30 Aralık 2017

Ufuk Akbal, Totalizasyon

ile izdihamdergi

I.

Birbirine sertçe çarpabilen nesneler gibi hürüz.

Sonra düşünüyorum, bu bir tercih olmalı. Biz, bu mekan ve zamanda karşılaşmayı tercih ediyoruz, böyle oluyor çok zaman ve bizden bağımsız, birden inisiyatifimiz sayıyoruz olan biteni. Bizi böyle kılan da bu duygu işte. Birbirine sertçe çarpabilen nesneler gibi kılan. Birbirine sertçe çarptığında, birbiriyle buluşan nesneler gibi kılan.

Her çarpma bir buluşmadır, her çarpışma. Kırılma, bükülme, parçalanma olmaksızın kendinde yinelediğimiz şeyin adını koyamayışımız bundandı. Aslında bu saydıklarım pek de oluyordu sayılmaz. Ne kırılıyorduk ne bükülüyorduk. Hele ki parçalanma. Mevzu bahis değil. Peki ne oluyordu? Sertçe çarpışıp, kendi köşemize çekiliyorduk. Bunu yineleyeceğimizi bilerek, bunsuz yapamayacağımızı bilerek.

Ben bir romancıyım; boşanmış bir romancı. İstanbul’a hiç gitmedim. Daha doğrusu- hadi hafızanın tahrif etmediği kadarı ile konuşayım; bir zamanlar gitmişsem de hatırlamıyorum. Bazı zamanlar ayaklarımı karnıma çekip ama cenin pozisyonu değil, sakın ha, bu kadar azaltılmış bir tarifle kendimi hadım edemem, öylece durmak istiyorum. Arada, tam karınla diz arasında doğacak ısıdan en azından birkaç saat istifade etmek ve uyuyakalmak istiyorum. İsteklerim büyük değil. İstanbul’u istemiyorum, mesela. Butor, bütünlenmek için yazıyorum, meâlinde bir şeyler söylüyor, derdim bu değil. Zamanla mümkün olamayacağını da anladım zaten. Bütünlenmek ne koca laf ama ne de mümkün ya?

Retorik; çok seviyorum. Az kuru az pilav. Bunu daha da çok seviyorum. Karabiberi çok estetik buluyorum. Anlam diye bir şey var. Reddedemem. Tuz değil ama karabiber estetiktir. Pul biber dekoratiftir mesela. Kimyon falan rükuşa girer. Böyle böyle okuyorum nesneleri. Retorikte tamamlanmak mümkündür. Retorikten başka var olabileceğimiz düzlemimiz yoktur. Retorik aradan çekildiğinde geriye kalan acıdır.

Ben bir romancıyım, bütün romancı olmaklığım işte bu yüzden. Bunu bilerek seçtim. Çarpışmayı bilerek seçtiğim gibi. Aslında yirmiyedisine kadar, tesadüflere inandım. Beceriksizliğimin yükünü dünyaya yükledim. Çok sevdim Wito’yu, sayıklarken “dünya olan bitendir” diye. Sesime kaygı yüklemezdim ama. Mümkün olduğunca narin gözükmeye çalışmazdım. Öylesine söylerdim. Sonra hakikaten bir kaygı tıkladı kapımı. Geceyi sabah ezanına bağlayan zaman diliminde kabustan uyanırsanız, içinizdeki arkeolog dışarıya çıkar. O ince zardan. Orayı kırıp, dışarı çıkarak, size unutmak istediklerinizi getirir. Bir yerlerde saklı kalanı. Tez’e inanıyorsunuz ve seslendiriyorsunuz – o arkeolog anti-tezdir. Senteze koşuyorsunuz. Bir daha kuralım. Çayımdan bir yudum alıyorum. Çoktan soğumuş. Sabahtan beri yedinci çay. Midem kazındıkça, biraz tulum peyniri yiyiyorum. Sonra yine çay. Ben aslında çaydan boşanmayı başaramamış bir romancıyım. İşte düşünüyorum, bu bir tercih meselesidir. Üzerimdeki yükü hafifletmek için bunu söylüyor olabilirim. Kendim dahi emin değilim. Belki de öyledir. Yırtıcı bir acı, balık ağzımdan içeri giren zokadır. Çenemi kıran, beni tahta zemine fırlatan. Oysa kuzeydoğuya doğru yüzersem Avşa’ya giderim. Biraz dahası Tekirdağ’a. Kış olsun. Derine daha derine. Bir zaman sonra ısınırım. Kentsoylu olmaktan vazgeçilebilir mi? Ben, denize daldığında, ilerlediğinde ve her şeyini geride bıraktığında bunu başarabilen bir adam gördüm. Biraz daha kuzeybatı Avşa’dır. İnan, orada da kışın yaşayanlar var. Kendime bunu itiraf etmeliyim. Avşa’dır – Güneyyarımküre değildir. Hah, sentez diyordum. Sentez; güney yarım küredir. Sentez tulum peyniridir. Sentez, romancının ikinci kez evlenmesidir. Sentez romancının İstanbul’a dönmesidir.

II

Bunu bana birileri söyletiyor; ağzımdan çıkarken yön değiştiriyor kelimeler. Bir zamandır engel olamıyorum, bu duruma. Sonra kış güneşi açıyor ve her şey manasız gelmeye başlıyor. Derinde bir yerlerde, şimdi kış güneşi açmasını gülerek mümkün kılan tutku, siestaya yatıyor. Ne olursa onun o birkaç saatlik siesta keyfi süresince oluyor. Sokağa çıkmam, dizlerimi karnıma kırarım, yorganın içine doğru – gittikçe içe kapanırım. 1000 tl verirseniz her gün 8 saat böyle durabilirim. SSK yapmasanız da olur, düşmem, sakatlanmam – emekli de olmak istemiyorum. Silah kullanmayı bilmeme gerek yok. Heroik bilgi sınanamaz, test edilemez. Dipte bir yerlerdedir, çıkmayı beklemektedir. Romancı hayatı dibin bilgisiyle kavrar. Evimin karşısındaki sitede sabah sekiz akşam 16 güvenlikçilik yapardım. Ama ben şu ritüeli çok seviyorum; boşanmış bir adam, eve girmeden önce bir iki bira patlatmalı en yakın birahanede. Söğüş salatalıkla, bol limonlu maydonoz. Pentimento. Hayat denen şeyi gülümseyerek izlemek için bu gerekli. Ben zaten gülmüyorum da, başaramadım sanırım bugüne dek, aralarda hırlıyorum. Köpeksi dişlerimi dünyaya gösteriyor ve kulübeme geri dönüyorum. 28 Şubat, bir gün gecikmeli gerçekleşseydi, dört yılda bir anardık. Yalnızlığımız bin yıl sürmeyecekti o zaman. İkiyüzelli yıl sürecekti. Ve böylece torunlarımızın torunlarının torunlarının torunları – yine de doğru bir hesap yaptığımdan emin değilim; bu kutlamalara katılabileceklerdi. Devrim kanunları ile desteklenmiş ve koruma altına alınmış bu kutlamalardan eve dönüşte onlar da, dedeleri gibi ikişer bira içeceklerdi.

Romancıyım ama hesap yapamıyorum. Orhan Pamuk iyi bir mimardır. Bu bir yerlerden sıkça duyduğumuz bir cümle olmalı. Aklıma kazınmış. Ama düşünüyorum da, ne kadar sınanmamış bir cümle? Böylesi hoşumuza gidiyor ve sorgulamıyoruz.  Roman, çatılabilen bir şeydir. Bu doğru bak! Mesela senelerce uğraşsam, ben bu metni çatamam. İçimden geldiği gibi yazıyorum. Dipten bir esrime, bir gaibin bilgisi beni zorlayınca oturuyorum masaya. Orhan Pamuk bu arada, iyi bir mimardır. Cioran iyi bir satranç oyuncusu, Saadet Partisi çizgimizin röprazentasyonu, kendi kendine oynaşması melankolik bir sabah sporudur. Şimdi bunları düşünüyorum. Enerji bir yerde birikiyor, düşünceler patlayıcı oluyor ve akabinde dış dünyanın toparlayıcı ışığında tüm bu bilgi bir metne dökülmek istendiğinde klasikleşmiş bir mimari zekayı devreye sokmak gerekiyor. İşte, sanırım, o bana bahşedilmemiş. İnsanın kendine bunu itiraf edebiliyor olması da, ayrı bir mümkünâtın ürünü. Hangi cahil cesareti besliyor bendeki yazma aşkını? Hangi cehalet hangi aşkı besler ki efendim? Bir şeylerle hemhâliz efendim. Aşkımızdan, cehaletimizi unutuyoruz. Orhan Pamuk’la tek benzerliğimizi hatırlıyoruz. O da tüm o karmaşık mutfağının içinde, çalışmaktan başını kaldırdığında, makarna pişirmekten ve pişirdiği makarnayı bir kadeh şarap eşliğinde yemekten zevk alırmış. Baudrillard olsa gerek, tek başına yemek yemek, delilik göstergesiymiş. Çok başına yemek yemekten zevk alıyorum, tek başıma yemek yemeye ise neredeyse bayılıyorum.

Sonra yine bu metne dönüyorum; 8.5’uncu çayımı ortalarken, birden hesapça hiç fena olmadığımı hatırlıyorum, çünkü 8.5’uncu çayın ortası, 8.25’inci çaydır; sekiz çeyrek. Beylikdüzü’nden hiçbir zaman geçmeyecek olan bir trenin tarifesi gibi. Bu yüzden geç kalınmamış, rahat olabiliriz. Komşulara duyurabiliriz. Bavulları giriş katından içeri, geri koyabiliriz. Ellerimizi acıtan bavullardan kurtulduğumuz için kaldırıma oturup bir sigara yakabiliriz. Ne demiştik, metne neden dönemiyorum; bir, sanırım, politikayı çok seviyorum. Her seçimde istisânız Saadet Partisi’ne oy veriyorum. Kişisel olana politik muamelesi yapmaktan kendimi geri alamıyorum. Kısa vadeli ideolojilerden etkilenmiyorum. Üyelik aidatımı yeniliyorum. Böylece üyeliğimi yenilemiş oluyorum. Ve böylece romanıma fazladan bir cümle eklemiş oluyorum. Bir romanla muhatapken, entelektüel referans ve metaforlardan kurtulmak istiyorum. Zihnimi onlarla çarpıştırmaktan kaçınmak ve zihnin asr-ı saadetine dönmek; bu çok mu ayrıksı bir istek? Gecede ve gökte ve güllerin içinde ve olmazın olur yapıldığı yerde, bu isteğimi söylesem kıçlarıyla gülerler? Ben de kıçımla karşılık verir; iyi günler dilerim. Zihnin asr-ı saadetiymiş, peh, ne istek ama? Tabula Rasa; söylenmemiş olandır. En baştır. En baştaki durumdur. Sonra, önce söz vardı – diyen ve bizi yeniden, kutsamaktan geri durmadığımız retoriğin kucağına atan kadim dekor?

En başta söz vardı. “Wake up and make love with me”. Ian Dury söylüyor. Başımdaki İngiliz işi radyolu saat, durmadan her sabah bu şarkıyı çalıyor. Durmadan her sabah, ki bu sabah SSK’sızlığımın ikiyüzyirmiüçüncü sabahı olmalı, tuvaletten lavobo tezgahına, ayakkabılıktan kahvaltı masasına dek, aynı melodi. SSK’sız bir kahvaltı ediyorum. SSK’sız reçel, SSK’sız tereyağ, SSK’sız tulum peyniri: mümkün oldukça, memleketten gönderiyorlar. SSK’lı bir sigara içiyorum sonra. Sigara öldürür, diyor. İnadına, bir tane daha patlatıyorum. Kıçımda ayılı eşorfmanım, alt kata gelen ve posta kutusundan çaldığım dünün gazetesini incelemeye koyuluyorum.

III

Boynum ağrıyor. Dindirmek için yaraları belirgin parmakları asılı bir çadır gibi havada tutan bir avuç içi, bir tüp de yarısı sıkılmış prepagel yeter. Boynuma sürdüğüm buruk kokulu, hatta baharlı ağrı kesici kılavuz, göğsümden ağrıyı, dilimden ağrıya dair ağlayışımı kesiyor. Prepagelin buruk kokusu; omzumdan göğüs kafesime doğru, bir yerleri onarıyor.

IV

Sonra ben bu romanı sadece denedim. Denerim. Çünkü olmuyor. Çünkü denemenin ve yanılmanın üzerinde, kendini tek bir kale gibi belirgin kılan şey; cesaret. Ansızın açan ve kapanan ve geceyi bekleyen bir çiçek. Öyle mi? Ya da; gece açılan ve sabah ezanında solan. Cesareti belirgin kılan, cesaretsizlik. Bu bana iyi geliyor.

 

Ufuk Akbal

İZDİHAM