11 Şubat 2017

Berat Karataş, Oscar’ın İki Güçlü Adayı: La La Land ve Arrival

ile izdiham

Akademi Ödülleri (Oscar), bugün, ne kadar inkâr etsek de dünya sinemasının en itibarlı, en çok takip edilen ödül töreni. Burada ödül almaya hak kazanmış filmlerin gişe başarısı ister istemez artar, bu filmlerin yönetmeni ve oyuncuları gözleri üzerine çeker. Her sene birtakım “trend” olaylara sahne olan tören, bu sene de, daha önce üç kez Oscar kazanan Meryl Streep’in yirminci kez adaylığı ile Oscar’a en çok aday gösterilen kadın oyuncu olmasıyla ve on dört dalda aday olarak bir rekora ortak olan La La Land ile gündemde.

La La Land, müzikal türünün, teknik olarak birçok özelliğini içeriyor. Bol şarkılı, bol danslı; dramıyla ve romantizmiyle izleyiciyi “etkiliyor”. Filmi böyle takdim etmek yerinde: etkileyici. Seyirciyi bir an olsun elinden kaçırmak istemeyen, onu masalsı dünyasına hapseden bir yapım La La Land.

Klasik caz meraklısı Sebastian ile oyuncu olma tutkusuyla yanan Mia’nın aşkını ve hayata tutunma çabalarını anlatıyor film. İki karakterin de ortak özelliği kaybetmeleri. Kazandıkları an, yine kaybetmeleri.

Filmin uzun, açılış sekansı, size filmin türüne dair ilk ipucunu veriyor zaten. Kalabalık oyuncularla ve geniş bir mekânda çekilen dans sahnesi takdir edilesi. O kadar uzun sekansı kalabalık bir ekiple çekmek hayli zordur.

Filmin bir diğer başarısı gerçek hayattan kopmamaya çalışması. Bir müzikal ne kadar gerçek olabilir? Karakterler şarkı söyleyip dans ederken Iphone zil sesi duyarlar ve müzik kesilir. Gerçekliği, modern hayatı böyle ayrıntılarla yakalamaya çalışmış yönetmen Damien Chazelle. Ayrıca Sebastian’ın hiç istemese de, yeni nesil caz yapan bir grupla sahne alıp hayran kitlesine ve paraya kavuşmasını günümüz piyasasına da dokundurarak işlemiş.

Chazelle’i geçtiğimiz yıllarda çektiği ve adından söz ettiren Whiplash filmiyle hatırlıyoruz. Orada da yine benzer bir öğeyi, “caz”ı işlemişti. Fakat daha acımasız, daha sert bir biçimde. La La Land’de ise tam aksi bir uysallıkla filmi bütünlüğe kavuşturmuş. Güzel kadrajlar, yaratıcı mekân seçimi ve (belki filmin en başarılı noktası) ışık oyunları ile izleyiciyi yakalamış.

Oyuncuların performansları da etkileyici. Özellikle Sebastian rolünde Ryan Gosling’i çok beğendim. Piyanosunun başında otururken de, dans ederken de inandırıcı bir karakterle karşılaşıyoruz. Mia rolündeki Emma Stone da üstüne düşeni yapmış.

Filme dair olumsuz kelam edecek olursak, karakterlerin derinlemesine düşünülüp yazıldığını hissetmedim. Sığ kalan karakterler dans, müzik ve hikâyeyle akıp gitmiş. Bu tarz, karakterlere odaklanan filmlerde daha çok arkaplanı doldurulmuş kişiler görmek seyirciyi tatmin eder.

Benim gibi müzikal filmlerle yıldızı pek uyuşmayanların, “bu film nasıl on dört dalda aday olur?” diye düşündüğünü biliyorum. Bana kalırsa adaylık sayısı biraz şişirilmiş. Bu kıyaslamayı on dört dalda aday olup on bir Oscar alan Titanik ve on bir dalda aday olup tüm heykelcikleri toplayan Yüzüklerin Efendisi, Kralın Dönüşü filmine bakarak yapıyorum. Bahsettiğim iki film de hak ettiklerini kazanmışlardı bence. Bu sene, La La Land on iki dalda ödül alıp bu güzelim iki filmi geçerse gerçekten çok üzülürüm.

La La Land, güzel müzikleri ve tatlı dansları ile izleyiciyi sürükleyen bir film. Yazımıza mevzu bahis olacak diğer Film Arrival ise tam aksi; geren, sarsan bir yapım.

Bilim-kurgu, gerilim ve dram öğelerini barındıran film, bir gün, dünyanın on iki farklı bölgesine inen uzay mekiklerinin ne amaçla buraya indiklerini sorgulayan, uzaylıların dost mu düşman mı olduğunu merak eden bir yapım. Dilbilimci Dr. Louise Banks ve ekibi Amerika’ya inen uzaylılarla iletişim kurmaya çalışacaktır.

Film bir nevi sürpriz sonlu olduğu için çok fazla detaya girmek istemiyorum. Bana kalırsa Arrival’in en büyük başarısı, yarattığı gergin atmosfer. Özellikle uzaylılarla Dr. Banks’in ilk iletişim kuracağı sahnede hayli gerildim. Bu noktada okuyucu yanlış anlamasın, korku ögesi barındırmıyor film. Müziği, oyuncu performansları, kamera açıları, sesi ve sessizliği ile izleyiciyi geriyor. Karşımıza ne çeşit bir canlının çıkacağını bilmiyoruz, biz de Dr. Banks kadar meraklı ve şüpheliyiz. Bunun yanı sıra, içerisinde bir aile dramı da barındıran film özellikle sonlarına doğru bazı klişelerden kaçamamış. Özellikle Çin ve Rusya’nın düşmanca politikalar izlemesi ve Amerika’nın daha aklı başında ve diyaloğa önem vermesi; ardından dünyayı yine (!) Amerikalıların kurtarması filme dair en zayıf noktalar.

Klasik uzay filmlerinden farklı olarak uzaylılarla iletişime geçme biçimi (sürprizi bozmamak adına susuyorum) çok özgün ve filmi yukarı taşıyan bir unsur olmuş.

Ted Chiang’in kısa bir hikâyesinden uyarlanan filmin yönetmeni Denis Villeneuve. Başrollerde Amy Adams, Jeremy Renner ve Forest Whitaker bulunuyor.

Sekiz dalda Oscar’a aday olan Arrival, izleyiciyi La La Land’den farklı olarak kalbinden değil zihninden vuruyor. İki filmin de ortak adaylıkları var, bakalım hangi yapım üstünlük sağlayacak.

 

 

 

Berat Karataş

İZDİHAM