4 Ocak 2018

Ademhan Esen İle Ağrı Kesici Bir Röportaj

ile izdiham

İsmi Ademhan Esen. Her şeyin farkında. Kim olduğunun, nereden gelip nereye doğru yürüdüğünün de. Ayağını yere sağlam basmayı ilk olarak tiyatrodan öğrenmiş. Sahne tozunu, eskilerin burnuna enfiye çektiği gibi çekmiş. Sonrası malum.

Kitaplarla çok derin bir bağı var. Hatta ona “nasılsın?” diye sorana kitap ismiyle cevap verebilecek kadar da kitaplarla yaşıyor. Onunla sohbet etmek çok keyifli. Arkadaşım diye demiyorum, onu mutlaka tanımalısınız. Sizin için bir röportaj yaptım. Ben zaten tanıyorum.

 

İbrahim Varelci: Ben şöyle düşünüyorum: Her yazar kendi dilini inşa etmelidir. Eğer bunu başaramıyorsa zaten kalıcı eserler ortaya koyamaz. Yani yazarın içten içe yapmak istediği şey budur gibi gelir bana. Sen bu konuda ne düşünüyorsun? Cevabın önemli çünkü oradan başka bir noktaya varacağım.

Ademhan Esen: Katılmakla birlikte birkaç hususun altını çizmem gerekiyor: Hiçbir kelimenin eş anlamlısı yoktur. Bunu ben söylemiyorum, biliyorsun. Fakat okullarda çocuklarımıza öğretilen bu değil, her kelimenin bir sürü eş anlamlısı varmış gibi anlatılıyor: Bence kelimelerin hakkına giriyoruz. Hatta harflerin hakkına giriliyor; harfler bizden hesap sorar ilerde. Düşünsene, bir anlamı ifade ettiğini sandığın üç farklı kelimede bir sürü farklı harf var, onlara “aynı” dersek, ayıp etmiş olmaz mıyız? Bu bağlamda, tarz, üslup, biçem ve ekol kelimeleri arasındaki farka değinmek isterim. Bunların aynı şey olduğunu söyleyemem, söylenemez yani, saçma olur.

İbrahim Varelci: “Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır” atasözü de sadece bizim için değil, kelimeler için de geçerli diyebiliriz?

Ademhan Esen: Elbette öyle, hatta Pinter’ın bir sözü var: “Herkes kendi ciğerinden nefes alır” Bence çok mühim bir söz. Çünkü kitaplar, bizim insanlığımızı inşa etmekte kullandığımız ana malzemedir, ham maddemizdir; kitapların yazarlarının da sadece kendi üslubunu değil, her karakterin bile üslubunu ayrı ayrı üretmesi gerekir. İşte bu söz, tıpkı senin örneğindeki gibi sadece insanlar için değil, kurgudaki karakterler için de geçerlidir. Bu yüzden yazarlık iddiasında bulunan biri, kitabı kapatıp kenara koyduğumuzda bile kendi ciğerinden nefes almaya devam eden karakterler üretmelidir. Kalıcılık da bununla ilintilidir, bizi Don Kişot’un öldüğüne kim inandırabilir ki?

İbrahim Varelci: Kitabında tüm bunları bir “kaygı” olarak değil de sanki günlük hayatta da derdini bu dille anlatıyor gibi yazmışsın. O kadar içselleştirmişsin yani mevzuyu. Bu çalışılmış bir şey olmasa gerek?

Ademhan Esen: Doğru tahlil etmişsin, asla durmadım. Bu konunun üzerinde de durmadım, hikayeyi kurarken de durmadım. Kimisi olacak olaylar için zemin hazırlar, kimisi örgüyü sağlamlaştırmaya çabalar: Ben de yoldan tuttuğum birine, “Ya bir şey anlatacağım, inanmayacaksın,” diyerek giriş yaptım. Bunu o an bilmiyordum tabii, sonradan fark ettim. Asla bir kaygı veya plana kurban edilmiş hikayeler çıkmadı. İçselleşmesi tam olarak bu yüzden, samimiyet, içtenlik dediğimiz şey böyledir, dışardan görünüyorsa içten değildir. Çalışılmış pozisyonlar yok, hep frikik verdim, hep falso yaptım, bu yüzden de güzel dönüşler aldım.

İbrahim Varelci: Mesela şu: “Kliması bozulunca sıcaktan bunaldığını sanarak usta çağırmakla buzdolabının soğukluğundan faydalanmak arasında kalırken oradan geçen karıncadan telepatik posta yiyen adam”. Bu kimin aklına gelirdi senden başka? Bunu kendine sordun mu hiç J

Ademhan Esen:  Yıllardır soruyorum bu soruyu kendime, Allahım bu dergiye ben niye geldim? (nağmeli) Aslında öyküye girmeye çalışıyordum burada fakat cümle bir türlü bitmedi. Bitmeyince de biraz müstehzi, biraz ukala, biraz cüretkar davranıp bu cümleyi öykünün ismi olarak belirledim ve altına hikayeyi yazdım. Karar vermek, çağımızda zor bulunan bir özellik, özellik diyorum çünkü artık hiçbir şeye karar veremiyoruz. Müthiş bir standardizasyona tâbiyiz. Boğazdan karşıya kayıkla geçemiyoruz, solaksak deklanşöre basamıyoruz, tarzımız olduğunu sandığımız kıyafetlerin dışında bir şeyler giyinemiyoruz, bizim için seçilmiş renklerin dışında renk seçemiyoruz: Tek satırlık öykü isimlerine teşneyiz, yayıncılar daha uzunlarını okurlar adına karar vererek tercih etmiyor. Buyurun, buradan buyurun, dört beş satırlık bir öykü ismimiz var, belki seveceğiz, kim bilebilir ki?

İbrahim Varelci: Röportajı okuyanlar, kitabın her tarafından kavramlar ve kelime oyunları fışkıracak sanmasın. Tadında bırakıyorsun bunu. Yanılıyor muyum?

Ademhan Esen: Sansınlar yahu, bir şey sansınlar ve olmasın. Olmasın ki daha iyi kitaplara yönelelim, daha sağlam metinler okuyalım. Hayal kırıklığı, onur kırıklığı ve zaman kaybı yaşayalım. Kaybedeceksek metinlerde kaybedelim, kurguda kaybedelim ki, gerçekte halimiz yaman olmasın. Ben özellikle bir ekolü benimsemeye dikkat etmedim. Allah ne verdiyse kurdum, kurmak da biraz kazmak gibi bir şey. Kazdıkça daha derine inersin ama peki oradan dışarı nasıl çıkacaksın? İşte bu noktada ihtiyacın olan şey dışarı çıkmak olmuyor, biten bir kuyunun dibinde başlayan binlerce farklı kuyu görüyorsun ve oyun başlıyor. Seçiyorsun. Seçiliyorsun. Bazı kuyular seni çağırıyor, bazıları itiyor; kalıplara sığmıyor, kabından taşıyorsun. Yerçekimsiz ortamda nereye akmak istersen oraya akıyorsun.

İbrahim Varelci: Absürt olmakla harbiden saçma olmak arasında ince bir çizgi vardır. Yani öykü dilinin tehlikeli sularda gezindiğini biliyorsun. Bu çizgiyi de bana kalırsa muhafaza etmişsin.

Ademhan Esen: Bunu kitap piyasaya çıktıktan sonra öğrendim aslında: Tehlikeli. Ürkütücü. Cüretkar… böyle şeyler söyleniyor. Ama neden? Bu ülkeden Etgar Keret çıkmasın mı, Marquez çıkmasın mı, Rushdie çıkmasın mı? Masallar bizi kurtaracak, gerçekler zaten gerçek; mühim olan gerçekten daha gerçek bir hazzı, hakikatten daha hakiki bir çoşkuyu ve manadan daha manalı bir lezzeti, yalandan daha yalan bir hikayede yakalamak. Hepsi bu.

Ademhan Esen ile ilgili görsel sonucu

İbrahim Varelci: Şunu merak ediyorum: Argo, mesleki jargonlar, günlük hayatta halk arasında kullanılan kitaba geçmemiş kelimeler; kısaca sokağın diline nasıl bakıyorsun?

Ademhan Esen:  Ben argo ve sokak jargonunu pek kullanmam, sevmem de… Fakat çok zekice olduklarını düşünüyorum. Ölümüne kavga etmek yerine karşısındaki düşmana küfür edip uzaklaşan ilk kişinin, medeniyetin gerçek kurucusu olduğu söylenir. Bu yüzden argo ve sokak jargonunun bir aparkattan daha sert, uçan tekmeden daha güçlü ve Osmanlı tokadından daha sarsıcı olması gerekir. Keklemek, zarflamak, yemlemek… ilk defa kim kullanmıştır, nasıl icad edilmiştir, çok merak ederim ve sevmesem de saygı duyarım.

İbrahim Varelci: Son sorum şu: Bu kafanın seni romana doğru sürüklediğini düşünüyorum. Roman yazmayı düşünüyor musun?

Ademhan Esen: İşin doğrusu düşünüyorum. Senin tespitlerin çok tutarlı oluyor başından beri. Başladım da hatta romana. İlk cümlesi de şöyle: “Bu ülkede yaşayan herkesin bildiği iki ortak şey vardır: birincisi, ayrılık ölümden beterdir, geçmiyor; ikincisi, Happy Center’da avantajlar bitmiyor, hayvan severlere müjde, mesela köftelik dana kıymanın kilosu kırk dokuz seksen yerine yirmi beş lira elli kuruşa…”

İbrahim Varelci: Şaka mı bu?

Ademhan Esen:  Soru mu bu? İbrahim?

İbrahim Varelci: Ademhan?

Ademhan Esen:  İbrahim, içimdeki putları devir, elindeki baltayla, yıkılan putların yerine yenilerini koyan kim?/ İbrahim, gönlümü put sanıp da kıran kim?

İbrahim Varelci: Güzel şiir, Asaf Halet, büyük şair.

Ademhan Esen:  Gerçekten de öyle. Çok severim bu şiiri. O hikaye de şakaydı tabii, tekerlek kaşarla ilgili bir roman yazıyorum. Bu biraz önemli, birisi limondan bahsetse canımız çeker. Metinlerde de gördüğümüz şeyleri canımız çeksin istiyorum. Herkes tekerlek eski Kars kaşarından yesin istiyorum. Teknik icatların en mühimi nasıl ki tekerlekse, fiziki anlamda insanın ayakta kalmasını sağlayan en büyük keşif de bence peynirdir. Çünkü sütün en fazla muhafaza edilebilir halidir peynir. Umarım başarılı olabilirim.

İbrahim Varelci: İlgi çekici, kulağa hoş, göze cazip, boğaza leziz, beyne komik geliyor. Merakla bekleyeceğim.

Ademhan Esen: İlk fırsatta bitireceğim, teşekkür ederim.

İbrahim Varelci: Son bir soru daha. Issız bir adaya düşseydin yanına alacağın üç şey nedir? Şaka şaka. E hep sen mi yapacaksınJ Bana üç şehir, üç kitap, üç şarkı ve üç film söyler misin?

Ademhan Esen: Şaka olan sorudan başlıyorum, yanıma alacağım üç şey, bana üçer dilek hakkı verecek cinlerin içinde olduğu üç lamba. Böylece dokuz dilek hakkım olur.

Üç şehir, tartışmasız Dresden, Brugges, Kastamonu. Kastamonu’ya torpil geçmiyorum ha, yanlış anlaşılmasın, Oğuz Atay’ın, Rıfat Ilgaz’ın memleketine torpil geçilmez, füze geçilir.

Üç filmim, Balada Triste De Trompeta, The Fall, Man and Chicken. Hepsi Hollywood dışı.

Üç şarkı, My Way – Sinatra, i’m your man – Cohen, Swords in the Wind – Manowar

 

Röportaj: İbrahim Varelci

İZDİHAM