3 Mart 2016

Ali Ayçil, Süryani ve Alzheimer

ile izdiham

Zaman Dedo Ninenin Diyarbakır’da gelin olduğu günleri yutmuş. Arada bir iri karpuzların kabuklarına yapışıp kalmış o çok eski harareti hatırlayınca, birden bir gülümseme yayılıyor yüzüne. Suriçi’nde, Süryani kilisesinin yakınındaki dükkânların birinden bakır kapları döven örsün seslerini duyuyor; dört ayaklı minarenin tepesinde yapayalnız bir kuş; gökyüzünde tarifsiz bir öğlen alınganlığı; avluya su serpilmiş; kırmızı entarinin çiçekleri telaşsız dalgalanıp duruyor. Gözlerini ne zaman ölmüş mevsimlerin kuyusuna daldırsa, hafızasının ihanetine uğruyor. Hayatının bir anını hayatının bir başka anıyla birleştiremiyor bir türlü. Belleğinde açılan kara delik, bakırı döven örsün sesini yutuyor. Üçüncü kez, komşusu olan ve her gün “Dedo Nine, nasılsın?” diye soran bana, “sen de kimsin?” diyor. Birlikte apartmanımızın önündeki küçük parka bakıyoruz. Sahi ben de kimim!..

 

Zaman Dedo Ninenin Diyarbakır’a analık ettiği günleri yutmuş. Arada bir kalın bıyıklı bir adamın Mardin Kapısından getirdiği şenliği hatırlayınca, göz bebeklerine taze bir gelin ilişiyor. Mevsim kış; kilerde kurutulmuş biberler, küp küp turşu; uzak köylerden ısmarlanmış tereyağı bidonu; bir torba kaya tuzu; sıcak görünce cilvelenip tomurcuklanmasın diye kuyuya doldurulmuş patatesler. Geniş bir karyolaya uzanmış, altında iki karış yün döşek. Taş evde dünyaya gelecek yeni göçmen için hazırlıklar yapılıyor. Leğen tamam, temiz bez tamam, bir kalıp sabun tamam, makas tamam. Sonra birden bütün çocuklarının adını unutuyor; gökyüzüne çivilenmiş görünmez bir beşik boşlukta sallanıp duruyor. Ve daha dün sorduğu tekinsiz soruyu bir kez daha tekrarlıyor, “sen de kimsin?” Birlikte apartmanımızın önündeki küçük parka bakıyoruz. Ben de kimim!

Zaman Dedo Ninenin Diyarbakır’dan göçünü yüklediği günleri yutmuş. Arada bir otobüsün camından son bir defa baktığı bağları, bahçeleri hatırlayınca boynu bir erik dalı gibi inceliyor. Ellerinde çapalar, Dicle kıyısındaki tarlalardan dönüyor kadınlar. Birazdan avlularda ocakların altı da tutuşur. Henüz kalay çekilmiş sahanlarda soğan kokusu; acıkmış çocukların sabırsızlığı; çift kanatlı kapıda ısrarcı bir tokmak sesi; gaz lambasının fitiline tutulan kibrit alevi; yukarıda Asurlulardan kalma sayısız yıldız; hangisine ağlayacağını şaşırıyor. Öyle şaşırıyor ki gülmeye başlıyor birden; varsın bir Ninova daha silinsin yeryüzünden, hatırasını rüzgar beklesin. Akşamın karanlığı çökmeye başlıyor, hafızası yeniden göç ediyor Dedo Ninenin. Üçüncü soluklanma gününde de aynı soru: “Sen de kimsin?” Birlikte apartmanımızın önündeki küçük parka bakıyoruz. Ben kimim?

Zaman Dedo Nineyi Diyarbakır’dan sonra her gün parça parça yutmuş. Arada bir aklına bir esenlik gelince telaşla anlatmaya başlıyor: “Şimdi komşum, biz buraya geldiğimizde, şu karşıdaki apartmanların hiç biri yoktu; şu yol yoktu; şu parkın yeri koca bir düzlüktü. Vakit nasıl geçti, şu evler nasıl dizildi, şu ağaçlar nasıl büyüdü ben de anlayamadım. Vallahi komşum, şimdiki Diyabakır da o Diyarbakır değil diyorlar.  Diyorlar ki her bir yanı harabe olmuş, ne sokak kalmış ne avlu. Bizim çok geniş bir avlumuz vardı, süpür süpür bitmez. Sen bilmezsin, orucumuz da elli gündür, son haftası elemdir. Say ki ben elli senedir elem haftasından hiç çıkmamışım. Çıksam ne yapacağım? Hele bir kalkayım, akşamdır, yemek yapmadan olmaz.” Sonra birden dönüp kaşlarını çatıyor: “İki saattir beni ne konuşturuyorsun burada, sen de kimsin?” Diyorum ki “Dedo Nine, ben…”

Ali Ayçil

İZDİHAM