27 Kasım 2018

Bernardo Bertolucci Hayatını Kaybetti

ile izdiham

Dünyaca ünlü İtalyan yönetmen Bernardo Bertolucci 77 yaşında hayatını kaybetti. Paris’te Son Tango, Çalınmış Güzellik, Konformist, Düşler, Tutkular ve Suçlar ve daha pek çok filmi yöneten Bertolucci yapımcı, senarist ve belgeselci olarak da tanınıyordu. Beykent Üniversitesi’nden Kamer İncedursun İtalyan sinemasının “son büyük maestrosu” Bernardo Bertolucci’yi yazdı.

Esasında sanatın -İnsanlık tarihinin başından beri- insanın karşısında hep var olagelen ölüm ve kıtlık yani bir bakıma yaşamsal gerçeklik yazgısına karşı bir meydan okuma faaliyeti olduğuna dair pek de yabana atılamayacak bir yorum mevcuttur. Ancak elbette ilkeller yaptıklarının sanat olduğunun farkında değillerdi.

Söz gelimi mağara duvarına çizilen av sahnesinin nedeni daha çok gündelik yaşamlarını belirleyen kozmolojik içsel bağların bir gereği olduğuna dair olan inançlarından kaynaklıydı. Duvara çizilen figürler ve sahnelemeler tanrıların geyik avı için izin vermesini sağlayan bir büyü ritüeli; yani geyiğin aleyhinde tezgâhlanan tanrı ve insan arasındaki gizlilik sözleşmesiydi.

Kozmolojiye göre tanrılara verilen daima tanrılar tarafından çoğuyla iade edilirdi. Çünkü insan ve tanrı arasındaki karşılıklı yükümlülük düzeni kozmolojinin sacayağıydı. İnanç olgusu bu anlamda belki de tarihin başından beri yaşamın ve doğanın nesnel gerçekliği karşısında ezilen âdemoğlu için yine âdemoğlu tarafından yaratılmış bir kaçış perspektifiydi. Çünkü örneğin kabilenin yetenekli avcılarından çok daha hassas duyulara ve üstün hıza sahip olan bir geyik yakalamak için yapılan “Büyü”, kabile üyelerine göre ellerindeki en etkili silahtı. Ayrıca en nihayetinde Tanrıların ve Ataların onayından geçmiş olan bir av başarılı bir şekilde sonuçlanmak zorundaydı! Anlaşılan o ki “büyü” gerçekliğin acımasızlığı karşısında yaşamın devamını sağlıyordu!

Sinemanın da modern toplumlar için anlamı büyünün ilkel toplumlardaki anlamından çok da farklı değildi. İlk ortaya çıktığı zamanlardan (1895) itibaren vahşi kapitalist endüstri çarklarının arasında günde 15-16 saat boyunca preslenen işçi sınıfına birkaç cent’lik bir kaçış perspektifi sunuyor ve bu ucuz, lümpen filmlerle işçiler yaşamın çölleşmiş gerçekliğine karşı hayallerle büyüleniyorlardı.

Sinemayı modern bir mitoloji olarak tanımlayan Ömer Tecimer: “Günümüzde sinema salonlarında film izleme deneyimi, kabile ateşinin etrafında toplanarak anlatıcıyı dinleme ritüelinin yerini almıştır. (…) Sinema salonları, insanların mitolojik öyküleri, masalları, çeşitli klasik anlatıları öğrendikleri modern çağ tapınakları haline gelmiştir. Kültürel mirası mitoslar biçiminde aktarmak artık Şaman’ın ya da kabile ihtiyarlarının görevi değildir.

Film yönetmenleri yeni mitos yaratıcıları ve öykü anlatıcıları olmuşlardır” (Tecimer, 2005: 12) demektedir. Dolayısıyla buradan hareketle sinemayı bir büyüleme ve baştan çıkarma aracı olarak görebiliriz. Sinema tarihinin büyük yönetmenleri de (Orson Welles, Bresson, Fellini, Godard, Bergman, Antonioni, Ozu, Murnau, Passolini, Bertolucci vd.) gerçekliği olduğu gibi yansıtmak yerine yansımanın gerçekliğini gösterme yoluna giderek imgenin kendisine yönelik yeni bir yaklaşımda bulunmuşlardır.

Bu yaklaşım aynı zamanda gerçekliği kurgulayan ve dolaşıma sokan sistemden ya da Marc Ferro’nin dediği gibi “toplum üzerine söz söyleme sermayesini elinde tutan otoritelerden”(Ferro, 2017: 14) kendini özerk kılmaya çalışmıştır. Yukarıda bahsi geçen yönetmenlerin arayışlarıyla birlikte izleyiciler de entertaiment sinemasının alışılagelmiş olan imajları ve hikâye kalıplarından yani büyüleme metotlarından farklı olarak karşı-imge ve karşı-büyüleme metotlarına şahit olmuşlardır. Jaqcues Ranciere’in kavramıyla söyleyecek olursak seyirci özgürleşmiştir.

Avrupa Auteur Sinemasının dâhilerinden olan Bernardo Bertolucci geride bıraktığı müthiş büyüleyici filmlerle bu dünyadan ayrıldı… Sinemayla geçen yaşamı boyunca 20 civarında film çekti. 7. Sanat olarak sayılan sinemayı kendi filmlerinde diğer sanat dallarından da (özellikle resim sanatı tarihinden) fazlasıyla yararlanarak daha da geliştirdi. Aynı zamanda sinemasında politik görüşünü de kuvvetli bir şekilde vermeyi ihmal etmedi.

Romantik-Freudyen diyebileceğimiz sinemasında karakterleri daima travmalarıyla birlikte var oldu ve nevrozları ile birlikte yaşamayı öğrendiler. Özellikle yaklaşık 5 saatlik muazzam bir başyapıt olan “1900” filminde rafine bir sinemasal anlatım diline ulaştı. Dostoyevski ve Jean Luc Godard’ın yoğun etkisi altında “Partner” filmini çekti. Bu filmde toplumsal norm ve kurallara ayak uydurma/ uydurmama ikilemi arasında kalmış olan bir delikanlının çelişkilerini anlattı. Conformist (1970) filminde 1938-1943 yılları arasında İtalya’da faşizm gemiyi azıya almışken yaşananları genç bir karakter üzerinden ve faşizmin iktidara gelmesindeki toplum-bilimsel nedenleri irdeler. Bireyselliğin tasfiye edildiği ve sorgusuz sualsiz gündelik çıkarlar adına tek bir öndere boyun eğildiği bu süreçte konformist Marcello karakteri de bu akıma katılarak muhalif olan eski bir hocasını öldürmek amacıyla gizli servise katılır.

Marcello karakterinin Freudyen bir çözümlemesini de sunan yönetmen onun zayıf ve iradesiz kişiliğinin kökeninde aslında küçükken yaşadığı bir cinsel istismarın etkisi olduğunu gösterir. Bertolucci en sert eleştiriyi filmin sonunda Marcello karakterinin üzerinden -Mussolini’nin devrilmesinden sonra yaşadığı dönüşümle ilişkilendirerek- kitlelere yani Avrupa’da faşizmin yönetime gelmesine gündelik çıkarları uğruna göz yuman sıradan vatandaşlara yöneltir.

68 kuşağı ve dönemin Paris’ine saygı duruşu niteliğinde olan The Dreamers (2003) filminde ise üç karakterin birbirlerini ve cinselliklerini dönemin politik atmosferi eşliğinde yine Freudyen olarak keşfettikleri hikâyeyle karşımıza çıkıyor Bertolucci. Filmde yerleşik ahlaka, anne-baba-evlat rollerine, aile kurumuna yönelik sert bir tutum alan devrimci gençliğin kendi içlerinde yaşadıkları hezeyanlar, travmalar ve isyanı ele alan yönetmen; kurallardan ve sorumluluklardan uzak hoş sohbetlerin ve sınırların aşıldığı zevklerin deneyimlenmesini anlatıyor.

Aynı zamanda filmin geçtiği tarihsel dönemin baskıcı ve tutucu aktörü De Gaulle yönetiminin esasında başına buyruk Fransız gençliği üzerinden hiçbir etkisi olmadığı sonucunu da bizlere gösteriyor.

Sonuç olarak Bertolucci, sinemasında ahlak ve kültür kalıpları üzerinden şekillenen bu kurmaca yaşamın bizzat kendisini sorgulamış ve üzerine gitmiştir. İnsan doğasının bu kurallar ve baskı araçları arasındaki çelişkiler zincirine nasıl tepkiler verdiği ve geçmişin travmalarının insanı ileride nasıl etkileyebildiğini gözler önüne sermiştir. Ayrıca son tahlilde yaşamın gerçekliğinin ağırlığı karşısında bireylerin kendilerine nasıl bir kaçış perspektifi ve büyülenme yolu bulduklarını anlatmıştır.

Son olarak Bernardo Bertolucci hayatını adadığı sinemaya dair en etkili ve iz bırakan düşüncesini 1988 yılında “Son İmparator” filmiyle tam dokuz dalda Oscar ödülü kazandığında sahnedeki şu konuşmasıyla hafızalara kazımıştı: “Belki ben bir idealistim, ancak ben halen sinemanın hep beraber hayal kurmak için gittiğimiz bir katedral olduğunu düşünüyorum…”

Kamer İncedursun, Habertürk

İZDİHAM