18 Haziran 2018

Berat Karataş, Ahlat Ağacı, Karıncalar ve Kuyu

ile izdiham

Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi Ahlat Ağacı’nı vizyona girdikten sonraki gün, dokuz kişilik bir ekiple izledik. Filmden çıkınca herkeste bir durgunluk, aklında sormak istediği sorular, kalbinde boşluklar vardı. Birkaç gün sonra filmi konuşmak üzere ayrıldık.

Filmi izlememin üzerinden on beş gün geçti ve bir şeyleri yazacak zihin dinginliğine yeni eriştiğimi düşünüyorum.

Bu yazıda çok fazla hikâyenin sürprizini kaçırmadan kafalarda sorular bırakan noktalara, kısaca Nuri Bilge Ceylan’ın sinemasına ve filmin atmosferine değineceğim.

Orta sınıf bir ailenin çatışmasını içeren film toplumsal sorunlar bağlamındaki çarpıklıklara uğrayıp sonunda bir baba-oğul hikâyesine varıyor.

Çanakkale’de eğitim fakültesinden mezun olan Sinan (Doğu Demirkol) okul bittikten sonra memleketi Çan’a döner. Okuyan, yazan, kafa yoran, farklı düşünen, bu nedenle de çevresi tarafından “garip” görünen bir gençtir. Sinan’ın babası da at yarışı bağımlısı bir ilkokul öğretmenidir.

İlk olarak hikâyeden bahsedecek olursak; Baba-oğul çatışması ve Sinan’ın yazdığı kitabı yayımlatma çabasını merkeze alıyor film. Epizot epizot ilerliyor. Sinan’ın Köylerindeki güzel kız Hatice (Hazar Ergüçlü) ile yarı rüya yarı gerçek sohbetleri, evde annesi ile olan ilişkisi; anne-baba kavramı, evlilik ve yaşam üzerine muhabbetleri, kitabını bastırmak için sponsor arayışı içindeyken belediye başkanı ve bir tüccar ile girdiği toplumsal, siyasi ve ekonomik hususları ironik bir şekilde gözler önüne süren diyalogları, polis arkadaşı ile gençlik, ideoloji ve işsizlik üzerine yaptığı telefon görüşmesi, KPSS için merkeze giderken babasının bütün acizliğini gözler önüne süren sahneler, çaycıdaki milli piyangocu ile yoksulluk konusunu tartışması, Yazar Süleyman (Serkan Keskin) ile edebiyat, yazarlık ve taşralılık meselesi hakkındaki mülahazaları, köydeki imamlar ile İslamiyet, din ve iman konusundaki uzun konuşmaları gibi bölümler filmin uğradığı dertlerden bazıları. Her bölüm kendi içinde hikâyesini barındırıyor fakat bölümler arası bir kopukluktan söz edemiyoruz. Kurgusal manada bir aksaklıktan söz etmek mümkün değil.

Nuri Bilge Ceylan’ın her filmde yeni arayışlar içinde olması beni bir sinema meraklısı olarak heyecanlandırıyor. Son üç filmde yaptığı senaryo ile ilgili değişiklikler onun sinemasını bambaşka bir noktaya taşıdı. Diyalogların ve karakterlerin çoğalması, toplumsal konulara daha fazla ve eğilmesi ilk filmlerinden hayli farklılaştı. Özellikle; tanınması, ödüller kazanması ve eskisine nazaran daha rahat destek ve sponsor bulması hasebiyle prodüksiyon olarak son derece kaliteli yapımlar olduğundan söz edebiliriz. Bunun yanı sıra Ahlat Ağacı’nda ilk defa gördüğümüz kamera hareketleri, farklı kesmeler, slowmotion çekimler, rüya-gerçek arası gezinen anlar Ceylan sinemasında daha önce pek tanık olmadığımız şeylerdi.

Türk sinemasında belki de tartışmasız olarak en iyi sinematografiye sahip olan Nuri Bilge Ceylan fotoğrafçılık geçmişi nedeniyle filmdeki neredeyse bütün karelerde bir görsel şölen hazırlamış. Hiçbiri rastgele kurulmuş planlar değil. Hepsinin üzerinde uzun uzun düşünülmüş, ince ayarlar yapılmış ve fotoğraf karesi güzelliğinde görseller sunulmuş.

Filmden çıkınca her şey kafanızda oturamayabiliyor. Aslında belki de sinemanın veya sanatın güzel yanlarından biri de bu. Üç saatlik bir yolculuğun sonunda salondan çıkan izleyici sarsılıyor ve izlediği şey hakkında düşünme ihtiyacı hissediyor. Bu olası ve güzel bir durum. Çünkü bir sanat eserinden, herkesin, üzerinde uzlaşmaya varamaması, aynı anlamları çıkaramaması gayet doğaldır.

On beş günün ardından bugün tekrar filmi düşününce sahnelerin hepsi neredeyse dakikası dakikasına aklımda. Özellikle görselleriyle. Buradan hareketle Nuri Bilge Ceylan sinemasında görselin, sinematografinin ve imajın önemini kavrayabiliriz.

Bir Zamanlar Anadolu’da filmiyle başlayan ama özellikle Kış Uykusu ile kendini hissettiren diyalogları güçlendirme; uzun, kitabi konuşmalar Ahlat Ağacı’nda da kendini hissettiriyor. Özellikle Sinan karakterinin konuşmalarının birçoğu bu minvalde seyrediyor. Burada ortaya çıkan handikap şu; Kış Uykusu’nda bu uzun ve teatral diyaloglar Haluk Bilginer gibi bir ustanın (ayrıca karaktere de oldukça uygundu) ağzında hiç de yabancı, yalnız ve ürkek durmuyordu. Şimdi bu filmde, oyunculuğu ile birçok izleyiciyi olumlu anlamda şaşırtan Doğu Demirkol’un replikleri oyuncunun ağzında çoğu zaman eğreti durmuş. Bunu söylememizin nedeni filmi ana dilinde izliyor oluşumuz elbette. Diğer oyuncuların aksine daha yapay bir şekilde duruyor laflar Doğu Demirkol’un ağzında. Bunun Doğu Demirkol’un bir kusuru olduğunu düşünmüyorum. Hatta birçok noktada diyaloglarını doğallaştırmak için çabasını biz izleyiciler olarak fark ediyoruz fakat bu denli uzun ve kitabi sözler normal bir hikâyenin içinde elbette biraz farklı duruyor. Bu durum filmi altyazı ile izleyen izleyiciler için kanaatimce hiçbir sorun teşkil etmeyecektir. Çünkü diyalogları gücü ve sözlerin başarısı elbette takdire şayan.

Filmde kafalarda soru işareti bırakan bir nokta karınca meselesi. Karınca genelde çalışkanlık, hedeflediği yola baş koyma gibi anlamlara gelir tarihte, mitoloji ve hikâye geleneğinde. Ama bunun yanı sıra karıncanın (Salvador Dali ile Luis Bunuel’in ortak çalışması olan) Bir Endülüs Köpeği filminde de olduğu gibi ölüm ve çürümeyle de ilişkilendirildiğini görüyoruz. Ayrıca yere düşen bir yemekte veya ölmüş bir hayvan bedeni üzerinde hemen biriken karıncaları da hepimiz biliriz. Bu noktalardan bakınca, benim kanaatimce,  filmdeki karınca meselesi, İdris’in çürümesine, daha doğmuşken kaderinin bambaşka çizildiğine, ruhen ölmesine yorulabilir.  Bir diğer husus da filmin son sahnesindeki kuyu meselesi. Filmi izleyeceklere “spoiler” vermeden diyebiliriz ki, Sinan’ın babasını artık kabullenişi, ondan nefretinin bir nebze azalması ve kendini babasının yerine koyması; babasını sevmeyen Sinan’ın intiharı olarak algılanabilir bu sahne. Ve daha sonra babasının yıllarca uğraştığı, baş koyduğu yola kendisinin devam etmeye çalışması gibi sonuçlara varılabilir. Bir nevi babası gibi oluyor. Zaten filmin ortalarında dedesi, babası ve kendinin benzerliğinden bahsediyordu Sinan. Her kız çocuğunun annesine, her erkek çocuğunun babasına benzemesi belki kader belki de kaide.

Filmle ilgili değinmemiz başka bir nokta ise İdris karakteri ve ona can veren Murat Cemcir. Filmin en başarılı şekilde yazılmış karakteri olduğunu düşünüyorum. Bir ilkokul öğretmeninin yapacağı türden şakaları, naifliği, suçluluğu, psikolojisi ve konuşmaları. Acizliğini her an hissettiğimiz çok başarılı bir şekilde çizilmiş karakter. Murat Cemcir filmin başlarında Doğu Demirkol’un babasını oynayacak kadar yaşlı görünmemişti gözüme fakat ilerleyen süreçte saçının ve sakalının uzaması ve tavırları ile baba olduğuna ikna etti bizleri.

Üç saat on dakika süren film izleyiciyi fiziken yormuyor, sinema salonunun rahat koltuklarında sizleri bekliyor.

Berat Karataş

İZDİHAM