2 Mart 2016

Ali Ayçil, Kimi Vakitler

ile izdihamdergi

Kimi vakitler her neye dokunsam, bir faniliğin tozu kalkar üzerinden. Dünya uzun bir uykuya çekilmiştir sanki; eşyalar manasız bir yığın gibi durmaktadır etrafımda; ışık sövelmiş, duvarlar büyümüştür. Hayatı göğsümden çekip alan fanilik, taşra öğlenlerinin boşluğuna benzer bir boşluk bırakmıştır içime. Ona karşı nasılda çaresizdir aklımın silahları, irademin cephesi. Saf bir şiir gibi, zafersiz ve yenilgisiz, bu boşluğun içinde dönenip dururum. Ne dervişlerin aşkı vardır bu bitkin dönüşte, ne oynamaya kalkmış kızların arzusu. Böyle anlarda ben, raptedildiği saatten kopmuş bir yelkovana benzerim. Zaman, eski bir suyun durgunluğunda uykuya çekilmiştir; kalp eski bir avlunun serinliğinde çarpıp durmaktadır işte. Kalp ve zaman, bende bulamadıkları ermişin acısını, yine benden çıkarmaya koyulmuşlardır; nasıl sarkmıştır yüzüm, gözlerim nasıl buğulanmıştır…

Kimi vakitler, ruhumda hissettiklerim dünyaya çıkacak bir kelime bulamazlar. Böyle zamanlarda hayat, dört bir tarafıma asılmış donuk bir resim gibi durur. Kalkıp insanların içine karışmak istemem, elimi raftaki bir kitaba atmak istemem, sevdiğim insanları aramak istemem; bitkinlikle, kendimi kendi içime uzatırım. Oysa bilirim ki o ağır ve gamlı yurtta, anılarımın çölünden başka bir bekleyen yoktur beni. Orada, söylenip bitmiş şarkıların nakaratları, geri çevrilmiş çiçekler, karşılıksız kalmış cümleler ve ne aradığını bilmeyen bir göçmenin izleri birbirine karışmıştır artık. Hangi şarkı niçin söylenmiştir hatırlamam bile; hatırlamam kim, niçin geri çevirmiştir o çiçekleri, o cümleler neden karşılıksız kalmıştır. Böyle anlarda, beni dünyanın aklında tutacak hiçbir çağrışım bulamam içimde; günler perdelerini çoktan çekmiş, mevsimler çoktan kaldırmıştır sofralarını…

Kimi vakitler, hiç hesapta yokken eski bir yere giderim. Bir tek adım atmadan çıktığım bu yolculuk nedense şaşırtmaz beni! Kendimi, bir ırmak kenarında, büyükbabamın öldüğünü duyduğum anın hüznüyle baş başa bulurum mesela. O geniş gök, birden bire içime dürülmüş; neşemi benden çalıp başka insanların neşesine yapıştırmıştır ırmak. Kuşlar, yüzümde ölümün gölgesini bırakarak, bir taşra yamacına doğru süzülüp durmaktadırlar. Bütün otlar titremeye başlamış, ağaçlar heybetini kaybetmiştir. Tabiatımda açılan yara, yaralayıp durmaktadır çevremdeki tabiatı! Hiç hesapta yokken gittiğim o eski yerde, ben ve tabiat, ressamların renklerine teşne olmayan bir gaflet anının iki dilsiz sırdaşına benziyoruz. Ne bir soru var aramızda ne bir cevap; anlam da yok anlamsızlık da. Günlerini, yağmur yüklü bir bulut gibi bir çırpıda yeryüzüne bırakmış büyük babanın geride bıraktığı boşluk, bir anlığına bütün bir kâinatın giysisi olmuş işte…

Kimi vakitler, bir dalgınlıktan çıkarken yakalarım kendimi. Sanki bir süreliğine içimdeki bir başka ben, beni uyutmuş; ruhumu hiç bilmediğim bir âlemin salıncağında sallayıp durmuştur. Ne bir haritası vardır daldığım yerin, ne bir pusulası, ne dili, ne töresi. Hissederim ki, dalgınlığımın beni alıp götürdüğü yer, Ahmet Haşim’in “O Beldesi”nden de, Yahya Kemal’in akınlara çıkılan rüya şehirlerinden de çok ötede bir yerdedir. Yolu da yoktur onun, izi de.

Dalgınlığın beni alıp götürdüğü puslu ülke bir boşluk mudur yoksa başka bir hayatın gölgesi mi, bilemem. Bütün bildiğim, bir anlık bir gafletin beni şuurumdan kopararak kendine konuk ettiği. Dalgınlığımdan kurtulup yeniden hayatın kucağına dönerken, düşünmeden edemem: Belki de dünya, içine konuk olduğum bir anlık gafletten ibarettir. Belki de ben, bir anlığına gaflete düşmüş bir başka ruhun dalgınlığından ibaretim burada…

Kimi vakitler kalkıp insan içine çıkmam tutar. Sanki hayatı yeniden öğreniyormuş gibi sokak adlarını hecelerim, vitrinlerdeki renkleri seyrederim uzun uzun, hevesle kaldırımdaki bir ağaca bakarım, durakta bekleyen yaşlı bir kadına, bir genç kıza, sırtında kocaman bir çanta taşıyan çocuğa. Her neye baksam, bir işaretmiş gibi görünür bana.

Sokağın adını niçin “Nalçacı Sokak” koyduklarını düşünürüm mesela; kadınların neden vitrinlere bakarken en çok siyah elbiselere dikkat ettiklerini; kaldırımdaki ağacın yaşını; yaşlı kadının hala daha ceviz sandığını saklayıp saklamadığını; genç kızın, mutfakta annesiyle şakalaşırken yüzüne yayılan gülümsemeyi; çocuğun sırtındaki çantada bir elma olup olmadığını. O masmavi göğün altında, insanlara karışmış yürürken, kendime dönüp derim ki; “bak hiç tanımadığın insanlar, büyütmediğin ağaç, dizmediğin vitrin, hepsi de bu günkü kaderinin ortakları oldular senin…”

Ali Ayçil

İZDİHAM