22 Aralık 2020

Bilge Çipe, Yaşamak (1952) ve Yaşlanmak

ile izdiham

Belgesel izliyorum. 94 yaşında bir teyze için tüm sağlık ekibinin yaptığı o özverili çalışmayı. Ve 94 yaşında olan teyzenin “O kadar dikkat ettim ne kimseye gittim ne kimse geldi evime. Temizlikçi dahi almadım. Nereden geldi beni buldu bilmiyorum. Lütfen beni iyileştirip bir an evvel evime gönderin” derken şöyle bir gözlerimi devirdiğimi fark ettim. “Nedir bu yaşamak sevgisi. Yaşın olmuş 94 hala neden bu kadar tutunuyorsun hayata?” derken tanrıyı oynadığımın farkına varıp kanal değiştiriyorum.

Yaşlanmak ve buna rağmen yaşamak ne garip gelir insana gençken. Akira Kurusawa’nın 1952 yapımlı “Ikuru (Yaşamak) filmini izliyorum birden. Ömrünün 30 yılını bir belediyenin halkla ilişkiler bölümünde geçirmiş, ve nihayetinde orada şef olmuş Kanji Watanabe’nin hayatından bir kesit izliyorum. O ki “bürokrasinin tüm elbiselerini ve ortaya çıkardığı anlamsız meşgaleyi üzerine giymiş” biri. “Aslında yaşamıyor”. Önüne gelen evraklara bıkkın ve bitkin bir şekilde mühür basarken gözlerindeki o anlam arayışı ile boşluğu fark etmek çok da zor değil. Sabahattin Ali’nin Raif efendi’si gibi bir karakter var sanki karşımda. Film 2. Dünya savaşı sonrasında Japonya’daki Amerikan rüzgarları eşliğinde ayrışan jenerasyonlara, sosyal yozlaşmaya ve aslında en önemlisi “ölüm ve yaşam” kavramlarına hep birlikte temas ederken aslında hepsini ayrı ayrı belirli bir nizam içerisinde anlatmış.

“Bu dünyada koltuğunu korumanın en iyi yolu hiçbir şey yapmamaktır” derken bürokrasinin aşılamaz dağlarına ve sarsılmaz bekçilerine karşı koyamayıp kendine “meşguliyet” yaratan ve her biri birbirine benzeyen günler yaşayan insanlardan birinin tükenişi, “Hayat gerçekten bundan mı ibaret” dedirtiyor istemeden. Watanabe, mide kanseri olduğunu öğrendiğinde aslında ağrıyan yerin midesi değil mutmain olmamış kalbi olduğunu anlar. 30 yıldır bir gün dahi izin kullanmayan Watanabe, oğlu ile gelinin talihsiz konuşmasına istemeden şahit olur ve uğruna hayatından vazgeçtiği oğluna verdiği değerin fazlalığının farkına vararak daha bir yıkılır. Yıllardır biriktirdiği parasını yanına alarak ( ki bu para oğlunun ve gelininin yeni modern bir ev hayalini gerçekleştirme parasıdır) son günlerini istediği şekilde yaşamak isteyecektir.

İlk gün bir yazarla tanışır ve kanser olduğunu ayrıca parası olduğunu ama nasıl harcayacağını bilmediğini söyler. O gece kumarhane, gece kulübü, genelev derken bir dans kulübünde “Hayat kısadır” şarkısıyla aradığı gerçeğin bunlar olmadığını anımsar. Yaşlıdır Watanabe iki büklümdür. Yemek yiyemediği gibi halsiz ve dermansızdır. Hastalığın tüm acısına rağmen bir arayış ve pişmanlık içerisindedir. “Biz insanlar çok dikkatsiziz. Hayatın güzelliğini ölümle karşılaşınca anlıyoruz. Bazıları bunu ölmeden önce anlarken bazısı ölüm kapıya dayanınca anlıyor” diyen yazar bile bu acılı ihtiyarın karşısında kendini ve yazdıklarını manasız buluyor. Ne de olsa “talihsizlik bize gerçeği öğretir”. Hayatına bu yaşında isyan eden, onun kölesi iken bir anda efendisi haline gelen bu ihtiyar, ertesi gün işyerindeki genç kızın neşesinde ve gençliğinde nefeslenmek ister. Onun gülüşleri ve esprileri ile bir nebze olsun gülmek ve gençliği ile ölüm fikrinden uzaklaşmak ister. Ama sonunda aradığının böyle bir gençlik ve neşe olmadığını anlar. Bu süreçte Onu, genç bir kızla gören oğlu, gelini ve evin hizmetlisi, garip yakıştırmalar yapmışlardır bile.  Kendi gerçeğini bulamayan yaşlı adam çareyi -yeniden- Onu tüketen mekana dönmekte bulur. Filmin başında 6-7 kadın, sokaklarında oluşan lağım suyu birinkitisinin temizlenip yerine çocuklarının oynayacağı bir parkın yapılmasını istemek için belediyeye geldiklerinde onlarca bürokratik engelle karşılaşmış ve nihayetinde en başa yani Watanabe’nin başında olduğu birime gelmişlerdir.

Of film festivals and dealing with mortality - Rediff.com Movies

İşte o noktada Watanabe aradığı gerçeği bulmanın verdiği bir atılganlıkla kadınlara yardım etmeye başlar. 30 yıldır ilk defa bir inisiyatif almış olması çevresindeki herkesi şaşırtırken, Watanabe inatla ve yoğun bir halsizlikle park yapımı için elinde evraklar ile kapı kapı ve masa masa dolanmaktadır. İşte buradan sonra Watanabe’nin öldüğünü ve cenaze evinde toplanan bürokratlar ile aile efradını görürüz. Cenazedeki herkes onun son demlerinde yaşadığı değişimleri anlamaya çalışırken sürekli tartışırlar. Her biri farklı bir bölüm anlatarak yaşlı adamın bu değişiminin bulmacasını çözmeyi başarır. Hepsi artık Watanabe gibi olacaktır. Onun gibi halka hizmet ederek mutlu olacaktır. Bu sözler sarhoş iken verilir fakat ertesi gün belediyede hayat eskisi gibi devam eder. Değişim o kadar zordur ki hiç biri Watanabe kadar cesur olamamıştır. Belki de onun ölümüne tek üzülen, gerçekten üzülen, parkın çevresinde ikamet eden 6-7 kadın ve park bekçisidir. Filmi izledikten sonra “neden daha önce göremedim bu filmi” diyerek Kurusawa’nın “Kurbağa Yağı Satıcısı” kitabına bakma ihtiyacı hissettim. Çünkü kitapta bu filme rastlamamıştım. Ve gerçekten ne kitabın başındaki yönetmenin hayatı kısmında ne de kitabın içeriğinde bu filmin adı geçmiyordu.

Hayallerini değil anılarını anlatmaya başladıysan yaşlanmışsın demektir gibi bir söz ediyordu çok ünlü bir düşünür.  Oysa “Yaşamak debelenir içimde kıvrak ve küheylan” diyordum sürekli. Yaşamak ölüm yaşı gelince anlam kavrayan kelime. Oysa ölümü sadece yaşlı insanlara yakıştıran gençliğim. Ve genç ölümü gören gözlerimden sonra dahi yaşama tutunan yaşlı bir kadına söylenen ağzım. Oysa o yaşlı ağızlar o buruşmuş ten, o ağaran saçlardı benim tarihim. Ve belki bir hastalık… “65 yaş ve üzeri” diye çığlık atan insanlardı bana yaşamak umuru verecek olan. Ah biz orta yaşlılar. Bebek denince doğum, yaşlı denince ölümü hatırlayanlar. Ölümün kalbine doğru yürümektir yaşanan her bir gün. Filmin son sahnesi Watanebe’nin hayatındaki en mutlu andır. Parkta bir salıncakta, gözlerinde “yaşamak” adlı bir gülümseme ve filmin başından beri herkesin diline dolanan o simgesel şapka ile ruhunu asıl yerine uğurlar. Ah orta yaşlı kalbim! Yaşamak gerçekten umrunda mı? 

Bilge Çipe

İZDİHAM