2 Mart 2016

Ali Ayçil, Muhafakazar Piyasa Manifestosu

ile izdiham

Servet-i Fünün Dergisi, Fecr-i Ati Encümeni Beyannamesini yayınladığında Ahmet Haşim henüz yirmi altı, Fecr-i Ati’den bir yıl önce (1909) Fütürizm Bildirgesini ilan eden Filippo Tommaso Emilio Marinetti ise otuz üç yaşındaydı. Andre Breton, Sürrealizm Manifestosunu kaleme almakta biraz gecikmiş; yaşı kırkı bulmuştu. Şu dillere destan ‘Manifest der Kommunistischen Partei’ (Komünist Parti Manifestosu) emek adamının huzuruna çıkarıldığında Marx’ın yaşı da otuzdu. İstisnaları bir yana koyacak olursak, manifestolar genellikle kırk yaşına girmemiş genç sanatçılar ya da ideologlar tarafından geçmişe ve şimdiki zamana karşı duyulan huzursuzluğun bir beyanı olarak ortaya çıktı. Ve bu sanatçıların yine tamamına yakını, zamanın gömleğinin artık değişmesi gerektiğine inanıyordu. Yüzleri maziye değil geleceğe dönüktü; ruhları da öyle. Genç olmalarının bunda büyük bir payı vardı. Henüz hayat tarafından ehlileştirilmemiş, iktidarın imkanlarıyla cilalanmamış, konfor tarafından teslim alınmamışlardı. Her şeyi ince eleyip sık dokuyan, yanlış anlaşılmaktan korkan şu yaşlılık çağının uzağındaydılar.

Bir süredir gazetelerde bazı köşe yazarları tarafından sürdürülen “Muhafazakar sanat” tartışmalarına şahitlik ediyoruz. “Muhafazakar sanatı olur mu, olmaz mı?” ekseninde yürüyen bir tartışma bu. Oysa hem bu tartışmanın ortaya çıkışını, hem çalakalem bir manifestoya dönüştürülmesini, hem de konuya katkıda bulunanların halihazırdaki mevkilerini, öncelikle manifesto kültürü çerçevesinde değerlendirmek gerekiyor. “Muhafazakar sanat”ı tartışamaya açanlar ve iştahla bu tartışmaya taraf olanlar, (Allah hepsine uzun ömür versin) yaşları kemale ermiş, isteseler bile muhafazakarlığın dairesinden dışarıya çıkamayacak kalemler.

Belki de manifestolar tarihinde ilk kez neredeyse hepsinin yaşı altmış civarında bir grup insan sanat üzerine “keyifli” bir tartışma yürütüyor. Hararetsiz bir tartışma bu, kimse kimseyi kırıp incitmiyor, düelloya çağıran da çağrılan da yok, vakit bulup bir araya gelebilseler, sohbetlerine sanat musikisi de eşlik edecek. Tuhaflık da burada zaten: Geçmişteki bütün manifestolar, sanatı ölü bir zevke, ölü bir estetiğe, bir beyefendiliğe ve bir iktidar aygıtına dönüştürmüş olanlara karşı ilan ediliyordu. Muhafazakar sanat tartışması ise, aşağıdan gelenlerin, gençlerin, zamanın yükünden kurtulmak isteyenlerin ya da ruhsal haykırışını artık dizginleyemeyenlerin değil, şu ya da bu biçimde iktidar mevkiine oturmuş, farklı kesimlerden rahat kalemlerin arasında yapılıyor. İlginçtir, tartışma da “devletlü” bir mevkiden, yani Cumhurbaşkanı Genel Sekreterinin beyanatından neşet etti.

Sponsorlu Manifesto

Bir günlük gazetede yayınlanan yirmi maddelik “Muhafazakar Sanat Manifestosu” nun 6. maddesinde şöyle deniyor: “MS, sivildir; devlet eliyle kontrole karşı çıkar, devletin patron değil sponsor olarak katkı sağlamasından yanadır.” Manifestoyu “akla hemen geliverdiği biçimde” kaleme alan yazarı incitmek istemem. Ama şunu sormaktan da alamıyorum kendimi: Bir sanat bildirisi, devletle sponsorluk ilişkisini beyan edebilir mi? Bir sanatçı manifestosunda sponsorluğa niçin kafa yorar? Burada kastedilen sanatın kendisi mi, yoksa sanat hizmeti sunan bir kısım ajanslar mı?

Bir şaire, bir romancıya, bir tiyatro oyuncusuna devlet nasıl sponsor olabilir? Belli ki, bireysel bir yaratıcılık alanından değil, kitlelere ulaştırılması arzulanan “ayıpsız bir ürün”den bahsediliyor. Aslında manifestondaki sıkıntı daha birinci maddeden başlıyor: “Muhafazakâr sanat (MS), geçmişiyle bağları travmatik biçimde koparılmış bir toplumun öz benliğiyle barışma çabasının estetik boyutudur.” İlk maddeden anlıyoruz ki, yazılmak istenen “Muhafazakar Sanat Manifestosu” değil, “Türk Muhafazakar Sanat Manifestosu.” Bir “muhafazakar” sanat bildirisinin birinci maddesinin, sanatın insan soyunun kaderiyle, isyanıyla, dünyaya atılmaktan duyduğu hicapla ilgilenmek yerine, siyasi tarihin belli bir dilimine vurgu yapması, tercihten öte, sanatla kurulan ilişkiyle ilgili bir durum olsa gerek. Açık konuşalım, tartışmalara kaynaklık eden 20 maddelik manifesto, sanattan çok tarih, toplum, devlet, halk vb konuların sanatla ilişkilendirildiği bir ahlak metnine benziyor. Edebiyat adamları arasında değil de, haftalık yazılarına çeşni arayan köşe yazarları arasında, gündem malzemesi yapılabilecek bir metin bu. Öyle de yapılıyor zaten!

Sanatın piyasası!

Muhafazakar Sanat tartışmaları “muhafazakar sanat olur mu?” sorusuyla başlamadı. Tartışma, muhafazakarların iktidarda olduğu bir ülkede, artık “muhafazakar sanat normlarının oluşturulması gerektiği” yönündeki devletlü beyanla başladı. Söylenmek istenen şuydu: Siyasette biz iktidarız, ama sanatta iktidar başkalarına ait. Muhafazakar zihin, sanat alanını işgal eden “öteki” tarafı solcu, batıcı vb kavramlarla tarif ediyor hala. Oysa Türkiye’de, içlerinde muhafazakar sanatçıların da bulunduğu ortama artık siyasi aşiretler değil, küresel sanat endüstrisi hakim. Arzulanan “Muhafazakar Sanat ve Estetik Normlar” çerçevesinde ürünler verilmeye başlansa bile, bütün bu ürünler ancak kültür endüstrisinin bir mamülü olarak piyasada kendine yer bulabilir. Tartışmanın verimsizliği biraz da buradan, yani yetmişli yıllardaki siyasi hatların aynı şekilde sürdüğü yanılgısından kaynaklanıyor. Kültürün küresel bir endüstriye dönüştüğü, bu nedenle zaten büyük bir çürüme içine girdiği, bütün tarafların bu çürümenin bir parçası haline geldiği tartışan tarafların dikkatini hiç çekmiyor nedense. İşin ironik yanı, muhafazakar sanat iddiasında olanların ve bu yönde eser verenlerin de bu endüstriden halihazırda en çok istifade eden isimlerden oluşması. Öyleyse muhafazakar manifestocular neyi protesto ediyor?

Muhafazakar sanat olur mu?

Ve asıl soruya gelelim: Muhafazakar sanat olur mu? Elbette olur, ama müzelerde! Bütün kudretini “an”ın faniliğinden alan sanat adamının yapıp ettikleri müzelere konulduktan, kitaplıklara yerleştirildikten, duvarlara iliştirildikten sonra, onları muhafaza edecek sanat düşkünü birilerine, vefalı okurlara, resimden anlayan insanlara ihtiyaç duyarlar. Ama akıldan çıkarmayalım, bütün bu eserleri öncelikle muhafaza edecek olan, kendilerinin zamana karşı dayanıklılığıdır; zamana bekçi olmaları değil. Sanat, zihnimizi eşyadan ve zamandan koparabildiği, takvimlere kayıtlı olmaktan kurtarabildiği, ruhun binbir türlü halini cesaretle resmedebildiği, insan kültürünün – uygarlığının üzerindeki mevsimlerin tortularını kazıyabildiği ölçüde bize hitap eder. “Hal Sanatı” ya da “Ati Sanatı” olmayacağı gibi, “Muhafazakar Sanat”ın olması da mümkün değil. Aslında sanat, duyarlı bir fanide üç zamanın iç içe geçmiş hali değil midir?

Ali Ayçil

İZDİHAM