18 Temmuz 2017

Turgay Bakırtaş, Dostoyevski’nin Namık Kemal’e Yazdığı Mektubu Buldu

ile izdiham

 Ölmüş olmanız, yeni şeyler üretemeyeceğiniz anlamına gelmez. Hele ki Türkiye’de. Mesela Ahmet Kaya’nın öldükten sonra çıkan albümlerinin sayısı ölmeden önce çıkardıklarına yakındır. Yine birçok klasik Türk müziği eseri, icracıları ahirete göçtükten on yıllar sonra dinleyicisine ulaşmıştır. Rahmetli Müslüm Gürses bunun da ötesine geçmişti; baba henüz hayattayken, elini bile sürmediği ama kendisine ait albümler vardı. Kadim mantık bilimi bu fenomeni açıklamaya yaklaşamadı bile. Yazarlarımızda da benzer bir durum var. Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi, Kafamda Bir Tuhaflık ve Kırmızı Saçlı Kız romanları, yazarın 2006’da İsveç’ten İstanbul’a dönerken bir uçak kazasında hayatını kaybetmesinden sonra piyasaya çıktılar.

İçinde olduğumuz günler bu anlamda çok bereketli, geç Osmanlı döneminin aydınlanmacı yazarlarından tutun, modern edebiyatın temsilcilerine kadar birçok ismin bugüne kadar adlarını dahi duymadığımız eserleri peş peşe gün yüzüne çıkıyor. Yahut -Ahmet Hamdi Tanpınar örneğinde olduğu gibi- yayınlanmış eserlerin kayıp parçalarına ulaşıyoruz. Açıkçası bu iyi bir durum mu emin değilim. Birincisi, yazarın hayattayken bulunduğu tercihleri genel bir uzlaşıyla çiğniyoruz. Yazar bir bölümü romanına koymamışsa koymamıştır; zayıf bulup koymamıştır, ilgisiz bulduğu için koymamıştır, unutup koymamıştır, romanı hiç yayınlamamıştır, buna saygı duymamız gerekmez mi? Mesela Orhan Pamuk, hayatta olsaydı Kırmızı Saçlı Kız’ın basılmasına müsaade eder miydi? İkinci sorun ise şu: Geçmişin büyük ustalarının elinden çıkan fakat yeni keşfettiğimiz bu metinler, nasıl da acınası bir edebiyat ortamında bulunduğumuzu gösteriyor. Adamlar “yazmış” kardeşim, biz ise genel olarak “karalıyoruz”. Bu durumun gözümüze sokulması hoş değil.

Mevzubahis olumsuz yanlarına rağmen “iyi edebiyat dilencileri” bu durumdan memnun sayılırlar. İtiraf etmek gerekirse ben de onlardan biriyim. Başta bir süre direndim, “bu iş böyle olmaz yahu” diye heyheylendim ama ne zaman ki Dostoyevski’nin ilk kez yayınlanan mektupları “Ben Dostoyevski” adıyla Türkçeye çevrildi, tüm hoşnutsuzluğumu “Allah’ım sana geliyorum” nidalarıyla uzay boşluğuna gönderdim.

Bugüne kadar defalarca yazdım, söyledim: Dostoyevski kırmızı çizgimdir. Onun kaleminden çıkan metin bir alışveriş listesi bile olsa başımın üstünde taşırım. Hal böyleyken, edebiyat tarihinin bu en büyük isminin ilk kez yayınlanan mektuplarıyla karşılaşmak tarifi zor bir mutluluk. Bana ve sayısız Dostoyevski âşığına bu mutluluğu yaşatan Reel Metis Yayıncılık’a ne kadar teşekkür etsem az; yayınevine uğrayıp tüm çalışanların yanaklarını şapırdata şapırdata öpsem yeridir.

Bu kadar giriş gelişme yeter sanırım, sonuca gelelim. Dostoyevski’nin mektuplarda “ne” yazdığından daha ilgi çekici bir şey var; bu mektupların “kimlere” yazıldığı. Kitaptan henüz haberi olmayanlar için sürprizi bozmayayım ama görünce çok şaşırdığım bir isme, Namık Kemal’e yazılmış bir mektubu burada alıntılamadan geçemeyeceğim. Bu kitabı mutlaka okuyun arkadaşlar; edebiyat aşkına, kelimelerin gücü aşkına okuyun!

*  *  *

Çok pis ütüldüm Namık, çok… Para gitti bir şey değil, şerefim namusum iki paralık oldu. Kimse yüzüme bakmıyor, davetlisi olduğum meclisler dedikodumu yapmak için çıkıp gitmemi beklemiyor artık, fısıldamaya bile gerek görmüyorlar. Sinirden babamı kesesim geliyor. Gerçi rahmetli çoktan rahmetli oldu ki onu da bana yıkmaya çalışıyorlar; yok içten içe babamı öldürmek istiyormuşum da yok ruhumun derinliklerinde onu yok edip egomu serbest çıkarmaya çalışıyormuşum da bilmem ne. Bu şerefsizler yarın bir gün bunu kitaplarında da yazar, yemin ederim beklerim bunlardan. Rusya’dan kaçtım Avrupa’ya geldim, yılanın çıyanın dilinden gene kurtulamadım.

Bu arada, sinirden sormayı unuttum, nasılsın Namık kardeşim? Türkiye’de havalar nasıl? Yenge hanım, çocuklar iyidir inşallah? Oralar karışık diyorlar ama şu sıra pek gazete okumadığım için ne oluyor ne bitiyor haberim yok. Okuyup ne yapacaksın zaten, bunların alayı namussuz. Hele bu Almanlar var ya, bak şuraya yazıyorum, bunlar biraz palazlansın Rusya musya dümdüz ederler yarın. Gerçi sizin de durumunuz pek parlak sayılmaz ama sizde bizimkilerin de gözü var, o konulara girip kafanı karıştırmayayım durduk yere.

İvan’ı bilirsin, romancı olan hani, Turgenyev soyadı, geçen gün rulette sağlam ütülmüştüm, gittim bundan biraz borç istedim. Hani hemşeriyiz, romancıyız filan, birbirimizi kollarız; sen kalk bana bir laflar bir laflar, yok millet aylardır benden roman bekliyormuş da parmağımı kıpırdatmıyormuşum da böyle olmazmış da aklımı başıma devşirmeliymişim de ohooo göreceksin bunun havalarını. Dedim tamam İvan, senden bir daha borç isteyen senin gibi olsun. Gider tefeci öldürür parasını çalarım, yine de senden zırnık istemem. Hayır bu bir de aileden zengin biliyor musun, rubleleri istif edip üstünde yatıyor pezevenk. Vereceği üç kuruş borç beş bin tane nasihat ediyor. Senin o taptığın parayı biz ayağımızla çiğnedik koçum, neyin davasındasın!

Namık, İsa aşkına kusura bakma, aklıma geldikçe sinirim zıplıyor birader. Neyse… Sen neler yapıyorsun? Var mı yeni bir çalışma, kitap, tercüme filan? Bir ara oradan oraya sürgün yiyordun, sıkıntın büyüktü, son durum nedir? Sürgün demişken, beni de Sibirya’ya yollamışlardı malum, ne olduğunu bilirim. O günlerde çok yardımcı olamadık, görüşemedik, hakkını helal et. Gerçi nasıl yardımcı olacaktım, yerkürede bir abim var dar günde arkamda duran, gerisi fasa fiso. Yemin ediyorum şu hayatta ne varsa ailende var kardeşim, karakterleri ne kadar farklı olursa olsun kardeşler birbirini tutuyor. Geçen hafta bu civarda bir kaplıcada gençten bir Rus oğlanla tanıştım, tarikat marikat bir şeylere takılıyormuş; bir abisi Allahsız kitapsızın tekiymiş ama hakkı tutar kaldırırmış, kimseye minneti yokmuş. Öbür abisi de karı kız peşinde koşuyormuş, şarap ehliymiş ama yufka yürekli bir adamış. İkisi de kardeşlerine toz kondurmuyormuş. Ya yemin ediyorum gözlerim doldu biliyor musun, ne güzel insanlar var lan dedim şu hayatta. Bizim de payımıza düşe düşe İvan gibi düdükler düştü.

Daha yazacağım çok şey var ama salona inmem lazım Namık, hanımın bileziklerden birini bozdurdum, dün kaybettiğim parayı geri alacağım inşallah. Kendine çok iyi bak, Jön Türklere bulaşma, o elemanları gözüm tutmuyor. Çok öpüyorum. Sevgilerimle…

Fyodor.

Turgay Bakırtaş’ın bu metni İzdiham Dergisi’nin 28 sayısında yayınlandı. 

İZDİHAM