10 Mart 2016

Abdussamed Geçer, Küf

ile izdihamdergi

Cihan, dedesinden kalan harabe bir köşkün satılmasıyla elde edilen gelirle özel bir üniversiteyi bitirmiş, mezun olur olmaz da bir bankada işe girmişti. Keskin zekâsının yardımıyla kısa sürede önemli yerlere gelmeyi başarmıştı. Çevresindeki insanlar da onu hep dürüst ve iyi biri olarak bilirlerdi. Altmışlı yaşlarındaki annesiyle birlikte makam arabasına binmişler, mezarlığa doğru yol alıyorlardı. Mezarlık ziyareti için erken denebilecek bir vakitte yola çıkmışlardı. Güneş parlamasına rağmen havada yırtıcı bir soğuk vardı. Nefes almanın eziyete dönüştüğü bir soğuktu bu.

Yol boyunca her yer, üzerindeki çiğlerin donduğu sararmış yapraklarla doluydu. Yolun ağaçlarla kaplı olması, ışık huzmelerine neden oluyor, sisli hava da bu huzmelere esrarlı bir güzellik katıyordu. Mezarlığa değil de, sanki öte dünyaya giden bir yol üzerinde gibiydiler.

Arabada kesif bir sessizlik hâkimdi. Cihan, gözlerini yoldan hiç ayırmadan düşünceli bir halde arabayı kullanıyordu. Yanı başındaki annesi elini çenesine dayamış, kederli gözlerle yolu seyrederken, Cihan’ın acısı başa çıkılamayacak dereceye geliyordu. İki yaşındaki minik kardeşinin ölümüne neden olan 3 Ekimdeki yangını hatırlıyor, ne kadar iğrenç bir yaratık olduğunu düşünüyordu. Cihan, ciğerine tiner dökülmüşçesine azap çekiyordu. Hakikatte neden hiç kimse iyiliğin ya da kötülüğün netliğine dair gerçekçi kanaat getiremiyordu? İyilik ve kötülük sadece sanatta net görünmekte kalacaktı?

İşte bu sorunun verdiği acı ve annesinin kederi, her yıl 3 Ekimde vicdan azabıyla birleşince Cihan’ın dünyası alt üst oluyordu. Evden mezarlığa kadar olan bu yaklaşık altı kilometrelik yol, hiç bitmeyecek gibi geliyordu.

Sonunda mezarlığa varmışlardı. Anne ve oğul, kederli bir birliktelikle mezarın olduğu yere doğru yürüyordu. Ağaçlar ölüleri emerek gürbüzleşmiş, genişleyen dallar tüm mezarlığın üstünü bir çatı gibi kapatmıştı. Anne, hiçbir şeye aldırmadan gözü ileride, oğlunun mezarını görme çabası ve merakı içinde yürüyordu. Çünkü mezarlıkta anneler, sadece oğullarının mezarına odaklanarak yürürler. Cihan ise her adımında biraz daha kahroluyordu. Mezara vardıklarında küçük kardeşinin birden sıçrayıp boğazına sarılacağından korkuyordu. Bu kahrı ve korkuyu dindirmek için kendince bir oyalanmaca bulmuştu. Mezar taşlarındaki ölüm tarihleri ile doğum tarihlerine bakarak mevtaların öldükleri yaşı hesaplıyor, kendince bir mezarlık istatistiği tutuyordu. Otuz altı yaşında öldüğünü hesapladığı bir mevtanın mezar taşında yazılı olan cümle ise dikkatini çekmişti: “Yaşamın en alışılmış işi, ölümü canlı ve diri tutmasıdır.”

Anne oğlunun mezarını görünce adımlarını hızlandırdı. Varır varmaz mezarın yanına çöktü ve elleriyle toprağı okşamaya başladı. Hem toprağı okşuyor hem de topraktan fışkırmış kötü bitkileri söküyordu. O esnada annesinin yanı başına dikilen Cihan, nedense sökülenlerin kardeşinden bir parça olduğunu düşündü ve aniden irkildi.

“Şu suyu verir misin oğlum?” dedi annesi. Cihan, yanında getirdikleri beş litrelik suyu annesine uzattı. Hayranlıkla annesinin suyu döküşündeki inceliği ve şefkati inceliyordu. Şiirsel bir hal oluşmuştu mezarda. Toprağın üzerinde süzülen su damlaları, ağaçların arasından sıyrılan naif güneş ışığıyla parıldıyordu. Bu güzel an, bir itiraf anı olarak tecelli edecekti. Cihan, gözlerini damlalardan ayırmadan “Anne” diye seslendi. Annesi de yaptığı işi bölmeden, “Efendim oğlum” diye karşılık verdi. Cihanın beynine birden kan sıçramıştı. Ayakları dermansızlaşmış, gözleri kararmıştı. Söyleyeceklerinin her şeyi berbat etmesinden korkuyordu. Yalnız bir hayat süren annesinin ona olan itimadı sonsuzdu ve onu zedelemek, annesini iyice mahvedebilirdi. Bunlar sağlıklı düşüncelerdi. Annesinden biraz uzaklaşarak yere çömeldi. Gözlerini yere dikti. Yerdeki karıncaların ilerleyişini görünce içinden “kader” kelimesi geçiverdi. O anda birden cesaret buldu ve “Akif benim yüzümden öldü” dedi.

Annesi birden kafasını çevirdi. Rengi atıvermişti. Kaşlarını birbirine yaklaşmış ve alnı kırışmıştı. Cihan’a, “Ee, nasıl oldu peki” der gibi bakıyordu. Cihan bu bakıştan hareketle tekrar yere bakarak konuşmasına devam etti: “O gece seni kucaklayıp aşağıya indirdikten sonra eve, kardeşimi kurtarmak niyetiyle çıkmamıştım. Bankanın, üzerinde çalışılan bir ihale dosyası vardı. Yanma tehlikesinde olanın o olduğunu düşünmüştüm. Eve çıktığımda salonun orta yerinde alevlerin ve dumanın arasında aklıma dosyayı kurtarmaktan başka hiçbir şey gelmedi. Fırlayıp can havliyle dosyayı kurtardım. Akif aklımın ucuna bile gelmemişti…”

“Ben iyi bir insanım anne, sana hep iyi davranmadım mı? Evlenmedim bile senin için, yalnız kalmayasın diye. İyi bir insanım inanıyor musun bana, he, inan, anne?”

Cihan eliyle yüzünü kapayarak hıçkırıklara boğuldu. Annesini üzmekten değil, zihnini küflü bir duvara çeviren bu sırrını açıklamanın rahatlığıyla ağlıyordu. Oldukça rahatlamış hissetti kendisini. Hıçkırıklarının arasından kekeleyerek, “Bende-de-den ne-nef-nef-ret edi-yo-yo-r o-lmalısın.” dedi annesine.

Annesi olduğu yerde, tüm sinirleri sökülmüşçesine dona kalmıştı. Bakışları, bir sırrı ifşa edecekmiş gibi çok uzağa odaklanmıştı. O anda hiçbir şey hissetmiyor gibiydi. Etraf tamamen sessizleşmişti. Derin çizgilerle dolu yıllanmış suratında süzülen rüzgârı hissetmiyordu. Duyguları karmakarışık hale gelmişti. Dünya o anda durmuş olmalıydı. Tam olarak ne diyeceğini bilemeden, “Seni doğurup büyüten de benim sonuçta” dedi.

Cihan o anda, beyninin inanılmaz şekilde uyuştuğunu hissetti. Sanki beyninin içinde sıcak çöl kumları akıp duruyordu. Zihninde annesinin söylediği son sözü anlamaya çalışıyordu. Bu çaba çok uzun sürdü. Zihni, sözün üzerinde oyunlar oynuyor, ilginç düşüncelere neden oluyordu. Beyni sanki kontrolü dışına çıkmıştı. En sonunda nedense şu kanıya vardı; onu annesi büyüttüyse, bu hadiseye neden olan da oydu..

Sonra belindeki silahını annesinin kafasına dayadı ve -hiç duraksamadan- beynini sıcak bir kurşunla dağıttı. O anda aklına gelen tek düşünce, kardeşinin mezarının üstüne sıçrayan beyin parçalarını nasıl temizleyeceğiydi.

 

 Abdussamed Geçer

İzdiham