13 Mart 2016

Zeliha Yurdaer: Sıkıntının Resmi Bergman Sineması

ile izdiham

Zeliha Yurdaer’den Bergman kritiği…

“Suskun gölgeler, soluk yüzlerini bana çevirerek işitilmeyen seslerle en gizli duygularımla konuştular. Aradan altmış yıl geçti ve hiçbir şey değişmedi; hâlâ aynı ateş.”

89 yıllık yaşamının 27.yılında sinemaya atılan bir sinema aşığı, İsveçli yönetmen İngmar Bergman, yaşamının son yıllarında sinemaya olan tutkusunu bu şekilde dile getirir.

1918 yılında İsveç’te bir Protestan papazın oğlu olarak dünyaya gelen Bergman, 2007 yılında vefat ettiğinde sinematoğrafisine altmışa yakın filmi sığdırmıştır. Bergman’ın sinemasını, ruh dünyasındaki değişimlerin sinemasına yansıması olarak düşünerek bazı bölümlere ayırırsak, öncelikle II.Dünya Savaşı’nın etkisiyle umutsuzluğun,karamsarlığın hakimiyeri göze çarparken, daha sonra kadınlara olan iyimser bakışıyla aşk temasını işlemeye başlar. 50’li yıllarda ise metafizik konulara yönelen Bergman, sinemasında varoluşsal sorunları işlemiş, bunu takip eden 60’lı yıllarda ise filmlerinde Tanrı’yı öldürmüştür. Sinemasının son dönemlerinde arayışı devam eden Bergman, psikanalitiğin, edebiyatın ortaklığıyla modern sinemada unutulmaz yer eden filmlerini çekmiştir.

PERSONA 1966

Bergman’ın belki de en önemli filmi sayılabilecek, üzerine birçok makale yazılan hatta sinematerapide kullanılan filmi Persona’dan bahsetmeden Bergman’dan bahsetmiş sayılmayız.

Persona; kelime anlamının bize hatırlattığı gibi, insan yaşamında, kişinin üstlenmek zorunda olduğu “maskeler”den hareketle iki kadının sessizlikle başlayan çığlıklarının ardından başlayan ruhsal çözülmelerini ele alıyor.

Ünlü bir aktris olan Elizabeth’in bir Elektra gösterisi sırasında susması, hayata karşı tepkisini susarak ortaya koyması ile bir psikiyatrist tarafından kendisine bakmakla görevlendirilen Alma ile olan yakınlaşmalarının anlatıldığı Persona, iki kadının yavaş yavaş maskelerinden azad oluşlarını işliyor. Elizabeth, izleyiciye modern dünyanın narsistleştirdiği hastalıklı insan ruhunu yansıtan kadın yüzüdür. Alma ise görünüşte herhangi bir sorunu olmamasına rağmen, hastalıklı bir ruhla iletişime geçmesiyle, sabrının ölçülmesiyle ruhundaki deliklerden çıkan irinlerle yaralarını temizleyen kadın yüzüdür. Elizabeth inatla susmakta, Alma tüm içtenliğiyle kendi sırlarını açarak Elizabeth’i konuşturmaya çalışmaktadır. Bu bitmeyen suskunluk bazen iki kadın arasında şiddete dönüşür ve tekrar sessizlik. Alma izlenimlerini dönem dönem psikiyatristle paylaşır.bu çözümlemeler şunu ortaya çıkaracaktır ki; Elizabeth’in, ailesini öldüren mitolojik kahramanı anlatan Elektra oyununda susmasının nedeni çocuğundan nefret etmesidir. Öfkesini susarak yaşamayı, kendine duyduğu histerik duyguları susarak çözmeye çalışmaktadır. Elizabeth çirkinliklerin normal göründüğü dünyada fark edemediği yaralarını bulmak için susmayı tercih etmiştir.

Filmin nihayetinde Elizabeth kendi narsizmiyle yüzleşmeyi başarabilmiştir. Ancak iki kadının iletişimi esasında birinin tedaviye çalışılırken diğerinin gerçekliğini ortaya dökmesi dikkate değerdir. İki kadının bu iç içe geçişi, filmde ustaca karelerle anlatılmıştır. Bergman’ın diğer filmlerinde de son derece önem verdiği mimikler bu filmde de devasa anlam kazanmaktadır. Elizabeth’in önce aynaya sonra izleyiciye bakması ve ardından tekrar aynaya bakması gibi. Filmin sonunda da Elizabeth’in çocuğunun kamerayı göstermesi ile izleyici kendine döndürülerek film son bulur.

SONBAHAR SONATI 1978

Bergman’ın kadınlar üzerindeki kişilik çözümlerine en güzel örneklerden biri daha olan Sonbahar Sonatı, bu kez anne ve kızın hesaplaşması üzerinde durarak kadınların ruh dünyasına ayna tutuyor.  Modern insanın yaşadığı varoluşsal krizleri sık sık filmlerinde işleyen Bergman, kendi ruhsal yolculuğunda yaşadığı gel-gitleri kadın karakterleri üzerinden ortaya döküyor. Kendi yaşamına bakınca gördüğümüz, anne şefkatinden mahrum, sorunlu çocukluk psikolojisinin değişik bir biçimde yansıtıldığı bir film Sonbahar Sonatı.

Annesinin ilgisinden mahrum büyüyen, hiçbir zaman sorunlarını dile getireceği bir anneyi karşısında bulamadığı için mutsuz bir evlilik yapan Eva, yedi yıldır görmediği annesini Caharlotte’yi evine, sessiz, huzurun perdelediği sıkıntı içindeki yaşamına davet eder. Charlotte, Persona’nın Elizabeth’i gibi, 20.yüzyılın entelektüel kadın mitidir adeta. Sanatla içi içe geçen yaşamında gün geçtikçe kendini içlerinde ayrık otu hissettiği toplumdan kopan, kalabalık içinde yapayalnız olan bir kadın. Bu huzursuz huzur içindeki yaşama dahil olan Charlotte ve kızı Eva’nın birbirleriyle ve kendileriyle hesaplaşmaları böylece başlamıştır.

Eva içine gömdüğü 4 yaşındaki çocuğunun ölümü gerçeğiyle yeniden hesaplaşırken, annesinin ilgisizliğinin sebep olduğu bütün ruhsal çöküntüleri bir bir sayıp döker. Eva ne kadar yalnızsa Charlotte da o kadar pişmandır. Bergman’ın hemen hemen bütün filmlerinde kullandığı temalardan biri olan pişmanlık bu filmde oyuncuların yakın plan  çekimleri, uzun diyalogları ve yine mimikleriyle derinlemesine işleniyor. Charlotte adapte olmadığı dünyada bireyselliği seçmiştir. Bu uğurda yanı başında büyüyen kızının dahi kalbini göremeyecek kadar soyutlanmıştır çevreden. Eva ise annesiyle sürdüğü yaşamdaki, yalnızlık, sevgisizlik, ilgisizlik ve düzensizlikten bir an önce kurtulmak için düzenli yaşamın anahtarı evliliğe kaçışı kurtuluş olarak görmüştür. Üstelik evlendiği adam son derece sakin bir yaşamı olan bir papazdır. Eva böylece dini görevlerini de yerine getirerek vicdanını da temizleyebilecektir.

İngrid Bergman’ın son rolünü oynadığı Sonbahar Sonatı, Persona tadında bir psikanalitik çözümleme keyfini veriyor diyebiliriz.

……

İsveç sinemasının o dönemdeki pornografik şöhretini kırarak namusunu kurtaran yönetmen diyebileceğimiz Bergman, yaşlandıkça sinemasındaki arayışı devam ettirmiştir. Çünkü örnek aldığı Tarkovsky gibi ruhunu arayışında serbest bırakmıştır. Kendisine göre Tarkovsky o kapıdan rahatça girebilmiştir. Ama kendisi sadece kapının önüne gelip gelip, kapıyı yumruklayıp  dönmüştür. Bu cümleler Bergman’ın Yedinci Mühür ve Yaban Çilekleri’ndeki karakterlerin Tanrı’yla olan hesaplaşmasına da ışık tutmaktadır. Yedinci Mühür’deki şövalye de ölümle bir satranç oynamaktadır. Tanrı’ya inanmak için bir neden aramakta, O’ndan bilgi istemektedir. Oysa ki kişinin bilgiyi almak istemesi garanticiliktir ölüme göre. Yani insan aramaya devam edecektir. Bergman’ın sinemasal arayışında Tanrı öldürülse de bu öldürüşün Nietzschevari bir ölüm olduğu açık bir gerçektir. İnsanların paraya, sekse, aşka, insanlara taptığı bu yüzyılda tapılacak bir varlık olarak Tanrı ölmüştür.

Kış Işığı’nda da karısını kaybedeb rahip Tanrısını içinde öldürmüştür ve bundan sonra yaşamak için bir neden bulamamaktadır. Kendisine sürekli “niçin yaşamalıyız” sorusunu sorarak izleyiciyi de arayışa davet edecektir.

Özetleyecek olursak İngmar Bergman’ın  hemen hemen tüm filmlerinde umutsuzluki kaos, ruhsal sıkıntı, yalnızlık, sürüden kopmanın verdiği acının ardındaki gerçeği, Tanrı’yı arayıştır. Yirminci yüzyıl insanının yalnızlığını unutması için tutunacak bir sağlam dala ihtiyacı vardır. Bu nedenle Tanrı’yı yanında hissetmek istemektedir. Ve bu nedenle İsa’nın çarmıha gerilirken söylediği “Tanrım neden beni yalnız bıraktın” sözünü defalarca sorarak öfkesiyle Tanrı’yı öldürüşünü haklı çıkarmak istemektedir.

Sadece bu iki filmi izleyecek olsak bile Bergman’ın dünya sinemasının  insanın varoluşsal sorunlarını en iyi yansıtan yönetmeni olduğu kanaatine varabiliriz.

Nietzsche’nin öldürdüğü ama gerçek Tanrı’nın kapısını aramaya devam ettiği sayfaların beyazperdeye yansıması olan Bergman sineması baştan sona izlemeye değer.

Sanat, insanın içindeki zehiri temizleyecekse eğer  buna sinemadan başlamalı o hald

“Suskun gölgeler, soluk yüzlerini bana çevirerek işitilmeyen seslerle en gizli duygularımla konuştular. Aradan altmış yıl geçti ve hiçbir şey değişmedi; hâlâ aynı ateş.”

89 yıllık yaşamının 27.yılında sinemaya atılan bir sinema aşığı, İsveçli yönetmen İngmar Bergman, yaşamının son yıllarında sinemaya olan tutkusunu bu şekilde dile getirir.

1918 yılında İsveç’te bir Protestan papazın oğlu olarak dünyaya gelen Bergman, 2007 yılında vefat ettiğinde sinematoğrafisine altmışa yakın filmi sığdırmıştır. Bergman’ın sinemasını, ruh dünyasındaki değişimlerin sinemasına yansıması olarak düşünerek bazı bölümlere ayırırsak, öncelikle II.Dünya Savaşı’nın etkisiyle umutsuzluğun,karamsarlığın hakimiyeri göze çarparken, daha sonra kadınlara olan iyimser bakışıyla aşk temasını işlemeye başlar. 50’li yıllarda ise metafizik konulara yönelen Bergman, sinemasında varoluşsal sorunları işlemiş, bunu takip eden 60’lı yıllarda ise filmlerinde Tanrı’yı öldürmüştür. Sinemasının son dönemlerinde arayışı devam eden Bergman, psikanalitiğin, edebiyatın ortaklığıyla modern sinemada unutulmaz yer eden filmlerini çekmiştir.

PERSONA 1966

Bergman’ın belki de en önemli filmi sayılabilecek, üzerine birçok makale yazılan hatta sinematerapide kullanılan filmi Persona’dan bahsetmeden Bergman’dan bahsetmiş sayılmayız.

Persona; kelime anlamının bize hatırlattığı gibi, insan yaşamında, kişinin üstlenmek zorunda olduğu “maskeler”den hareketle iki kadının sessizlikle başlayan çığlıklarının ardından başlayan ruhsal çözülmelerini ele alıyor.

Ünlü bir aktris olan Elizabeth’in bir Elektra gösterisi sırasında susması, hayata karşı tepkisini susarak ortaya koyması ile bir psikiyatrist tarafından kendisine bakmakla görevlendirilen Alma ile olan yakınlaşmalarının anlatıldığı Persona, iki kadının yavaş yavaş maskelerinden azad oluşlarını işliyor. Elizabeth, izleyiciye modern dünyanın narsistleştirdiği hastalıklı insan ruhunu yansıtan kadın yüzüdür. Alma ise görünüşte herhangi bir sorunu olmamasına rağmen, hastalıklı bir ruhla iletişime geçmesiyle, sabrının ölçülmesiyle ruhundaki deliklerden çıkan irinlerle yaralarını temizleyen kadın yüzüdür. Elizabeth inatla susmakta, Alma tüm içtenliğiyle kendi sırlarını açarak Elizabeth’i konuşturmaya çalışmaktadır. Bu bitmeyen suskunluk bazen iki kadın arasında şiddete dönüşür ve tekrar sessizlik. Alma izlenimlerini dönem dönem psikiyatristle paylaşır.bu çözümlemeler şunu ortaya çıkaracaktır ki; Elizabeth’in, ailesini öldüren mitolojik kahramanı anlatan Elektra oyununda susmasının nedeni çocuğundan nefret etmesidir. Öfkesini susarak yaşamayı, kendine duyduğu histerik duyguları susarak çözmeye çalışmaktadır. Elizabeth çirkinliklerin normal göründüğü dünyada fark edemediği yaralarını bulmak için susmayı tercih etmiştir.

Filmin nihayetinde Elizabeth kendi narsizmiyle yüzleşmeyi başarabilmiştir. Ancak iki kadının iletişimi esasında birinin tedaviye çalışılırken diğerinin gerçekliğini ortaya dökmesi dikkate değerdir. İki kadının bu iç içe geçişi, filmde ustaca karelerle anlatılmıştır. Bergman’ın diğer filmlerinde de son derece önem verdiği mimikler bu filmde de devasa anlam kazanmaktadır. Elizabeth’in önce aynaya sonra izleyiciye bakması ve ardından tekrar aynaya bakması gibi. Filmin sonunda da Elizabeth’in çocuğunun kamerayı göstermesi ile izleyici kendine döndürülerek film son bulur.

SONBAHAR SONATI 1978

Bergman’ın kadınlar üzerindeki kişilik çözümlerine en güzel örneklerden biri daha olan Sonbahar Sonatı, bu kez anne ve kızın hesaplaşması üzerinde durarak kadınların ruh dünyasına ayna tutuyor.  Modern insanın yaşadığı varoluşsal krizleri sık sık filmlerinde işleyen Bergman, kendi ruhsal yolculuğunda yaşadığı gel-gitleri kadın karakterleri üzerinden ortaya döküyor. Kendi yaşamına bakınca gördüğümüz, anne şefkatinden mahrum, sorunlu çocukluk psikolojisinin değişik bir biçimde yansıtıldığı bir film Sonbahar Sonatı.

Annesinin ilgisinden mahrum büyüyen, hiçbir zaman sorunlarını dile getireceği bir anneyi karşısında bulamadığı için mutsuz bir evlilik yapan Eva, yedi yıldır görmediği annesini Caharlotte’yi evine, sessiz, huzurun perdelediği sıkıntı içindeki yaşamına davet eder. Charlotte, Persona’nın Elizabeth’i gibi, 20.yüzyılın entelektüel kadın mitidir adeta. Sanatla içi içe geçen yaşamında gün geçtikçe kendini içlerinde ayrık otu hissettiği toplumdan kopan, kalabalık içinde yapayalnız olan bir kadın. Bu huzursuz huzur içindeki yaşama dahil olan Charlotte ve kızı Eva’nın birbirleriyle ve kendileriyle hesaplaşmaları böylece başlamıştır.

Eva içine gömdüğü 4 yaşındaki çocuğunun ölümü gerçeğiyle yeniden hesaplaşırken, annesinin ilgisizliğinin sebep olduğu bütün ruhsal çöküntüleri bir bir sayıp döker. Eva ne kadar yalnızsa Charlotte da o kadar pişmandır. Bergman’ın hemen hemen bütün filmlerinde kullandığı temalardan biri olan pişmanlık bu filmde oyuncuların yakın plan çekimleri, uzun diyalogları ve yine mimikleriyle derinlemesine işleniyor. Charlotte adapte olmadığı dünyada bireyselliği seçmiştir. Bu uğurda yanı başında büyüyen kızının dahi kalbini göremeyecek kadar soyutlanmıştır çevreden. Eva ise annesiyle sürdüğü yaşamdaki, yalnızlık, sevgisizlik, ilgisizlik ve düzensizlikten bir an önce kurtulmak için düzenli yaşamın anahtarı evliliğe kaçışı kurtuluş olarak görmüştür. Üstelik evlendiği adam son derece sakin bir yaşamı olan bir papazdır. Eva böylece dini görevlerini de yerine getirerek vicdanını da temizleyebilecektir.

İngrid Bergman’ın son rolünü oynadığı Sonbahar Sonatı, Persona tadında bir psikanalitik çözümleme keyfini veriyor diyebiliriz.

……

İsveç sinemasının o dönemdeki pornografik şöhretini kırarak namusunu kurtaran yönetmen diyebileceğimiz Bergman, yaşlandıkça sinemasındaki arayışı devam ettirmiştir. Çünkü örnek aldığı Tarkovsky gibi ruhunu arayışında serbest bırakmıştır. Kendisine göre Tarkovsky o kapıdan rahatça girebilmiştir. Ama kendisi sadece kapının önüne gelip gelip, kapıyı yumruklayıp  dönmüştür. Bu cümleler Bergman’ın Yedinci Mühür ve Yaban Çilekleri’ndeki karakterlerin Tanrı’yla olan hesaplaşmasına da ışık tutmaktadır. Yedinci Mühür’deki şövalye de ölümle bir satranç oynamaktadır. Tanrı’ya inanmak için bir neden aramakta, O’ndan bilgi istemektedir. Oysa ki kişinin bilgiyi almak istemesi garanticiliktir ölüme göre. Yani insan aramaya devam edecektir. Bergman’ın sinemasal arayışında Tanrı öldürülse de bu öldürüşün Nietzschevari bir ölüm olduğu açık bir gerçektir. İnsanların paraya, sekse, aşka, insanlara taptığı bu yüzyılda tapılacak bir varlık olarak Tanrı ölmüştür.

Kış Işığı’nda da karısını kaybedeb rahip Tanrısını içinde öldürmüştür ve bundan sonra yaşamak için bir neden bulamamaktadır. Kendisine sürekli “niçin yaşamalıyız” sorusunu sorarak izleyiciyi de arayışa davet edecektir.

Özetleyecek olursak İngmar Bergman’ın  hemen hemen tüm filmlerinde umutsuzluki kaos, ruhsal sıkıntı, yalnızlık, sürüden kopmanın verdiği acının ardındaki gerçeği, Tanrı’yı arayıştır. Yirminci yüzyıl insanının yalnızlığını unutması için tutunacak bir sağlam dala ihtiyacı vardır. Bu nedenle Tanrı’yı yanında hissetmek istemektedir. Ve bu nedenle İsa’nın çarmıha gerilirken söylediği “Tanrım neden beni yalnız bıraktın” sözünü defalarca sorarak öfkesiyle Tanrı’yı öldürüşünü haklı çıkarmak istemektedir.

Sadece bu iki filmi izleyecek olsak bile Bergman’ın dünya sinemasının insanın varoluşsal sorunlarını en iyi yansıtan yönetmeni olduğu kanaatine varabiliriz.

Nietzsche’nin öldürdüğü ama gerçek Tanrı’nın kapısını aramaya devam ettiği sayfaların beyazperdeye yansıması olan Bergman sineması baştan sona izlemeye değer.
Sanat, insanın içindeki zehiri temizleyecekse eğer  buna sinemadan başlamalı o halde…

 

Zeliha Yurdaer

İzdiham