20 Ağustos 2017

Yaman Şener, Gel Yuuf, Godot Gelecek Pozzo

ile izdiham

Giriş

Çöl Oyunu ve Godot oyununda, araf hissi uyandıran bir hızlı girişle karşılaşırız. Hayalle gerçeğin karıştığı, terk edilmiş mekân imgesiyle karşı karşıyayızdır. Özellikle, girişsiz ve sonuçsuz bu neo-tragedya örnekleri, avangart bir tutum sergilemektedir. Karakterlerin geçmişsizliği, klasik Aristocu tragedya geleneğini yıkmaktadır. Toplumsal bir mesaj ya da göndermeye rastlamayız tam olarak. İki eser de, bireyi aşan ama bireyin iç dünyasını varoluşsal argümanlarla, gördüğünüz gibiyi göstermektedir. Gerçekliğin olmadığını vurgularlar fakat bunu yine gerçekliğin içinden hatta apaçık gerçeğin içinden anlatırlar. Bir noktada, Heidegger’in dasein ‘ına selam gönderir iki yazar da. Varlık, tam da budur işte derler. Orada’dır. Theoria gereklidir.

Yapacak Bir Şey Var: Yapacak Bir Şey Yok

Augustinus, klasik 3 zaman (şimdiki, geçmiş, gelecek) şeklinin uzunluğu ve kısalığı hakkındaki imkânsızlıktan bahseder. Geçmiş yoktur somut olarak fakat onu gösteremeyiz. Gelecek vardır fakat onu da gösteremeyiz. Elimizde bir tek şuan varolur fakat o da, geçmiş ve gelecek ikileminde gidip gelmektedir. O yüzden bir yargıda bulunamayız. Fakat geçmişi hatırlarız.

Geçmiş, zihnimize bazı izler getirir. O izleri de, şu anın içinden yaratırız. Yani o da geçmiş olmaz. (Augustinus, 2010, s. 376-382) Bu mantaliteyle, Gogo ve Didi tam da, o geçmişsizliği bizlere imkân şartı olarak verir. Bellek, geçmişi taşımaz. İzlerin farklı fantazmatik yorumlarıyla  şuanın içinde var olur. Özellikle, Gogo ve Didi’nin devamlı unutması, gerçeği yarım yamalak hatırlaması, bu paradoksu müstehcen bir şekilde vermektedir. Bu yüzden, karakterler hakkında
kesin bir yargıya varamayız. Açık bir şekilde, Beckett ve Beliz, bize kahramanların karakter analizinden çok, öznenin olmadığı, kendisini dış dünya ile sürekli var kıldığı fakat kendi içinde saf bir hiçlikten ibaret olduğunu göstermektedir. Bu sarih anlatımla, numenal Ben yoktur, bekleyen ve Foucault’çu anlamda inşa edilen bir özne vardır demek istenmektedir.

Beklemenin Kaçınılmazlığı ve Arzu Nesnesi

Godot’u bekleyen Gogo ve Didi, yağmuru bekleyen Fata, çöl Leviathan’ını bekleyen Yuuf bize ortak bir sonuç çıkartır: beklediğimiz şey, beklediğimiz şey değil. Çünkü hepimiz, her an beklemekteyiz. Sadece beklemeye çeşitli anlamlar ve amaçlar yüklemekteyiz. Mesela, benim ödevi yazarken not almayı beklemem ve hocanın benim bu ödevi ona teslim etmemi beklemesi gibi. Hareket halinde beklemek… Durmak yok beklemek var. Beklemek aynı zamanda arzunun
kendisidir. Bu arzu, belli bir sınıra dayanacak bir sonluluk ifade etmez. Bu çıldırtıcı sınırsızlık, aynı zamanda salt bir boşluğu ifa eder. İnsan tam da bu boşluğu yenmek için cehd eder. Fakat bu cehd, her seferinde Estergon’un, ‘ her zaman kendimize var olduğumuz izlemini verecek bir şeyler buluruz’ (150) deyimiyle muazzam bir varoluş açıklamasıyla kendisini zuhur eder. Psikanaliz dilinde bu durum, arzu nesnesi ile açıklanabilir. Fakat ne yazık ki arzu ve arzu nesnesi, dinmek bilmeyen bir Leviathan’dır içimizde. Öteki’ ye ihtiyaç duyar her seferinde.

Onsuz var olamaz. Onunla da tatmin olmaz.

-Estergon, Ben yalnızken daha iyi oluyorum
-Vlademir, o zaman niye geri dönüyorsun?
-Estergon, Bilmiyorum. Ne yapıyorduk burada biz. Godot’u bekliyoruz. O gelecek her şeyi çözecek. (147)

Bu Öteki, bedenselleştirdiğimiz, yasalaştırdığımız, simgeselleştirğimiz, hem içinde hem dışında olduğumuz yüce Şey’in kendisidir. Her zaman olan da budur zaten. Godot bu noktada (büyük) Öteki’nin kendisidir. Aynı zamanda fantezinin kendisidir. Var ile yok arasında, kurutuluşun ve mutluluğun onda olduğu varsayımına dayanan, teoloji mekânıdır. Tanrı’nın sembolikleştiği alandır. Beckett de Godot’u, İsa analojisi üzerinden bizlere vermektedir. Gogo ve Didi’nin yanına gelen çocuk da, Cebrail metaforudur bu alegori içinde.

Tanrı Keyfiyeti ve Kaçınılmazlık 

İki eserde, Adem ve Havva’nın eksiksizin alanından, eksik alana düşüşünü metaforlaştırır. Eksiksiz; metafizik alan, eksik olan ise; daimonik alan yani dünyanın kendisi. Beliz, dünyanın eksik ve muamma noktasını, çöl üzerinden analoji kurarak anlatır.

‘Zaman çöldür… Akıp gider… Ya başlangıç… Sonu var mı bilen yok.’ .

İlk manzar böyle açılır. Fakat son manzar da aynı diyalog görürüz. Tam da Beckett ‘in ‘yapacak bir şey yok’ sözü gibi… Başta ve sonda karşılaşırız bu kaotik gerçekle. Burada keyfiyet hat safhadadır. Kimse ne olduğunu bilmez. Sadece birileri çıkar karşılarına. Onlar da unutulup gider… Önemli olan olaylar değil, şuanda gösterilendir. Her şey oyundur. Bu da oyunun bir başka sahnesi. Bu sahne akıp gider. Elebaşı’nın dediği gibi; ‘…as olan anlattığımızdır…

Kimlikler gizdir.’(55). Tam da iki oyunu özetleyen nokta…

Beckett ise, muammayı Tanrı keyfiyeti üzerinden, iki hırsız kıssasında gözler önüne sermektedir. Fakat bu keyfiyeti aynı zamanda çocuğun Godot’tan haber yollaması ve sonrasında çocuğun geçmişi hatırlamayıp yeniden farklı haberler getirmesi üzerinden göstermektedir. Çocuk ikinci gelişinde hiçbir şey hatırlamaz. Bu da, Gogo ve Didi’yi çıldırtır. Çıldırtan nokta aslında şuanı yaşayamamalarıdır. Çünkü beklemek, geleceğe hapsedip, şuandan ötesinde yaşatır insanı. Ama ne geleceği yaşarsınız, ne şu anı… Bu hapsolma geçmişi unutturur.

Efendi Köle Diyalektiği

Hegel, efendinin aynı zamanda köle olduğunu, kölenin de aynı zamanda efendi olduğunu söyler. Bu dikotomi, kendi aralarında devamlı yer değişikliği yapar. Fakat salt eşitlik sağlanamaz. Eşitliğin bu manada rasyonalitesi yoktur. Pozzo, bu teoriyi kanıtlar nitelikte bir şey söyler: ‘ Hepimiz bir ağızdan konuşursak hiçbir şey halledilmez.’ (39). Yani ben konuşacağım, siz benim bitirmemi bekleyeceksiniz, sonra siz konuşacaksınız ben dinleyeceğim. Yani eylem halinde
bekleyen efendi, eylemsiz halde bekleyen köle ya da tam tersi. Efendiyi kanıtlamak için köleye ihtiyaç vardır. Yoksa efendi olmaz. O zaman insan eylem yapma istencini kaybeder. ‘Güzellik ve iyilik benim ötemdeydi. Bende köle satın aldım.’ der tanrısal bir ağızla Pozzo. Pozzo da, varlığını hissetmesi için, kendinden daha eksik bir varlık üzerinden,
güzellik ve iyiliği aramaktadır. Daha doğrusu onları, eksik olan üzerinden tekrar hissetmek istemektedir. Aslında kendini Tanrı olarak görmektedir Pozzo. O kadar merhametli ve tevazu sahibidir ki, ‘… Lucy’yi… İyi fiyata satılsın
diye panayıra götürüyorum… Yufka yürekliyim işte…’(41) der. Lars Von Trier’in, Dogville’inde, bu sahneyi özetler nitelikte dialog geçmektedir: ‘ seninki merhametinle onlara sahip olmaya çalışman kızım…’

Aşırı tevazu kibirdir. Çünkü karşındakinin bütün kötülüklerine rağmen ona acıman, onların senin seviyene yetişemeyeceğini bilip, onlara acımandandır diyor bir diğer deyişle. Bu çileden acı çekerek keyif alan bir öznenin kendisi… Efendiliğin tefriti… Brecht de, Dogville’e parelel olarak, Üç Kuruşluk Opera’sında, ‘…birilerine
acımak insana mutluluk verir. Sen insanlara acıma duygusu satacaksın.’ der.

Sonuç
Sonuç olarak, her iki yazar da bir sonuç istemezler. Çünkü başı var mıdır yok mudur bilemeyiz. Biz sadece orada olana karşı, belli bir mesafeden, zanlarla, şeyin hakkında yorum yapabiliriz. Tam da Descartes’in ‘bir pencereden sokaktan geçenlere bakacak olsam, tıpkı balmumunu görüyorum dediğim gibi sokakta insanlar görüyorum derim mutlaka ama gerçekte nedir o pencereden gördüğüm? Birtakım giysiler ve şapkalar. Oysa bunlar pekâlâ yay ve zembereklerle
hareket eden yapay makineleri örtüyor da olabilirler. Ama ben bunların insan oldukları yargısına varıyorum, böylece de gözlerimle gördüğümü sandığım şeyi aslında zihnimde yerleşik olan yargılama gücüyle anlamış, kavramış oluyorum.’ (Descartes, 2007, s. 29) örneğindeki gibi, orada olana vakıf olabiliriz. Godot’u Beklerken ve Çöl Oyunu her ne kadar, bu gerçekliğin paradoksunu gösterse de, bizi yeni bir gerçekliğin içine sokmaktadır. Zaten bu fanteziden kaçış yok… Sadece farklı bakmak var… Bu da zaten farklı baktığının fantezisi.

Kaynakça
Augustinus. (2010). İtiraflar. İstanbul: Kabalcı.
Descartes, R. (2007). Meditasyonlar. Ankara: Bilgesu Yayıncılık.
Hegel, G. W. (2008). First Part of Phenomenology of Spirit. Bamberg and Würzburg,: Terry Pinkard.

Yaman Şener

İZDİHAM