25 Aralık 2019

Bellek, Canı Nereye İsterse Oraya Oturan Bir Köpek Gibidir

ile izdiham

Belleğimizin kendi iradesi vardır. “Bunu hiç unutmamalıyım, bu ânı aklımdan çıkarmamalıyım, bu bakışı, bu duyguyu, bu dokunuşu asla unutamam,” deriz, ama birkaç ay, hatta birkaç gün geçtikten sonra bu anıyı hatırlayacağımızı ümit ettiğimiz renkte, kokuda veya tadda hatırlayamadığımızı görürüz. Cees Nooteboom Rituals’da (Ritüeller) “Bellek, canı nereye isterse oraya oturan bir köpek gibidir,” der.

Belleğimiz bir şeyi muhafaza etmeme emrimizi de kaale almaz: Keşke bunu görmeseydim, yaşamasaydım, duymasaydım; bunu tamamen unutabilsem, deriz. Ama hepsi boşunadır; unutmak istediğimiz şey gece, uykumuz kaçtığında kendiliğinden, davetsiz bir şekilde çıkıverir tekrar karşımıza. Bellek o zaman da bir köpek gibidir; az önce attığımız şeyi kuyruğunu sallaya sallaya bize geri getirir.

Psikologlar, belleğimizin kişisel deneyimlerimizi depoladığımız bölümünü 1980’li yıllardan beri “otobiyografik bellek” adıyla anıyorlar. Burası hayatımızın vakayınamesidir, birileri bize hatırladığımız en eski anılarımızı, çocukken yaşadığımız evin neye benzediğini veya en son okuduğumuz kitabı sorduğunda başvurduğumuz uzun dönemli bir kayıttır. Otobiyografik bellek aynı anda hem hatırlar hem de unutur. Hayatınızla ilgili notları, unutmayı tercih edeceğiniz şeyleri titizlikle kaydeden ve kendinizi en iyi hissettiğiniz saatlerde harıl harıl çalışıyormuş gibi görünüp de hiçbir şey yapmayan, laf dinlemez bir şirket sekreteri tutuyor gibidir.

Otobiyografik bellek kendine özgü birtakım gizemli yasalara uyar. Otobiyografik belleğimizde neden üç veya dört yaşlarımızdan önceki dönemlere ait hiçbir şey yoktur? Neden acı verici olaylar mürekkepli kalemle yazılmışçasına silinmez şekilde kaydedilir? Gurur kırıcı olaylar neden aradan yıllar geçse de sabıka kayıtlarındakine benzer bir kesinlikle hatırlanır? Bu tür olaylar neden daima kederli anlarda ve keder verici olaylar esnasında hatırlanır? Depresyon ve uykusuzluk (insomni) otobiyografik belleğimizi bir ıstırap hikâyesine dönüştürür: Huzur bozucu her anı, baskıcı bir çapraz referans ağı yardımıyla diğer huzur bozucu anılarla bağlantı kurar. Zaman zaman belleğimiz bizi gafil avlar. Bir koku, kırk yıldır düşünmediğimiz bir şeyi hatırlatır bize aniden. En son yedi yaşındayken gördüğümüz bir sokak tanınmayacak kadar küçülmüş gelir bize. Yaşlıyken çocukluk anılarını kırk yaşımızdakinden daha net hatırlarız, ama bu hatırladıklarımız daha ziyade alelade, harcıâlem şeylerdir. Prenses Diana’nın öldüğünü duyduğunuzda nerede olduğunuzu neden hâlâ hatırladığınızı, dejavunun nasıl meydana geldiğini ve yaşlandıkça hayatın insana neden çabuk geçiyormuş gibi geldiğini merak ettiğiniz zamanlar da oluyordur.

Psikologların “otobiyografik bellek” gibi bir şeyi daha düne kadar tanımlamamış olmaları tuhaf gelebilir. Bunun nedeni “bellek” sözcüğünün halk dilinde zaten hem kişisel deneyimlerinizi depolama yeteneği hem de bunları daha sonra hatırlama yeteneği anlamında kullanılmasıdır. Belleğinizde “kişisel deneyimler”iniz olmayacak da hangi deneyimler olacak? Bu soru bir yanlış anlamanın ürünüdür. Ders kitabı olarak yazılmış her psikoloji kitabında çok sayıda bellek türü arasında ayrım yapılır. Bazı bellek biçimleri (kısa ve uzun süreli bellek gibi) anı depolama süreleriyle ilgilidir; bazıları ilişkide oldukları duyulara (işitsel veya ikonik bellek gibi), bazıları ise depolanan bilgiye (semantik, motor veya görsel bellek gibi) işaret eder. Bütün bu bellek türlerinin kendilerine özgü yasaları ve özellikleri vardır; bir sözcüğün anlamını araba kullanırkenki ayak hareketlerinizi hatırladığınızdan, Pitagoras’ın teoremini okula ilk başladığınız günü hatırladığınızdan farklı biçimde hatırlarsınız. Üzerinde biraz daha düşününce, farklı bellek biçimleri arasında kişisel deneyim anılarının depolanmasını ifade eden yeni bir teknik terimin ancak 1980’lerin başlarında ortaya atılmış olması çok da tuhaf gelmiyor insana. Burada asıl sorulması gereken soru, otobiyografik bellekle ilgili araştırmaların neden bu tarihlerde başlamış olduğudur. Neden bu kadar geç başlamıştır?

Londra ve Berlin’de

Bu araştırmalar bir asır önce de başlayabilirdi pekâlâ. Bugün otobiyografik bellek diye adlandırılan bellekle ilgili ilk deneyler yaklaşık 1879 yılında İngiliz biliminsanı Francis Galton (1822-1911) tarafından yapılmıştır. Kendi çağrışımları üzerinde incelemeler yapan Galton, Pall Mall’de çıktığı bir gezinti esnasında dikkatini gördüğü nesnelere yoğunlaştırmış ve bu nesnelerin kafasında oluşturduğu çağrışımları not etmiş. Çağrışımlarının çeşitliliği ve bunların uzun zamandır aklına gelmeyen şeyleri hatırlatması karşısında şaşırmış. Kendi zihninin işleyişini incelerken, zihnini “işleyişine müdahale etmeden kesintisiz bir biçimde gözlemenin zorlukları”yla karşı karşıya kalmış. Galton bu sorunu şöyle çözmüş: Zihnini bir süre serbest bırakmış, zihninden birtakım fikirler geçene kadar sakince beklemiş. Sonra ansızın dikkatini bu fikirlere yöneltmiş, “onları inceleyip oldukları haliyle” kaydetmiş – tıpkı ani bir tutuklama operasyonu gibi. Bu gezintiden sonra Galton, deneyini daha sistemli bir şekilde tekrarlamak istemiş. “Araba”, “sokak”, “öğle” gibi gelişigüzel yetmiş beş sözcükten oluşan bir liste hazırlamış ve bunları kâğıt parçaları üzerine yazmış. Sonra bu kâğıtlardan birini bir kitabın altına, bir sonraki sözcüğü ancak öne eğilerek okuyabileceği şekilde yerleştirmiş. Galton’ın bu deneyinin sabit bir prosedürü vardı. Öne eğiliyor, sözcüğü okuyor, küçük bir “kronograf”a, yani duraklı saate basıp çalıştırıyor, zihninde birkaç çağrışım oluşmasını bekliyor ve saati durduruyordu. Sonra çağrışımlarıyla ilgili notlar yazıyor ve bu çağrışımların oluşma sürelerini kaydediyordu. Galton bu deneyi “Kısa bir süre sonra bütün bunları son derece yöntemli ve otomatik biçimde yapmaya başladım,” diye açıklar. “Sözcüğe bakmadan önce zihnimin tamamen sakin ve tarafsız, ama aynı zamanda pür dikkat ve tetikte olmasını sağlıyordum.” Galton’ın bu deneylerden hoşlandığı sanılmasın; aksine, bunları usandırıcı ve yorucu buluyormuş. Zira bir sonraki sözcüğe geçmek için üzerinde çalıştığı sözcüğün aklına getirdiği bütün çağrışımları toplaması gerekiyordu. Galton, listenin üzerinden ayrı zamanlarda, yaklaşık bir aylık aralıklarla ve farklı koşullar altında dört sefer geçmiş. Sonunda toplam 660 saniyede 505 çağrışım elde etmiş. Bu da bir dakikada ortalama 50 çağrışım demekti. Galton’a göre, hülyalar esnasında beliren çağrışımlarla karşılaştırıldığında bu “son derece düşük” bir sayıydı. Farklı çağrışımların sayısı ortaya çıkan ilk 505 çağrışımdan çok daha düşüktü: yalnızca 289. Bu Galton’ı şaşırtmış ve Pall Mall’deki gezinti sırasında gerçekleştirdiği ilk deneyinde dikkatini çeken çağrışım çeşitliliğine duyduğu hayranlığı şüphesiz azaltmıştı. Çağrışımları, sahnenin önünden geçtikten sonra sahne arkasından dolanıp tekrar sahne önünden geçerek bitimsiz bir resmi geçit oluşturan oyuncular gibiydi. Bütün bu tekrarlar “zihin yollarımızın çok derin izler açtığını” kanıtlıyordu.

Galton’ın bu deneylerden keşfettiği bir başka şey de çağrışımlarının çoğunun (en az yüzde 39’u) gençlik dönemlerine uzandığıydı. Birçok sözcük çocukken, tanıdığı bir kimyagerin laboratuvarında birkaç gün boyunca dolaşmasına izin verildiği günleri hatırlatmıştı ona. Yakın dönemli olaylar çok daha az çağrışım yaratmıştı (yalnızca yüzde 15 oranında). Bunun dışında, tekrarlara neden olan çağrışımların hepsi “eski” çağrışımlardı: Gençlik dönemine ait çağrışımların dörtte biri dört kez hatırlanmıştı, yani üç kez tekrarlanmıştı. Eğitim ve öğretimin yetişkinlik dönemindeki olaylarla ilgili çağrışımlar üzerinde belirgin bir etkisi vardı. Dünyanın birçok yerinde bulunmuş, hatta bu yüzden kâşif adını almış olmasına rağmen Galton çağrışımlarının tamamen İngiltere’yle sınırlı kaldığını görerek şaşırmıştı. Hatta listedeki çağrışımları inceleyince bunların, içinde doğup büyüdüğü toplumsal arkaplanın özelliklerini taşıdığını da fark etmişti.

Deneyleri bittikten sonra Galton sonuçtan memnun kalmıştı. Uçucu çağrışımların kayıt altına alınıp istatiksel analize tabi tutulabileceklerini, tasnif edilip tarihlenebileceklerini ve sınıflandırılabileceklerini göstermişti. Zihninin “muğlak derinlikleri”ne girmişti. Orada gördükleri her zaman net ifade edilecek şeyler değildi. Çağrışımlar, diye yazar Galton, “insanın düşüncelerinin temellerini görülmemiş bir açıklıkla ortaya serer, zihin anatomisini dünyada açıklayamayacağı bir canlılık ve doğrulukla teşhir eder.” Yaptığı deneyler Galton’ın üzerinde “Evimizin bodrumunda genel bir tesisat tadilatı yapıldığı sırada, evde rahatlığımızı sağlayan ama genellikle gözümüzün önünde olmayan lağım, gaz ve su boruları, baca delikleri, kablolar vs.’den oluşan karmaşık sistemi ilk defa fark ettiğimizde edindiğimize benzer” bir izlenim yaratmıştır.

Yaptığı bu araştırmayla Francis Galton, gelecek vaat eden bir otobiyografik bellek psikolojisinin kurucusu olabilirdi pekâlâ. O “hatıra efekti”ni kanıtlayan ilk kişiydi; yani, altmış yaşına yaklaştıkça (Galton o sırada elli yedi yaşındaydı) çağrışımlarımızın gençlik dönemlerimize eğilimli olması durumunu. Galton, zihnin daha önce sistemli araştırmalara açılmamış olan bölümlerine ulaşmayı sağlayan bir yöntem geliştiren ilk kişiydi aynı zamanda. Ama deneylerinin devamı gelmedi. Bunun nedeni, aynı dönemlerde, yaklaşık 1879’da başka birinin daha yine sözcük listeleri ve bir duraklı saatle bellek deneyleri yapıyor oluşuydu. Bu adam bir Almandı.

Hermann Ebbinghaus (1850-1909) felsefeciydi. İngiltere ve Fransa’da özel öğretmenlik yaptıktan sonra Prusya sarayında Prens Waldemar’a ders vermek üzere Berlin’e çağrıldı. Dersler Prens Waldemar’ın 1879’da difteriden ölmesiyle birlikte aniden kesildi. Ebbinghaus bunun üzerine şansını özel üniversitede felsefe hocalığında denemeye karar verdi. Henüz Prusya sarayındayken başladığı deneylere dayanan bir tez yayımladı. Galton gibi (ama ondan bağımsız olarak) o da kendi belleğinin işleyişini incelemişti.

Ebbinghaus ipuçlarını kendi tasarlamıştı. İki sessiz harfin arasına bir sesli harf yerleştirmek suretiyle “nol”, “bif”, “par” gibi 2300 hece elde etmişti. Sonra bu heceleri (bazıları anlamlı olsa da bunlar genellikle “anlamsız heceler” olarak adlandırılır) kartların üzerine yazmıştı. Ebbinghaus ortalama bir deneyi şu şekilde gerçekleştiriyordu: Günün belli bir zamanında saatini masaya koyuyor, kartların hepsini alıyor, içlerinden rasgele birkaç tane seçiyor ve bunları bir deftere yazıyordu. Sonra, her on boncuğundan biri siyah olan ahşap taneli bir tespihi bir kez çekiyordu. Ardından hece dizisini kendi kendine hızlı bir şekilde (saniyede iki veya üç hece) tekrar tekrar okuyordu, ta ki dizideki bütün heceleri ezberleyene kadar. Daha sonra, yirmi dakikadan altı güne, hatta bir aya kadar değişen bir zaman aralığından sonra aynı testi aynı hecelerle tekrar ediyordu. Hece dizisini tekrar ezberlemek için gereken tekrar sayısını, ilk ezberlerken gereken tekrar sayısından çıkardıktan sonra Ebbinghaus “kalan” adını verdiği bir gösterge elde etmişti: Yeniden ezberlemek ilk ezber için gerekenden daha az tekrar gerektiriyordu, ama tekrarın ne kadar az olacağı ezberleme ile yeniden ezberleme arasındaki süreye bağlı olarak değişmekteydi.

Bu yöntemle Ebbinghaus belleğin nicelleştirilmesini sağlamanın dolaylı bir yolunu bulmuştu. Unuttuğunuz şeyi doğrudan ölçemezdiniz, ama unuttuğunuz şeyi tekrar öğrenmek için gereken tekrar sayısını belirleyebilirdiniz. Ebbinghaus, insanın öğrendiği bir şeyi unutma hızının araya giren zamanla doğru orantılı olduğu şeklindeki keşfini, ilk yirmi dakika boyunca hızla düşen, bir saat sonra hafifçe tümsekleşen ve bir gün sonra düzleşen bir eğriyle (onun o meşhur “unutma eğrisi”yle) ifade eder. Ebbinghaus’un keşfettiği bir başka şey de, öğrenmek için gereken tekrar sayısının kullanılan hece sayısından orantısız derecede fazla olduğuydu. Ebbinghaus bir seferde en fazla yedi hecelik bir diziyi ezberleyebiliyordu, on iki hecelik bir diziyi ezberlemek için ise on yedi tekrar yapması gerekiyordu; on altı hecelik bir diziyi ezberlemek için gerekli tekrar sayısı otuza kadar çıkıyordu. Bu orantısız artış bugün “Ebbinghaus yasası” olarak bilinir.

1880’de Ebbinghaus deney raporunu bir Habilitationsschrift (üniversite öğretmeni adaylarından istenen tez) biçiminde fizikçi ve matematikçi Hermann von Helmholtz’a sunmuştu. Helmholtz raporu münasip bulmuştu: Onun yaklaşımını ve istatistik çalışmasını övmüştü, sonuçları “çok etkileyici” bulmamıştı ama bu sonuçların önceden tahmin edilebilecek sonuçlar olmadığını kabul etmiş ve bu “zeki çocuğun” üniversiteye maaşsız öğretmen olarak atanmasını teklif etmişti. Ebbinghaus istediği atamayı elde ettikten sonra deneylerini tekrar gerçekleştirmiş ve onları yeni bir araştırmayla tamamlamıştı. Deneylerde kendini kobay olarak kullanmaya devam etmişti. Başka çaresi de yoktu. Konsantrasyon, aylarca bir dizi heceyi ezberlemek gibi son derece sıkıcı bir işe sabır göstermek, bunlar ne kadar iyi niyetle olursa olsun başkasından talep edemeyeceğiniz şeylerdir, diye yazar Ebbinghaus. Bu yüzden her sabah kendi başına oturmuş, bir yandan tespih çekerken bir yandan heceleri tekrarlamıştı. Epey hammaliyeli bu işin sonuçları 1885 yılında Über das Gedächtnis (Bellek Üzerine) başlığı altında yayımlandı.

Deney anlayışı bakımından Galton ve Ebbinghaus’un ortak yönü çoktur. İkisi de kendi belleklerini incelemiştir. İkisi de işe sistemli başlamış ve sayılarla, yüzdelerle ifade edilebilen kesin cevaplara ulaşmaya çalışmışlardır. En büyük benzerlikleri ise şuydu: İkisi de belleğin deneysel araştırmalara başarıyla açıldığını görmekten memnun olmuştu. Galton yaptığı deneylerle gizli zihinsel süreçlerin muğlak derinliklerine girdiğini yazmıştı. Ebbinghaus, “doğa bilimlerinin iki kudretli manivelasının, deney ve ölçümün” görevlerini yapabilecekleri bir yer keşfettiği için kendini şanslı hissettiğini belirtmişti.

Ama aralarında yine de fark vardı. Her ikisinin yaptığı deney de bellekle ilgiliydi ama Galton’ın deneyi yalnızca anılarla ilgiliydi.

“Unutma eğrisi”nden Ebbinghaus’un gençlik dönemiyle, zihninin muğlaklığı içinde neler olup bittiğiyle veya bodrum katında neler bulunabileceğiyle ilgili hiçbir şey çıkaramayız. Galton’ın büyük bir misafirperverlikle içeri buyur edip hemen “deftere geçirdiği” çağrışımlar Ebbinghaus’un deney kurallarında daha baştan kapı dışarı edilir. Ebbinghaus’un belleğine sunduğu heceler anlamsızdır ve bunlar bilhassa anlamsız oldukları için seçilmişlerdir; zira öğrenme ve tekrar öğrenmenin, hafızaya yerleştirme ve unutmanın yasaları ancak aydınlık ve çıplak bir odada, müdahale edici bütün unsurlardan arınmış bir odada ortaya çıkarılabilirdi. En iyi materyal insana hiçbir şey hatırlatmayan veya bir şey sunmayan materyaldir, ki burada bu özelliklere sahip materyal bir dizi kısa, anlamsız uyarandan ibaretti. Galton’a araştırmalarının nesnesi vazifesi gören şey Ebbinghaus için müdahale edici bir unsurdan ibaretti. Ama bu kısıtlayıcılığı nedeniyledir ki Ebbinghaus’un araştırması Galton’ın sahip olmadığı bir özelliğe sahiptir. Ebbinghaus belleğinden yeniden ürettiği şeyleri onları ilk alımladığı halleriyle karşılaştırabilmekteydi. Elde ettiği sonuçları (uyaranların kaydedilmesi sayesinde) oranlarla ifade edebilmekteydi: öğrenme ile tekrar öğrenme arasındaki zaman aralığının etkisini, hece listesinin uzunluğunu, daha önce öğrenilmiş olan listelerin etkisini, kısacası son derece kesin bir nicelleştirmeye uygun olan her şeyi. Galton’ın araştırmasında böyle bir şey imkânsızdı. Çağrışımlarının bir zamanlar belleğine girmiş olan olaylara uzandığına şüphe yoktu; çocukluğunda o laboratuvara girmiş olmasaydı o laboratuvarda geçirdiği günleri hatırlayamazdı. Ama çağrışımları sayısal karşılaştırmalara imkân vermiyordu. Ebbinghaus ise bunu tekrar tekrar yapabilecek durumdaydı. Yapay heceler yüzünden anlam ve içerikte kaybettiklerini, testler ve kesin sonuçlarla telafi etmişti.

Francis Galton ile Hermann Ebbinghaus birbirlerinin çalışmalarını çok takdir etmişlerdir. 1885’te yirmi-otuz yıl ilerisine bakabilme ve bellek araştırmaları sahasına kuşbakışı bir göz atabilme imkânını bulmuş olsalardı afallarlardı herhalde. Araştırmaları tasarım ve yöntem açısından birbirinden farklıydı, ama eğrisiyle doğrusuyla her ikisi de eşit derecede değerliydi. Bir nesil sonra bu eşdeğerlik tamamen kaybolmuştu. Ebbinghaus’un araştırma tarzı hemen bir nehir yatağı oluşturmuş, bu yatağa her gün biraz daha fazla kol katılmış ve sonunda ana damar haline gelmişti. Bellek deneyleri, Aus der Werkstatt der experimentellen Psychologie und Pädagogik’ten (1913, Deneysel Psikoloji ve Pedagoji Atölyesinden) alınma bir fotoğrafın örneklediği bir biçim almıştı. Söz konusu fotoğraf Almanya’da bir laboratuvarda çekilmiş; yeri ve tarihi belirtilmemiş. Belirtilseydi çok da fazla bir şey değişmezdi. Deney kuralları o kadar sağlam oturtulmuştu ki, yalnızca deney aletleriyle deney yöntemleri değil, laboratuvarlar bile bir yere kadar birbirinin yerini alabilecek nitelikteydi. Ebbinghaus deneylerini evinde, çalışma masasında, üzerinde hece yazılı bir dizi karttan, bir tespihten ve bir cep saatinden ibaret aletlerle gerçekleştirirken, selefleri deneylerini incelikli ölçme aletlerinin bulunduğu laboratuvarlarda gerçekleştirmekteydi. Fotoğraftaki iki adamla kız, deneyci ile deneğin rollerinin (Ebbinghaus’ta bir arada bulunan bu rollerin) ayrıldığını göstermektedir. Burada teste tabi tutulan kızın belleği; deneyciler ise harıl harıl aletleri çalıştırmakla meşguller. Bellek deneyi şaşmaz mekanik düzeneklerle gerçekleştirilmekteydi. Öğrenme materyali, deneğe her çeşit “hatırlatıcı” ve diğer “bellek aletleri”nin (bir tanesi de fotoğraftaki kızın önünde, masanın üzerindedir) yardımıyla sunulmaktaydı. Fotoğraftaki küçük kutunun içinde, kızın uyaranı standart zaman aralıklarıyla almasını sağlayan bir mekanizma bulunmaktadır. Kız kapalı bir deney devresinin bir parçasıdır. İpucu sözcük ortaya çıkar çıkmaz kızın sol yanındaki kavanozun içindeki kronoskop çalışır, kız sözcüğe tepki verdiğinde durur: Kızın önündeki hassas zar, kızın sesinin titreşimini alır ve kronoskopu kapatır. Kronoskop psikolojide kesinlik ikonuydu. Kronoskop tepki zamanını milisaniyeler halinde dikkatle yakalamaktaydı. Duvardaki çizim bir Hipp kronoskopunun elektrik devresini tasvir ediyor.

Ebbinghaus’un Berlin’deki çalışma odasında hecelerini mırıldandığı dönemlerden otuz yıl sonra her şey değişmişti: Deney yeri değişmiş, denek ile deneyi yapan ayrılmış, gelişmiş aletler kullanılmaya başlanmış ve deneyler standart hale getirilmişti. Fotoğraftaki kızın tabi tutulduğu deneyin Ebbinghaus geleneğine uygun bir tek özelliği vardı, o da hatırlaması istenen şeydi, yani iki sessiz harf arasındaki sesli harfle oluşturulmuş anlamsız ipucuydu: “kad.”

Gölgelenme

Galton’ın çağrışım deneylerinin akıbeti basit. Bulguları, Ebbinghaus’un çalışmasının bir uzantısı olan bir bellek psikolojisinin yükselişiyle gölgelenmişti. Bu durum sadece yöntem ve yaklaşım için değil, aynı zamanda araştırma nesneleri için de geçerliydi, mantıken de öyle olmalıdır zaten: Hangi ustaya sorsanız, elinizdeki aletlerin onları kullanma biçiminizi büyük oranda belirlediğini söyleyecektir size. Psikoloji deneylerindeki bu yeni eğilim de bellek psikolojisinin gerçek bir bilim dalı haline gelmesine yardımcı olmuştur. Çoğu ders kitabı, öğrenme ve hatırlama, tanıma ve yeniden üretmeyle ilgili bilgilerin çoğunun geçen yüzyılda biriktiğini doğrular. Hecelerle araştırmalar hâlâ yapılıyor, ama bu tür araştırmalar mutlaka, birbirinden son derece farklı bilgi türlerine uygulanan çeşitli tekniklerle gerçekleştiriliyor artık. Aynı kalan tek şey ise, kesin nicel cevaplara dönüşebilecek sorular sorma eğilimi. Bu eğilimle birlikte bellek içinde olup biten şeyleri açıklama çabası da aynı şekilde devam ediyor. Girdiler ile çıktılar (öğrendiğimiz materyal ile yeniden ürettiğimiz materyal bugüne kadar böyle adlandırılmıştır zira) arasında sayısal bir kıyaslama yapma imkânı bellek araştırmasının vazgeçilmez bir unsuru olmaya devam etmektedir.

Bu yaklaşım, deneylere ve ölçümlere müsait olmayan konuların araştırma gündeminden geçici bir süre veya tamamen çıkarılmasına neden olmuş, bu da otobiyografik bellek araştırmalarını ciddi biçimde etkilemiştir. Kişisel deneyimlerimiz önceden bir deftere kaydedilmez, anılarımız “bif” veya “kad” heceleri kadar kolay araştırma imkânı sunmaz. Normal şartlar altında anılar oranlarla ifade edilemez, zira denklemin yarısı kayıptır.

Bir ters akıntının ortaya çıkışı ancak 1970’lerde gerçekleşecekti. Bu olayların arkaplanını anlatmaya kalkarsak konudan epey uzaklaşırız, ama bu olayların önemli bir unsuruna değinmeden de edemeyiz: Bellek araştırmasının ana damarının ilgilendiği konular ile belleğin günlük hayattaki işleyişinin gündeme getirdiği sorular arasında akıl almaz derecede büyük bir fark vardı. Loftus, Neisser, Baddeley, Rubin, Conway ve Hollanda’da Wagenaar gibi araştırmacılar dikkatlerini Neisser’in “günlük bellek” başlığı altında topladığı konulara, yani belleğin doğal koşullar altındaki işleyişine çevirdiler. Bu yeni yaklaşımın en çarpıcı ifadesi, otobiyografik bellekle ilgili araştırmaların hızla artmasıydı.

Bu gelişim, otobiyografik belleğe uygulandığında deney yöntemlerinin müthiş derecede verimli olduğu gibi beklenmedik, ironik bir durum ortaya çıkarmıştı. Birkaç örnek vermek gerekirse: Crovitz ve Schiffman adlı iki psikolog Galton’ın çağrışımları ortaya çıkarma yönteminin kendi araştırmalarına az da olsa uygulanıp uygulanamayacağını merak etmiş. Yüze yakın öğrenciye yirmi sözcük vermişler ve her sözcüğün akıllarına getirdiği ilk anıyı ve bu anının yaklaşık tarihini yazmalarını istemişler. Deneyden, anıların sıklıklarının zamanla düzenli bir şekilde azaldığı sonucu ortaya çıkmış: Anıların çoğu çok yakın zamana, saatler ve günlerle ifade edilebilecek kısa bir döneme aitmiş; bundan sonra anı sayısı hızla düşüyormuş. Crovitz ile Schiffman deneklerin yaşlarını göz önünde bulundurduklarında Galton’ın bulduğu sonuçlarla kendi deneylerinin sonuçları arasında anlamlı karşılaştırmalar yapmanın mümkün olmadığını yazmışlardı, ama sonradan değerlendirildiğinde bu durumun deneylerinin en şaşırtıcı bulgularından biri olduğu ortaya çıktı: Yirmi yaşlarındaki denekler “eski” anılara kadar uzanmamışlardı. Crovitz ile Schiffman’ın bu çalışması, 1974’te Bulletin of the Psychonomic Society’de, ağırlıklı olarak nicel ve deneysel psikoloji üzerine odaklanmış bir makale olarak yayımlandı. Makale “Galton’ın ipucu tekniği” adıyla anılacak olan ve günümüzde otobiyografik bellek araştırmalarında sıkça kullanılan bir yaklaşım olan tekniğin başlangıcını oluşturur.

Bir örnek de Wagenaar’ın “günlük çalışması”dır. Wagenaar otuz yedi yaşında kendi anılarını incelemeye başlamış. Bu incelemeyi altı yılda tamamlamış. Wagenaar her gün, yaşadığı bir olayı kaydetmiş: Ne olduğunu, olayda kimlerin yer aldığını ve olayın ne zaman meydana geldiğini not etmiş. Bu notların yanında bu olayın duygusal yönden kendisini ne kadar etkilediğini ve olayın ne derece önemli veya güzel olduğunu, 1 ila 5 arasında sayılarla derecelendirmiş. Bütün bunların haricinde Wagenaar, olayı gerçekten hatırlayıp hatırlamadığını test etmesini sağlayacak, olayla ilgili önemli bir ayrıntıyı da not etmiş. 1979 ile 1983 yılları arasında kişisel olaylarla ilgili 1605 kısa rapor toplamış. Bir yıl sonra ipuçlarından birini (kim, nerede, ne zaman) rasgele seçmiş ve olayı hatırlamaya çalışmış. Bir ipucu hatırlamasına yardımcı olmayınca ikincisine, gerekirse üçüncüsüne, olayı hatırlayana kadar ne kadar ipucu gerekiyorsa hepsine başvurmuş. Deneyin bu kısmı Wagenaar’ı (Galton ve Ebbinghaus gibi) epey bir usandırmış. Günde en fazla beş olay üzerinde çalışabiliyormuş, ki bu da deneyin neden bir yıl sürdüğünü açıklıyor. Wagenaar’ın bu deneyinde ipuçları arasında “olaya kimlerin iştirak” ettiğini ve olayın “nerede” gerçekleştiğini bildirenlerin en etkili ipuçları olduğu, olayın “ne zaman” gerçekleştiğini bildiren ipuçlarının pek işe yaramadığı ortaya çıkmıştı. Toplumsal açıdan önemli olsalar da tarihlerin bellekte pek önemli bir yer işgal etmediği anlaşılmıştı. Wagenaar kısa vadede güzel olayları nahoş olaylardan daha iyi hatırladığını, ama bu farkın zamanla yok olduğunu fark etmişti. Unutmada (bir olayı hatırlamak için ihtiyaç duyduğu ipucu sayısıyla tarif ediliyordu) Ebbinghaus’tan beri bilinen bir kural kendini tekrar hissettiriyor gibiydi: İnsan başlarda daha sonraki dönemlere oranla daha fazla unutuyordu; otobiyografik bellekte bile hatırlama eğrisi önce ani bir düşüş gösteriyor, daha sonra düzleşiyordu. Öte yandan Wagenaar’ın tespit ettiği önemli bir fark vardı: Ebbinghaus hecelerini bir ayda unuturken, kendisi uzun vadede her olayı hatırlayabilmişti, ama büyük bir güçlükle, ama o olaylarda yer almış olan kişilerin yardımıyla.

Otobiyografik bellekle ilgili araştırmalar en eski bulgularla en yeni bulguları bu şekilde birbirine bağlar. Bu araştırmalarda on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkmış yöntemler kullanılır, ama sonuçları en gelişmiş istatistik yöntemleriyle işlemden geçirilir. Bu araştırmalar, deneysel psikolojinin ortaya çıkışından bile önce sorulmuş, ama o zamandan bu zamana araştırmalarda sağlam bir yer edinmiş sorular üzerine kurulur. Sonuçlar elbette her zaman ondalık sayılarla gösterilemez. Anılar üzerinde, eski, bildik, yalın anlamda anılar üzerinde çalışan herkes, Ebbinghaus’un kesinlik adına feda ettiği şeyi yapmak zorunda kalır, yani anlam ve içerikten ödün vermek zorunluluğuyla karşı karşıya kalır.

Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer

Otobiyografik bellek bizim en yakın dostumuzdur. Bizimle birlikte büyür. Biz beş yaşındaykenki davranışıyla on beş yaşındaykenki veya altmış yaşındaykenki davranışları farklıdır, gerçi değişimler o kadar tedricidir ki, bu farkı anlamayız bile. Otobiyografik belleğin ortaya attığı soruların bir zaman eksenine oturtulması gerekir (hayatta olduğu gibi bu kitapta da). İlk anılarımız ile yaşlılığın unutkanlığı arasında, anının oluşumu ile anıların yıkımı arasında, henüz hatırlama kabiliyetine sahip olunmadığı zamanlar ile hatırlama kabiliyetinin yitirildiği zamanlar arasında hepimizin aklında sorular oluşması kaçınılmazdır; nedeni basit, çünkü hepimizin bir belleği vardır. Hayatımız boyunca bize eşlik etmiş bir şeyin bizi hayrete düşürmemesi imkânsızdır. Aklımızda oluşan soruların cevaplarını çapı, içeriği ve coşkusu hızla büyüyen bir araştırma biçimiyle aramamız gerekir, yani otobiyografik bellek araştırmalarıyla.

Ama bu da yetmez. Birçok psikologda (ki bunlara ben de dahilim) elindeki aletlere uygun sorulara öncelik vermek doğal bir tutum halini almıştır. Deneyler bu anlayışa göre tasarlanır; anketler, birbiriyle alakalı psikolojik ve nörolojik süreçlerin ölçümleri, hatta son zamanlarda PET-scan (pozitron emisyon tomografi cihazı) gibi temsil teknikleri ile birkaç başka teknik de öyle. Bu yöntemler çalışma sahamızın sınırlarını tanımlar. Bunun dışında kalan şeylere önem vermeyiz. Bunlar araştırma tarzımıza uymaz çünkü.

Daha doğrusu şimdiye kadar ilk tepkimiz bu şekildeydi.

Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer bu tepkiye bir direnme çabasıdır. Belleğimizle yaşadığımız şeylerin çoğu deneysel araştırma kabul etmeyen bir zaman diliminde gerçekleşir. Bazı fenomenler kayıt edilemeyecek kadar uçucudur. Dejavular birden ortaya çıkar, dejavu yaşadığınızı aradan biraz zaman geçtikten sonra anlarsınız ve hayatınızın bir bölümünü tekrar yaşadığınız duygusu, bu güzel duygu yine yok olur. Zamanın insana yaşlandıkça hızlanıyormuş gibi gelmesi ise çok uzun bir zamana yayılan bir fenomendir: Bir insan ömrünün tamamını kapsayan deneyler yapmak imkânsızdır. Bazı deneyimlerse deneysel araştırmaya müsait olmayan şartlar altında yaşanır. Ansızın hayatlarını tehdit eden bir durumla karşı karşıya kalan bazı insanlar daha sonra olay sırasında hayatlarının gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçtiğini gördüklerini söyler. Böyle bir şey laboratuvar koşulları altında nasıl test edilir? İkilem açıkça ortadadır: Ya bu tür soruları kenara iteceksin ya da cevapları deney sahasının dışında arayacaksın. Benim tercihimi kitabın başlığı anlatıyor. Doğrudan deneysel araştırmanın mümkün olmadığı durumlarda bile insan çoğunlukla en azından cevabın bir kısmını sunan veriler toplayabilir. Kimi zaman cevap yalnızca psikolojide bulunmaz: Anılar hakkında nörologlarla psikiyatristler, yazarlarla şairler, biyologlarla fizyologlar, tarihçilerle felsefeciler de bir şeyler yazmışlardır. Kimi zaman elde edilen bulgular çağdaş psikolojinin sınırlarını daha da öteye taşımıştır; Ebbinghaus’un kendinden önceki meslektaşları son derece masumca ve kendi deneyim ve gözlemlerinden başka kaynakları olmadan, artık modern araştırma programlarında karşılaşılmayacak türden sorular üzerine yazmışlardır.

Giriş bölümlerinde okur ile yazar karşı yönlerden bakarlar. Okura göre kitap gelecektedir, yazara göreyse geçmişte. Bu kitabın yazarı geriye baktığında, eserin Ebbinghaus’tan ziyade Galton’ın ruhuna uygun bir kitap haline geldiğini ve “eski” çağrışımların çoğunlukla düşüncelerini psikolojinin ilk yıllarına götürdüğünü görüyor. Bu yüzdendir ki Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer’in bizatihi kendisi bir hatıra efektinin ifadesi haline gelmiştir. Ah neydi o eski günler!

Douwe Draaisma, Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer kitabından

İZDİHAM