23 Mayıs 2017

A. Sait Aykut, İbn Battûta’da Ahı Kelimesi ve Anadolu

ile izdihamdergi

 

I- Seyyaha Dair

Ortaçağın en büyük seyyahı ve Rıhletü İbn Battûta diye bilinen seyahatnamenin sahibi, tam adı; Ebû Abdullah Muhammed b. Abdullah b. Muhammed b. İbrahim Levâtî Tancî 17 Recep 703/25 Şubat 1304’te Fas’ın Tanca şehrinde doğdu; 770/1368’de Tâmesna-Merrâkeş kadısı iken vefat etti. Ailesi, Berberî asıllı Levâte kabilesinden olup Berka’dan Tanca’ya göçenlerdendir. Edebiyat, fıkıh gibi dönemin popüler ilimlerinde sivrilmediği için sadece üç çağdaşı ondan bahseder. Ancak seyahatnâmesi sayesinde dünya tarihinin en çok tanınan gezginlerinden olmuştur.

Kendi çağdaşları arasında sadece Lisânüddîn İbnü’l-Hatîb, İbn Hacer ve İbn Haldûn ondan bahseder. Abdülhayy Hasenî ve Makkarî de Rıhle’den alıntılarda bulunan tarihçilerdendir. Fas’ta, Sa’dîler döneminde Osmanlı başşehrine sefir olarak (1589-1591) gönderilen Temgrûtî eserinde bazı doğu şehirlerini anlatırken İbn Battûta’ya atıfta bulunmuş, ünlü sözlükçü Zebîdî, ansiklopedik sözlüğü Tâcü’l-Arûs’da seyyahımızı tanıtırken “Tı” harfinin Battûta şeklinde şeddeli okunması gerektiğini bildirmiş ve Beylûnî’nin çıkardığı muhtasara değinmiştir. Muhammed b. Fethullah b. Mahmud Beylûnî (ö: 1085/1674), gerek Avrupa’da gerekse İslâm dünyasında Rıhle’nin tanınmasında önemli bir duraktır; onun sunduğu Münteka, yani özetin Doğu kütüphanelerinde çeşitli nüshalarına ulaşılmış, Avrupa’da ilk İbn Battûta çevirilerine de onun özetiyle başlanmıştır. Dolayısıyla Defrémery-Sanguinetti neşrinden önce Rıhle’nin Doğu İslâm âleminde hiç bilinmediğini savunmak abartılı bir iddiadır.

Fotokopisi Faslı diplomasi tarihi uzmanı A. Tâzî tarafından neşredilen bir mektubundan da anlaşıldığı üzere meşhur biyografi uzmanı edebiyatçı İbnü’l-Hatîb aslında İbn Battûta’yı çok iyi tanımaktadır; ancak ya onu ciddiye almadığından yahut kıskanç davrandığından dolayı ünlü eseri İhâta’da ona pek yer ayırmamış, birkaç cümlecik malûmatı da hocası Ebu’l-Berekât Bilfîkî’den naklederek vermiştir. İbn Hacer Askalânî de İhâta’yı kaynak göstererek bir-iki cümleyle geçiştirmiş İbn Haldûn ise gerçekleşmesi imkânsız görülen olayları hemen inkâr etmenin yanlışlığı konusunda Vezir İbn Vudrâr Haşemî’nin uyarısını naklederken İbn Battûta’dan bahsetmiştir.

Bu kaynaklardaki kısa değinilerden anlaşılacağı üzere İbn Battûta, dinî ilimlerde biraz ilerlemiş lâkin herhangi bir alanda derinleşememiş bir genç olarak başlar seyahatlerine. Yıllar sonra Merinî hükümdarı Ebû İnân Fâris döneminde (749-759/1348-1354) yurduna döndüğünde gezdiği uzak ülkelerden, gördüğü garip olaylardan bahsedince sözleri alayla karşılanmış ve pek çok şeyi uydurduğu sanılmıştır. Örneğin Ebu’l-Berekât Bilfîkî, Gırnata’da görüştüğü gezginin her şeyi çok abarttığını savunmuştur. Kuşkusuz; bilge siyasetçi Vezir İbn Vudrâr olmasaydı İbn Haldûn da alaycılar kervanına katılacaktı. Seyyahın yola çıkarken derin bir kültüre sahip olmadığı savunulsa bile, gerek seyahat esnasında aldığı icâzetler ve her sahada öğrendiği yeni bilgiler; gerekse önceki yazarların anlattıklarını güncelleştirme çabası bize şunu göstermektedir ki; yurduna döndüğünde artık deneyimli bir bilgin ve seçkin bir danışman olarak Merinî sultanının meclisinde yerini almıştır. Elimize ulaşamasa da İbn Sûde bize İbn Battûta’nın el-Vasît fî Ahbâri Men Halle Timentıt başlığıyla ikinci bir kitabı olduğunu bildirmektedir.

Literatürde Rıhletü İbn Battûta diye bilinen Tuhfetü’n-Nuzzâr fî Garâibi’l-Emsâr ve Acâibi’l-Esfâr başlıklı muazzam seyahatnâme, İbn Battûta’nın ne kadar zengin tecrübelerle yurduna döndüğünü gösterir. Türklerin, Moğolların, Maldivlilerin hükümdarlarıyla karşılaşmış; Arapça bilmesi ve derviş gibi giyinmesi sebebiyle birçok ülkede kadılık makamına getirilmiştir. Herhalde Farsçayı iyi bildiği, Türkçeden de epey anladığı için zaman zaman diplomatik vazifelerde bulunması da istenmiştir. Ancak İbn Battûta’yı halk ve ulemâ nezdinde sempatik kılan özellik; Lisânüddîn İbnü’l-Hatîb’in de belirttiği gibi daima dervişçe giyinmesi; derviş gibi davranmasıdır.

Sufîlere ve zahitlere duyduğu yakınlık, bazen onların sözlerini ezberlemesine de yol açmıştır. Rıhle bu yönüyle o çağın tasavvuf haritasıdır. Bir yandan, son derece sıradan betimlemeler yaparken, öbür yandan olağanüstü sınıfına girecek olayları yadırgamamakta, güvendiği birinden gelen haberi asla reddetmemekte; zaman zaman bazı sözlere inanmadığını belirtse de akılüstü nitelikteki hikâyelere çok da itiraz etmemektedir. Seyahatnâme boyunca görüleceği gibi, bazen savaşlara katılmakta, bazen de kendini dünya nimetlerinden ırak tutarak uzun süren yalnızlık tecrübeleri yaşamaktadır. Benliğinde hissettiği ruhî tembellikten kurtulmak için tüm malını elden çıkarıp Şeyh Kemâleddîn Abdullah Gârî’nin tekkesine girmiş; ama kendi ifadesiyle hayat onu tekrar maceraların kucağına atmıştır.

O, Ortaçağ’daki Müslüman seyyahların en büyüğüdür; bir kısım şarkiyatçının da itiraf ettiği gibi eskiden Ortaçağ’ın en büyük seyyahı kabul edilen Marko Polo’nun bir numaralı rakibidir; hatta Kraçkovsky’nin ifadesiyle Marko Polo’dan çok daha geniş bir alanı gezmesi ve üç kıtada en önemli kültür merkezlerine ulaşması münasebetiyle onu geride bırakmıştır. Kaldı ki İbn Battûta gezdiği birçok ülkede toplumsal yaşama karışmış, evlilikler yapmış ve anılarını hiçbir kuşkuya yer bırakmadan güvenilir birine yazdırmıştır. Oysa Marko Polo uzmanları iyi bilirler ki Rustichello bir dinleyici-yazıcı olarak sayfalar dolusu hayalî hikâye katmıştır Marko Polo’nun anılarına. İbn Battûta’nın tüm gezileri hesap edildiğinde karşımıza 73.000 (73 bin) mil gibi dudak uçuklatan bir mesafe çıkar.

Ayrıntıları asla ihmal etmeyen İbn Battûta, eserinde en fazla insan ögesine yer verir. Devlet adamlarından sufîlere, İbn Köyük gibi uluslararası ticaret yapan Türk asıllı namlı tacirlerden hukuk bilginlerine dek binlerce farklı kişiden bahsetmesi ve bu isimlerin büyük bir kısmının, o dönemdeki tarih ve biyografi kitaplarında aynen yer alması insanı hayrete düşürmektedir. Çeşitli milletlerin giyim kuşamı, âdetleri ve inançları konusunda detaylara inmesi, bazı araştırmacılar tarafından ilk antropologlardan sayılmasına, bazıları nezdinde ise etnolog gibi görülmesine yol açmıştır. İbn Battûta, gezdiği ülkelerin coğrafyası ve ekonomisi hakkında da ayrıntılı bilgiler verir. Fakat dönemin klasik coğrafya ekollerinden herhangi birine mensup olmadığı için mesafeleri ayrıntılı bir şekilde belirtmemiş, sadece kaç gün tuttuğunu anlatmıştır. Onun incelediği ana unsur insan olduğu için pek çok şehri “binaları sağlam, mescidi küçük…” yahut “köhne bir kapısı var, kalenin iç kısmı boş…” tarzında klişe cümlelerle geçiştirmiştir.

II – İbn Battûta Seyahatnâmesi’nde “Ahı” kelimesi

Öteden beri “Ahı” kelimesinin kökeni hakkında tartışmalar yapılmaktadır. Bir kısım araştırmacı, kelimenin Arapça olduğunu savunup İbn Battûta’yı referans gösterirken diğer bir kısım araştırmacı o çağda yaygın olan Arapçalaştırma gayretiyle kelimenin değiştirildiğini, aslı “akı” iken “ahî”ye dönüştüğünü savunur. Oysa Anadolu şivelerine bakılırsa “Akı” lafzının yazımını en iyi karşılayacak formülün A (A, yani “elif”), H (hırıltılı boğazsı “Hı”, Batı dillerindeki KH’ya yakın bir harf) ve Y’dan ( “Yâ” harfi; harekesi yoksa i’ye veya ı’ya tekabül eder) ibaret olduğu anlaşılır; yani Arapçalaştırma gayreti söz konusu değildir.

Burada Ahılığın menşeinden ve gelişiminden bahsedilmeyecektir. Gerek M. Cevdet’in kitabı gerekse J. Deny gibi Oryantalistlerin araştırmaları ve son olarak Neşet Çağatay’ın çalışması konu hakkında doyurucu malûmatı vermektedir. Biz sadece kelimenin kaynağı ve söylenişi üzerinde duracağız.

Yaptığımız inceleme, kelimenin Arapça “AH(V)” (kardeş) kökünden gelmediğini, dolayısıyla “H” harfini med ile (çekerek) ahî şeklinde okumamıza gerek kalmadığını göstermektedir. Aynı şekilde, “A” harfini de med ile çekerek “Âhi” diye okumamıza da gerek yoktur. Kuşkusuz evvelce bazı araştırmacılar tarafından bu kelimenin aslının cömert, bahadır anlamındaki “akı” olduğu zayıf bir şekilde savunulmuştur. Ancak kelimenin Arapça “AH(V)”den geldiğini ve ahî tarzında okunması gerektiğini savunanlar İbn Battûta’yı tanık göstermişler ve Rıhle’deki ifadeleri yeterince tetkik etmemişlerdir. Oysa Rıhle’de bu tezi destekleyecek hiçbir işaret yoktur. Kendi tezimizi birkaç yönden kanıtlayabiliriz. Seyahatnâme metnini incelediğimizde seyyahın “ahı” kelimesiyle ilgili tahlilini, özetle, Anadolu bölümünde “Genç Ahılara Dair” başlığıyla verilen anekdotun ilk paragrafında görürürüz:

“Ahıyye; bu kelimenin tekili ‘ahı’dır. Arapça ‘ah(v)’ kelimesi, birinci şahıs zamirine izafe edilirse [kardeşim anlamında akhy denirse] ortaya çıkan kalıp bu kelimenin tekilidir” Buradan ve kitaptaki diğer ifadelerden çıkan şudur:

1. İbn Battûta, kelimenin kalıbını, yani şeklini, benzerini vermektedir. Nitekim bu kelimenin “AH(V)” (kardeş) manasına geldiğini asla söylememiş, hatta, ahıları tarif ederken “bir zanaatın erbabını toplayan adam; işi olmayan genç bekârları toplayan adam” demiştir. Kısaca; işleri yürüten, grup içinde sözü emir telâkki edilen bir “büyük”; bir “akı”, bir “aga”, yani “ağa” söz konusudur.

2. Daha da önemlisi, İbn Battûta bu kelimeyi (Ahı’yı) çoğul yapacağı zaman Ahıyye demiş; Arapların kardeş anlamındaki AH(V) kelimesinin çoğulu olarak kullandıkları “ıhvân” kalıbını hiç kullanmamıştır. Ancak asıl metindeki el-Ahıyyetü’l-Fityân başlığı, Mehmed Şerif çevirisinde “Genç Kardeşler” diye çevrilince sonraki araştırmacılar için yanlış bir anlayışa kapı açılmıştır.
3. Burada Ahıyye’nin, Arapça AH(V) kelimesinin bir diğer çoğul kalıbı olabileceği; dolayısıyla İbn Battûta’nın özellikle “kardeş” anlamını vurgulamak için “Ahıyye” kalıbını seçtiği iddia edilirse bu iddianın hiçbir bilimsel desteği olmadığını, hattâ karşıt kanıtların mevcut bulunduğunu söyleriz. İbn Battûta, Seyahatnâme içinde “abdâr”, “argûcî”, “perdedar”, “tenbûldar”, “candâr”, “keyvân”, “nîzedar”, “silâhdar”, gibi Arapça olmayan onlarca sıfatı çoğul yaparkan son taraflarına “iyye” eki getirerek “abdâriyye”, “argûciyye”, “perdedariyye”, “tenbûldâriyye”, “candâriyye”, “keyvâniyye”, “nîzedariyye”, “silâhdariyye” demiştir; aynı “Ahıyye” gibi! Aslında “î” yani medli yâ, Arapçada aidiyet bildirir. Bu harfin ardına yuvarlak bir “t” (he’ye dönüşebilen t, yani dişil eki) getirilmekle o sözcük artık çoğul bir sıfat veya grup ismi olarak kullanılabilmektedir ve yazarın tercihine göre bu ek, –Arapça olsun veya olmasın– her ismin arkasına takılabilir.

 

 

 

A. Sait Aykut, Cogito

İzdiham