23 Mayıs 2017

Allan C. Hutchinson, Derrida Futbol Oynamış Olsaydı

ile izdiham

“Futbol bir ölüm kalım meselesi mi?
Hayır, bundan çok daha önemli.”
Bill Shankly

Jacques Derrida, 60 yaşında olduğu 1991 yılında verdiği samimi bir mülakatta ağzındaki baklayı çıkarmıştı. Akademik alanda birçok başarı elde etmiş ve pek çok kişi tarafından takdir ediliyor olmasına rağmen, gençliğindeki “profesyonel futbolcu” olma hayalinin oldum olası peşini bırakmadığını belirtmişti.

Tıpkı neredeyse yazdığı tüm makaleler, eleştiri yazıları, yaptığı konuşmalar ve verdiği mülakatlarda olduğu gibi, laf arasında söylediği bu sözle de kendini hem bir felsefeci hem bir insan olarak (ki bunlar herhalde birbirinden ayrı görülemez) ortaya koyuyordu.

Dolayısıyla, bir an için söylenivermiş bu söz bizi tam da kâğıda dökülmüş kelimelerden bu düşünce adamının huzur bozucu yüreğine götürebilir ve onu hayal kırıklığına uğramış bir eylem adamı olarak gösterebilir; felsefi hayat, bir spor kahramanı olarak daha dolu dolu yaşanabilecek bir hayatın tesellisinden ibaretti. Fakat Derrida’ya, ömrünü sınıflıklar ve dünyadaki kütüphaneler yerine sahalarda tüketmiş bir futbolcu gözüyle bakarsak, pek çok açıdan, onun yazıp çizdiklerinden çok şey öğrenip anlayabiliriz. Derrida gerçekten de futbol oynamış olsaydı, felsefe de hayatın kendisi de bundan çok şey kazanırdı. Böyle yapmış olsa felsefi sorgulamalarını bir kenara bırakmış olmazdı. Bilakis, içinde yaşadığı zamanın hassasiyetleri ve hisleri üzerinde daha fazla etki yaratmış olabilirdi.

Ben Derrida’yı daha ziyade, savunmacı bir mirasın entelektüeli olarak değil hücum becerisi olan bir futbolcu olarak hatırlayacağım. Kabul ediyorum ki hoş tavırlı, tatlı dilli Derrida’yı en sevdiği takımın, arkasında adının yazılı olduğu “7” numaralı cafcaflı sentetik forması içinde hayal etmek zor, ama onu kendi “güzel oyunu”yla rakip takım oyuncularını peşinden koşturup hallaç pamuğu gibi atabileceğini düşünürken sahiden heyecanlanıyorum. Futbol hakkında hiçbir şey bilmeyenlerin hayat hakkında hiçbir şey bilmediğini biliyordu Derrida.

Her insanın, karşısına alarak kendi yeteneklerini geliştirip sergileyebileceği bir kıyas örneği, bir kişi ya da bir tarza ihtiyacı vardır. Derrida’nın gözünde Platon ve takipçileri, futbolun sorun teşkil ettiği ne varsa hepsini cisimleştiriyordu. Platon oyunların oyunu olan kusursuz oyunu, oyunu oynamanın tek hakiki ve gerçek yolunu bulmayı, oyuna Tanrı’nın gözünden bakabilmeyi istiyordu. Kendine biçtiği vazife, zorunlu olanı zorunsuz olandan, evrensel olanı tikel olandan ve kavramsal olanı somut olandan ayırmaktı. Oyunların tek bir Oyunu ve o oyunu oynamanın tek bir yolu olduğuna inanıyordu Platon. “Hayret”ten bahsetmiş olsa da, böyle bir ideal olasılığın yokluğunda, gösterinin sona ereceğinden, her türlü oyun şeklinin birbirinden farkı olmayacağından ve bundan dolayı genel ya da nesnel bir anlamda herhangi bir oyun şeklini onaylama ya da eleştirme imkânının kalmayacağından korkuyordu. Platon oyuncuların çalıştırılmasına ve oyunun ortaya konma şekline korkunç bir gölge düşürmüştü. Derrida ise bütün bunları değiştirmeye kararlıydı.

Derrida’ya göre Platon’un yaklaşımındaki sorun, dünyayı kategorilere bölme cazibesinden uzak duramamasıydı. Platoncular dünyayı anlayıp denetimleri altında tutabilmek için, nesnel ile öznel, akıl ile duygu ve zihin ile beden gibi sorgusuz sualsiz kabul edilen bir dizi katı ayrımlara başvurur. “Doğal olan”, kurulmuş ya da oluşturulmuş olanla karşılaştırma sürecinde bilhassa değer verilen bir kategoridir gerçekten. Bu şu anlama gelir: Sabit anlama ve temellendirilmiş bilgiye dair söylenecek her tutarlı ve ikna edici söz, bu karşıtlıklar arasındaki kati ve durağan ilişkileri açıklamak zorunda olduğu gibi, bunlar hakkında konuşmanın bir yolunu da bulmak zorundadır. Bu yolun kendisi de kati ve durağan olmak durumundadır. Felsefeciler, aslında Batı düşüncesinin temelini oluşturup odağını kaydırmış esaslı bir hamleyle bunu başardıklarını iddia eder ve bunu bir kutbun ötesinde diğer kutba ayrıcalık tanıyıp ona metafizik bir yetki atfederek yaptıklarını söylerler: nesnel, öznelin önüne geçer; akıl duygunun, zihin de bedenin. Ve elbette, insanlara değer verme ve dünyayı düzenleme şeklimiz açısından bunun belirli etkileri olmuştur. Söz gelimi, nesnellik, rasyonellik ve entelektüelliği titiz düşünce ile özdeşleştirmeye meyilliyizdir; öznelliğe, duygulara ve fiziksel içgüdüye ise daha az değer veririz.

 

 

 

 

Cogito, 63

İZDİHAM