14 Mart 2016

Ahmet Uluçay ile konuştuk

ile izdiham

 Ahmet Uluçay ile vefatından önce yaptığımız söyleşi. O gün evdeki çaresizliğini ortaya çıkarmıştık. 

Az gittik, uz gittik Kütahya’ya sizin için Ahmet Uluçay’a gittik… Ahmet Uluçay’ı ziyaret etmek istediğimde daha üniversite birinci sınıftaydım. Türkçe kompozisyon dersinde bir röportajla ödevlendirilmiştik ve heyecanlıydık. Tam bu dönemde elime bir gazete geçti gazetede Kütahyalı yönetmenin başarısından söz ediliyordu ve kısa filmleri tanıtılıyordu. O Kütahyalıydı!!

Ben de Kütahyalıyım, dolayısıyla heyecanla kabaran hayallerim beni hemen o gün tepecik beldesine atmıştı ama gelin görün ki bu hayalimi ancak beş buçuk yıl sonra gerçekleştirebildim. Öğleye doğru Kütahyadaki evimden çıktım ve otogara gittim. Tavşanlı’ya giden ilk minibüse bindim. Yol akıp geçti ilçenin otogarından Tepecik minibüsüne bindim. Kısaca kendimi tanıtınca insanların kuşku dolu bakışları kayboldu.

Esasında asıl tedirgin olan bendim, sanatla az buçuk meşgul olan insanların sağı solu belli olmaz beni acaba nasıl karşılar diye tereddüt içindeydim.

Minibüsteki insanların sıcak bakışları bunu biraz azaltsa da tamamıyla bitirmedi tabi. Tesadüfe bakın ki Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminin oyuncularından İsmail Hakkı Taslak da oradaydı onu tanımak da zorlandık askere gidip gelmiş yakında da evleniyormuş otogarda çalıştığını öğrendik ama tekrar söyleşi yapma fırsatı bulmadık. Minibüsümüz tren yolunu geçince kenarları sazlıklı bir yola girdi.

Havada harman tozu vardı. Kenarlardaki tarlaların ekinleri biçilmişti. Kasabaya girince şaşırdım. Burası ne kadar da büyükmüş dedim içimden. Evleri gayet düzenliydi. Yollar asfalttı bazı kısımları kesme taşlıydı yolları genişti. Bir amcanın yardımıyla Uluçay’ın evine vardım. Evin görünüşü diğerlerinden oldukça farklıydı. Bir ege ya da iç Anadolu mimarisinden ziyade güney yani Akdeniz mimarisiyle yapılmıştı. Dış duvarları taştandı. Büyük demir bir kapıdan girdik bir bahçeyi geçip eve girdik bizi Ayşe Hanım karşıladı işte yönetmenimiz orada oturuyordu.
Dışarının sıcaklığına rağmen ev serindi. Evde beni ilk önce çiçek kokusu karşıladı. Ayakkabılarımı çıkarıp girdim Ahmet Uluçay’ın karşısına diz çöküp oturdum. Yönetmenimizde geçirdiği ağır ameliyatların izleri vardı. Ama yüzündeki naiflik ve sıcaklık içimi rahatlatmaya yetti. Yanında bir çay termosu ve sigara paketi hazır duruyordu.

Sohbetimizin sonuna kadar bir sürü sigara içti ona bir çok kez çay doldurdum ama hepsini soğuttu. Hatta demlikteki çay soğuyunca kalkıp çayı ısıttım aynı kendi evimmiş gibi. Üstelik iki bardak da içtim. Ona kısaca kendimi ve sitemizi tanıttım.
Kendiliğinden akıp gitti söyleşimiz. Siyasetten şiire edebiyata sanata elbette ki sinemaya dair uzun uzun konuştuk. Başlarda kendisine Ahmet Bey demem onu rahatsız etti.

Bana bey deme yav! Benim nerem bey baksana şu halime beylik halim mi var, dedi ben de bey yerine ona amca demeye karar verdim ve sohbetimiz bu şekilde devam etti.

Ahmet amca da ben de Kütahyalı olunca sohbetimizin büyük bir kısmını yöremizin yerel konuşması, manileri türküleri deyimleri oluşturdu. O bana türküler okudu ben ona Kütahya ağzından şeyler söyledim. Kütahya spor tezahüratı bile yaptık. Açık mavi goyu mavi hadi gali dep gali! Atcen deyon atmeyon hep golleri sen yiyon. Bunu geçip Kütahyalı delikanlıların sevdiklerine nasıl çıkma teklif ettiklerini bile konuştuk.
Ben sanı seviyon banı çıkamın deyince yönetmenimiz öyle içten güldü ki sanki sinemaya ilk heves ettiği onlu yaşlarına döndü. O da bana şunu söyledi:

Tren yoluna gül döktüm
Trenler geçmeyecek
Yarim bana söz verdi
Sigara içmeyecek 

Ahmet Uluçay’ la sohbetimiz öyle tatlıydı ki Allah ‘ım bu an hiç bitmesin diyordum. Roportaj için hazırladığımız sorulara elim varmıyordu bu güzel söyleşiye ara vermek istemiyordum.
Allah uyuz vesin de dırnak vemesin. Dar sokakla da geniş bıçaklara denk gelesice…Televizyonda konuşulan uyduruk Türkçeden de şikayet ettik ikimiz. Ahmet amca hava durumu sunanlara kızıyormuş. Bugün havanın kırk derece olması bekleniyor. Sağnak bekleniyor. Sanki oturup bekliyoruz diyor. Ben de geçen gün Kanal D ‘de öğle haberlerini dövecek gibi sunan Şule’nin gafından bahsettim. Şule efendi çok mutlu amerikalı ırak gazisi!! nin savaşta kopan eli yerine el yapmışlar bu elle tokalaşılabiliyormuş bile! Ay ne mutlu yaşasın hadi sevinelim. Bu densiz cahil kadın nasıl ırak gazisi diyebilir. Amerikalılarda gazilik diye bir kavram mı var diyoruz. Gazilik islami bir kavramdır. Bu kimle ne için savaşıyor da gazi oluyor anlayamadık. Ahmet amcam Amerikalı gazi olmaz öldürür gelir diyor. Sonra aklıma ünlülerin nelere yatırım yaptıkları hakkındaki lüzumsuz habere gülüyoruz. Bülent Ersoy iş makinalarına yatırım yapıyormuş. Yakışır ablamıza diyoruz..

Kız saçların ne kara
Ondan olur makara
Kara gözlü yarime
Yakışmıyor sigara

Yellik günnede assınla seni! ( yelli günlerde assınlar seni). Biz anladık ki bizim buranın insanının bedduası da dua gibi.


Ahmet amcam hasta ayağa kalkamıyor oturduğu yerdeki minderden konuşurken kayıyor sonra geri toplanıyor. Sigara çok içiyor bana soruyor içiyor musun diye? Ben hayır deyince seviniyor. Aman içme diyor.. Ahmet amca dertli bu başımdan neler geçti bu baş neler gördü diyor ve konudan konuya atlıyoruz. Ahmet amca bozkırda bir derya. Bozkırdaki Deniz Kabuklarından ve Kuzey Masalından konuşuyoruz. Bana anlattı ama size söylemem. Sadece bir tüyo! 15 eylülde Bozkırdaki Deniz Kabukları motor diyor. Ahmet amcamla bazen susuyoruz ve dalıp gidiyoruz.. Hemen bir konu açılıyor. Bir de bakıyoruz ki ne çok ortak noktamız varmış. İkimiz de necip fazıl seviyoruz ve yavuz sultan selimi seviyoruz. İkimiz de kuzeyi seviyoruz ve griyle mavinin kuzeyin renkleri olduğunu düşünüyoruz..ikimiz de yönlere takmış durumdayız ve yönlerimizin renkleri var. Sonra edebiyata geçiyoruz. Bana suç ve ceza dan ve babalar ve oğullardan onu büyüleyen birer pasaj anlatıyor o an ben Raskolnikova o da Sividrigaylova dokunuyor. Sonra Ahmet Amcam dokunsal halüsinasyonlar yaşadığını söylüyor ama onlara burada değinmeyeceğim. İlerleyen zamanlarda ayrı bir başlıkta okuyacaksınız. Sonra aklına bir yönetmen arkadaşının ona İstanbul’a neden gelmediğini sorması üzerine verdiği cevabı söylüyor. O tepecikte mutlu! Evinin kapısını kilitlemeden yatıyor. İstanbul’a gelip de korka korka mı yaşayayım diyor. Sonra bir şiirinden bir mısra söylüyor:

Hıdırtepe’den topladığım çiçekler de soldu ellerimde…
Çocukken bütün kelimeleri tersinden okurmuş. Bir ara da markaların amblemlerini çizermiş. Aykırıymış hep. Bir gün evlerinin bahçesinde heykel yapmaya başlamış. Ağzı yüzü çıkmış ortaya babası da görmüş bağırmış bu ne diye. Benim oğlum bunu nasıl yapar demiş. Bu onu daha fazla tahrik etmiş. Yine başka konuya atlıyoruz. Yayına hazırlanan kitaplarından bahsediyor. Ayrı ayrı öyküleri var ama şimdilik bende kalacak. Hastalığından konuşuyoruz. Bu tümör amcamın beyninin öyle bir yerine yerleşmiş ki bütün zihni faliyetlerini etkiliyormuş ve halüsinasyonlar görmesini sağlıyormuş. Bu hayır mı şer mi diye soruyor. Hayır diyorum bizim şerle işimiz olmaz, gülüyor. Hastalıkla on bir yıldır boğuşuyor. İki ameliyat geçirmiş terapileri devam ediyor. Aran nasıl hastalıkla diye soruyorum. Fena değil kardeş kardeş geçiniyoruz, mutluyuz diyor. Mevzu gımıldaka geliyor. Sinema bütün dillerde hareketli kımıldayan anlamına geliyor diyor. İşte size Türkçe bir kelime kımıldak kütahyacası da gımıldak. Sinemacı da doğal olarak gımıldakçı oluyor. Sonra gımıldak bizim en sevdiğimiz mucizevi bir buluş oluyor. Sonra Kütahya ağzında fiil çekimi yapıyoruz:

Sonra yine başka bir konuya atlıyoruz. Çocukluğuna gidiyoruz.

Gelivedim gelivedik
Gelivedin gelivediniz
Gelivedi gelivedile

Ahmet amcam dalıyor sonra Müzeyyen diyor, hayat beni ezip büzmek istedi ama izin vermedim. Anadolu’ dan çıkmış bu topraklarda yeşermiş bir sanatçıyla da böyle sohbet edilir ancak diyorum. Sıcacık masumane ve içten. Sohbetimizde ne bize yabancı kelimeler var ne de uyduruk akademik terimler. 11 ödülü aristokrat bir yönetmen alsaydı yanına varamazdınız. Ahmet amcamda biz varız köyümüz şehrimiz dilimiz duamız bedduamız var. Ahmet amcamla hiç ayrılmak istemiyoruz. Aman hep Kütahya’ dan bahsettik diye ülkem insanı alınmasın biz dünyada en çok Türkiye’yi seviyoruz. Ve hep dua ediyoruz Allah devletimize milletimize zeval vermesin diye.

Eğer onca haine rağmen ayaktaysak bu dualarladır. Gün inerken ben de içim yanarak saate bakıyorum. Gitme vakti gelmiş diyorum Ahmet amcam akşama yemeğe kal diyor. Dönüş vasıtası bulamamak endişesi bu güzel teklifi reddetmeme sebep oluyor. Ahmet amcamın elini ucunda sıkıp tokalaşmıyorum.

Elini güzelce tutup öpüyorum alnıma koyuyorum, gözlerimiz doluyor ,helalleşiyoruz. Ona dualar ediyorum. Ahmet amcam dildaş bulduğuna seviniyor onu odasında sigarasıyla ve çayıyla yalnız bırakıp çıkıyorum. Hemen tavşanlı minibüsüne biniyorum şoför amca yabancı olduğumu anlıyor. Gızım gitmeyve yemeğe galıve insanın derisi geyilmez diyor. Gelelim röportajımıza…

M.Ç. : Sizin ilk filminizde oynayanlar bugün ünlü olma yolunda hızla ilerliyor. Ama siz bu kasabada yalnızsınız. Meşhur olmaya neden heveslenmediniz?

A.U. : Ben kendi içimde meşhurum. Burada oturup film yapmak bana ilginç geliyor. Onların sokakta tanınmasından benim dünyada tanınmamam daha verimlidir.

M.Ç. : Dostoyevski, Baudlaire, Nietzche olmasaydı dünya gene böyle bir yer olur muydu?

A.U. : Dünya o zaman kesinlikle farklı olurdu. Onlar hayatı yaşanılır kılıyorlar tat katıyorlar hayata. Yani hayatın tuzu biberi onlar. Onlar dünyayı kahverengi olmaktan çıkarıp renklere boyayan, beyinlerde resim yapan insanlar. Ama şimdiki meşhur olmak için kendini parçalayanlar ancak sokakta gezdiklerinde hatırlanacaklar.

M.Ç. : Gölgeler hakkında ne düşünüyorsunuz?

A.U. : Benim bütün oyuncağım gölgelerdir. Gölgeler varlığın süsüdür. Gölgeleri filmlerimde hep kullandım. Yeni filmlerimde de bol bol kullanacağım. Gölgenin olmadığı bir dünya ne kadar yavan olurdu.

M.Ç. : Siyasetle sinema arasındaki sarmalı anlatır mısınız?

A.U. : Bir sanatı diğerinden ayıramam, nasıl edebiyatla siyaset arasında bağlantı varsa sinemanın gelişimi de siyasetle bağlantılıdır. Reagan zamanında yapılan filmle, Clinton zamanında yapılan filmlere baktığınızda bunu daha ehil şekilde görebilirsiniz.

M.Ç. : Her şey zıddıyla bilinir. Siz hep iyi filmler yaptınız. Kötü filminiz olmayacak mı?

A.U. : Hayır,hayır,hayır,!! Hiçbir alanda kötü bir iş yapmadım. Vallahi bir kamyon kullanırdım görenler hayran kalırdı. Kamyonun egzost sesiyle şiirler yazardım. Diyecekseniz ki kamyon egzostuyla şiir yazılır mı? Yazılır… Bir de klasik olur. Ama bunu hissede cek ve hissettirecek bir ruha sahip olmanız gerekiyor.

M.Ç. : Ahmet Uluçay ne yapmamaya çalışıyor?

A.U. : Bu zor bir soru oldu. Benim ne yapacağım belli olmaz. Babam rahmetli 24 saatte 48 yön değiştiriyorsun derdi. Benim buna verecek net bir cevabım yok. Ne yapmamaya çalıştığımı bilmiyorum. Sağım solum belli olmaz ama. Hiçbirşey yapmamaya çalışmak isterdim herşeyi içinde olan. Ama babamı asla şaşırtmamak için değiştirmediğim yönüm kalmıyor.

M.Ç. : Ahmet Uluçay’da kentlileşme, meşhur olma zengin olma arzusu yok anladığım kadarıyla. Peki Ahmet Uluçay’ın arzusu ne? Siz deli misiniz? Bunca tamaşanın içinde geçip bir köşede ıssız adam rolünü oynuyorsunuz?

A.U. : Benim hiçbir arzum yok.( çayı sıcak mi diye bakıyor sigara paketini oğuşturuyor) Çayım sigaram varsa sorun yok. Çayım sigaram varsa sorun yok.Çayım sigaram varsa sorun yok.

( Hoppala!! Aynı soruyu bana soruyor.)A.U. : Sen neyi arzuluyorsun?

M.Ç. : Üniversitede birinci sınıfta hayalini kurduğum bu söyleşinin daha uzun sürmesini istiyorum.

(Tükeniyor diyoruz ikimizde…)

Bu esnada aklına sanırım bir şiir geliyor. Bir filmden aklında kalan da olabilir. Net ifadeler çıkaramıyorum.

Benim çocukluğumda masal anlatan babaanneler yoktu.
Pamuk kediler de yoktu.
Onları ben uydurdum.
Yalanda üstüme yoktur..
Ben toprak yiyen kızları gördüm
Yerken bana özendirirlerdi.

Sonra şimdi toprak yemek istediğini söylüyor.

M.Ç. : Ahmet Uluçay Türk sinemasının neresinde duruyor?

A.U. : Tam ortasında. Sağında solunda yanında arkasında değilim. Tam ortasındayım.

M.Ç. : Nelerden öykünüyorsunuz?

A.U. :Kadın ağızlarını hiç sevmem. Onlarla alay ederim. Her şeyden öykünebilirm onun dışında.

M.Ç. : Şiirler yazdığınızı biliyoruz. Edebiyatla sinema arasında ne tür bir bağlantı kuruyorsunuz?

A.U. . Edebiyatla sinemayı aslında dedim ya sanat dallarını hiç ayırmam. Malzeme farklıdır o kadar. Bir mısra ile bir kare fotoğrafın arasında bir fark bulmanız imkansızdır. Ya da güzel yazılmış bir cümle tren raylarında trenle yarış eden tayları gösteren karelerden farkı yoktur.

M.Ç. : Beğendiğiniz şairler ve yazarlar kimler?

A.U.: Arif Nihat Asya , Peyami Safa , Necip Fazıl, Turganyev Adgor Allen Poe, Charles Dickens , Dostoyevski.

M.Ç. : Türk sinemasında beğendiğiniz yönetmenler ve oyuncular kimler?

A.U. : Beğendiğim oyuncu yok. Yönetmenlerden Metin Erksan ve Ömer Kavur’u beğeniyorum.

M.Ç. :Nassıl yani hiç kimseyi beğenmiyor musunuz?

A.U. : Hayır beğenmiyorum. Beğenme zorunluluğum olduğunu da düşünmüyorum.

M:Ç. : Hayal ettiğiniz yere ulaşabildiniz mi? Herkes karpuz kabuğundan gemiler yapılabileceğine inandı. Siz bu başarıdan tatmin oldunuz mu?

A.U. : Hayır, ben daha güzel bir yer arıyordum. Ama beni buraya getirip koydular.

M.Ç. : Küresel ısınmayla ilgili ne düşünüyorsunuz?

A.U. : Dünyada altı milyar hayvanla aynı anda yaşadığımı düşünüyorum. Altı milyar hayvan arasında insan kalmaya çalışan bazılarından biriyim.

M.Ç. : Ahmet Uluçay’ın kabuklarla ne gibi bir derdi var? (karpuz kabuğu, deniz kabuğu)

A.U. : Kabuğumu çatlatmaya çalışıyorum.

M.Ç. : En çok içinizi sızlatan anınız nedir?

A.U. : Babam beni böyle işlerle uğraştığım için hep hakir görürdü. Babamın desteğini hiç almadım. Azıcık destek verseydi böyle olmazdı. Şimdi bile onun desteğini arıyorum. Babamla ilgili yaşadığım her şey içimi sızlatıyor. Annem çok iyiydi. Kafamı gönlümü hep annem besledi. Kitabımın adını bile annemden esinlenerek koydum.

 Müzeyyen Çelik, Ahmet Uluçay ölmeden önce www.izdiham.com tarafından yapılan söyleşi.

İzdiham