu klasik haliyle işleyen metinler elbette ve hâlâ çok değerli olsalar da. İçe yolculuk yapan, kendine yüzünü dönen metinlerde “Simurg”a reva görülen muamele önemlidir. Bu yazıda:

1. Kendini hatta ad, ilk basamak nezdinde arayan
2. Kişinin kendini bulmasını zıt yönde, kendine dolanması şeklinde
İşleyen iki başarılı öyküyü art arda değerlendireceğiz.

Muhayyel dergisinin 13. sayısında Derya Kuru imzasıyla yayımlanan “Bükülen Ruhlar”da okur sıklıkla bilinenden/yalnızlıktan haberdar edilirken “Simurg”a reva görülen muameleye yakından bakalım. Bilim kulağımıza uzayın büküldüğünü fısıldadı. Zamanın göreceli olduğu yönünde felsefe, bilim ve sanat anlaştı. “Bükülen Ruhlar” metnin içeriğine işaret etmesi açısından güzel bir öykü ismi. Derya Kuru yukarıdaki ontolojik bükülmeyi bize hatırlatarak öyküsüne giriş yapıyor: “Hafıza boşluklarında yıldızlarla kaplı bir kubbede doğuyordu gün. Bir hikayeye başlangıçla başlanmazdı.” Bir hikayeye başlangıçla başlanamaz çünkü zaman ve mekan bükülüdür. Görecelidir. “Her dönüşüm kendine has bir bulanıklık içindeydi. İnsan bu büyülü ağarmanın içinde kendine lütfedileni kesinlik içinde görebilirdi.” İşte burada Simurg’un kanatlarının rüzgarıyla karşılaşırız. Sözlü kültürde Simurg’un tek bir kanadının yere düşmesiyle beş duyu organının algılayabileceği duyum meydana gelmiştir. Metnin devamında içe yönelik arayış, huzursuzluk sezilir ancak kahraman yine de dünyanın gerçeğinden kopmaz. İçindeki duygu yoğunluğundan arınıp ayaklarının üzerine dikilmesini bilir: “Ruhuyla güreşti. Sonra kavgaya dönüştü. Dövüştü. Omuriliğini saran en içteki zar, uykusu geldiği esnadaki düşüncelerini de sarmalamıştı. Uyanık bir vaziyette uyukluyordu. Ruhunun varlığına ve tabiatına aykırı bir eylemi yoktu fakat bu kanı zaman zaman değişiyordu. Göğsünde minnettarlığını anlatırcasına güvenli bir şekilde yumulduğu, mırıltısının ruhuna her zaman iyi geldiği kedisi de huzurlu bir şekilde usul usul nefes alarak uyukluyordu. Böyle sonsuza kadar uyunabilirdi. Ruh sonsuzdu. Ölümsüzdü. Zorladı dizlerini. Kalktı.”

Metinde Simurg dönüşmeye başlar. Biraz daha modern dille bize yaklaşır, uzaklaşmaz. Ruha yönelik tanımlamalar yapılır. Ruh soyutken sıfatlar somuttur. Bu, yazarın bilinçli tercihidir: İnsan ruhu bekleyişler yaşar. Bir müddet bekleşir. Bekleşmesi demlenmesi gibidir. Hafif olan ruh zamanla tozlanır. Her şey gibi. Havadadır. Yetişilemezdir. Tozu alınamazdır. Toz havada duran ruhu tepeden yani kabaca aşağı doğru büker. Bir yerde bir şeyler sıkışır. Ruh tozun ağırlığına dayanamaz. Toz ruhun hafifliğine. Metinde özellikle bu nokta çok önemlidir. Ruh ve maddenin uyumsuz hâle geldiği nokta tozdur. Burada ruhun dejenere olması akla geliyor. Ya da ruhun kirlenmesi. Ruh temiz kalması gereken bir yapıdadır. Sadece ruh tozu değil, toz da ruhu taşıyamaz. 

Öykü kahramanı, karınca yiyen muhatabından sonra sonsuzluğu düşünür. Olanları kalbine kadar izler. Kendi kendini taklit eder. Susar. Susmak onu o kutsal kucaklaşma için “karşıkoyamaz”lıkla, korkuyla, dürtüyle, tutkuyla, noksan yanlarıyla ve diğer bilinmezliklerle tehdit eder. Bu içe yolculukta zaman mefhumu kaybolur. Aranan her ne ise onun yokluğunun kalbi burkan ve fakat yine akılda vuku bulan bir pıhtısı ruhta kendini hissettirir. Kahraman, insanın kusurlu sevebilen bir varlık olduğunu idrak eder. Bu ruhsal arayışın arasına diyaloglar girer. Diyalog bir meczup ile kurulsa da kahraman kendini deliliğin sınırında hissettiğinden monologdan ayrı düşmez. En sonunda kahraman kendini meczubun fiilini işlerken bulur. İsmini takvim yapraklarında, sevdiğinin adıyla yan yana aramaktadır. İnsana başkaları tarafından konulan fakat onu başkalarından ayıran adıdır. Ona defalarca adıyla seslenilir. Belki de göremediği ya da sayamadığı için bu kadar benimser adını. Adını arar kahraman. Seçmediğini ama en çok benimsediğini… Simurg’u… Bulma şekli ise sıradanlığa düşmedendir. 

Simurg çağın diline evrilmiştir. Metinlerde sıklıkla karşımıza çıkar. Nasıl bir muameleye reva görüleceği yazarın maharetidir.

İkinci olarak ele alacağımız metin Aynur Dilber’in “Üç Tek” isimli öyküsü. Burada kendini aramak yerine kendine çarpmanın, kendine dolanmanın başarılı bir anlatımını görüyoruz. Üç asal bir sayıdır. Kendisinden başkasına bölünemeyen haliyle kendine dolanması muhtemel bir sayı. Dilber’in kahramanında kendilik, uzağa atılmak istenirken dönüp atanı vuran bumerang etkisinde. Örneklenen nezdinde içe yolculuk söz konusu değil ve fakat örneği izleyeni zorunlu bir iç yolculuğa sevk ediyor metin. Örneklenen, kendini yok ederken, bir varlığı, gerçeğin gizlenemeyeceğini ortaya koyuyor. Özne çekilirken, somut olan görünmez kılınırken; soyut olan belirginleşiyor. Fail göz önünden çekilirken, fiil belirginleşiyor. Somut ve soyutun fıtratı üzerinde oynama yapan bu öykü felsefeyi metne yedirme anlamında başarılı çağdaş bir örnek. 

Bütün cinayetleri kusurlu kılan, onların gerçeği gizleme çabalarıdır. Bu önermenin kendisi de bir gerçeğin altını çizer. “Üç Tek”te somut ve soyutun fıtratı üzerindeki oynama bu gerçeğin altının çizilmesi amacıyla yapılır. Örtülen bir gün ortaya çıkar. Her ortaya çıkan dile getirilmeyebilir. Suskunluk, yine de ortaya çıkarılmamış olanın gerçekliğinden bir şey eksiltmez. 

Öykü iki kişinin arasındaki mutabakatla başlıyor. Bu mutabakat bir “şeyi” ortadan kaldırmak üzerine. Şey, insanken şeyleşmiş. Cesede dönüşmüş. Varlığın şeye dönüştürülmesine ve ortadan kaldırılmasına iki kişi karar verebilir mi? Bunun karşılığı bir tomar paraya mı karşılık gelir? Çok basit gibi görünen bu sorular öykünün sade anlatımıyla bumeranga dönüşür. Bir ceylan, bir kuş, bir böcek, bir arı türünün yok olması ekolojik dengeyi sarsıyorsa bir insanın yok edilmesi onto-eko/lojide neye karşılık gelir? Bu iki kişinin kararıyla mümkün müdür: “Atacağım ve döneceğim. Sadece atacağım. Hepsi bu. Tekrar, tekrar yineliyor kendine.” Öznenin görüneni, karanlığın/denizin dibine yollama çabası ağırlık sıfatı üzerinden işlenmiş metinde. Ağırlık hem gerçek hem de mecazi anlamıyla kullanılmış: “Çuvalı sanki doğumdaki bir kadın gibi ıkınarak kaldırıp karanlığın içine atıyor. Halat hızlıca çözülüp karanlığa karışırken taşı da kafasında kurduğu gibi hemen kaldırıp atıyor peşinden. Tuttuğu soluğu gürültüyle boşaltıyor. Derin bir soluk alıyor.” 

Bir oğlunun suçunu her baba gibi örtmeye çalışan yaşlı adam bunun bedelini diğer oğlunun ve kendisinin canıyla ödüyor. Ceset sayısı birken üç oluyor. İki insan/beden daha şeyleşmiş oluyor. Fakat kendileri yok olurken, örtülmek istenen bir gerçeği ortaya çıkarıyorlar. Kendileri yok olurken, yok edilmek isteneni var ediyorlar. Soyut ve somutun doğası yer değiştiriyor: “Memed, baba, cesed. Üçü birbirine sarmalanmış tek ve kocaman bir balıkmış gibi ağ yumağının içinde, mavi bir Anadol bir kamyonetin arkasında mahallenin meydanına getiriliyor.”

“Üç Tek” kendine dolanmakla ilgili uzun süre aklımızda kalacak bir öykü.

Handan Acar Yıldız

İZDİHAM