12 Haziran 2018

Temmuz Dergisi’nde Yunus Meşe ile Yapılan Röportaj

ile izdiham

Arayışı Bırakan Yazar Zamana Yenilir

Konuşturan: Hüseyin CÖMERT

Genç öykücüleri takip etiğini, onlarla ilgili okuma ve çalışmalar yaptığını biliyoruz. Sen de bir genç öykücü olarak, gençlerin öyküleri üzerine ne düşünüyorsun?
Öykümüz iki bin yılından sonra bir sıçrama gerçekleştirdi. Nicel ve nitel anlamda göze çarpan bir hareketlilik yaşadı. Bu hareketlilik 2010 yılından sonra çok daha belirgin bir hale geldi. Bunda yayınevlerinin ve edebiyat dergilerinin öykü türüne destek vermesinin, öykü dergilerinin yayımlanmaya başlamasının çok büyük bir etkisi var. Bu hareketlilik, var olan öykü dergilerinin de canlanmasını sağladı. Bu durum haliyle öykü türünde eser veren kişi sayısını da etkiledi. Özellikle gençler öykü türüne yöneldiler. Ve onlardan sağlam öyküler okuduk. Öyküdeki bu genç hareketliliğinin, öykümüzün yarınını nasıl etkileyeceğini merak ettiğim için çağdaşım olan genç yazarların öyküleri üzerine eleştiri ve tanıtım yazıları yazdım. Şunu net bir şekilde ifade edebilirim: 2010 kuşağı gençlerinin öyküleri çeşitlilik gösteren dinamik bir yapıya sahip. Kastettiğim çeşitlilik hem öykünün hikâyesini hem de anlatımını kapsıyor. Aynı yıl içinde yayımlanan kitaplara baktığımızda geleneksel kadim yürüyüşü devam ettirmek isteyenleri de; postmodern edebiyat kapsamında deneysel eserler yayımlayan öykücüleri de görüyoruz. Elbette bu çeşitlilik öykümüzün niteliğini de arttırıyor.

2010 kuşağından söz edeceksek, geleceğe; bu kuşağa ait ne kalacaktır. Kastım; dil, tema, biçim, üslup… Hangisi daha çok dikkat çekici?
Bir öykü hangi teknikle yazılırsa yazılsın, ne kadar iyi kurgulanmış olursa olsun içinde okuyanları etkileyecek derin bir hikâye barındırmayan öykü kaybolup gidiyor. Günümüzün genç yazarları – benim takip ettiğim kadarıyla- bu gerçeğin farkına vardılar ve öykülerini güçlü hikâyelerin etrafında kurmaya başladılar. Bu kuşaktan geleceğe bence güçlü bir hikâye anlatıcılığı kalacak.

Kitabı ithaf etiğin cesur kadın ve erkekler kimlerdir, niye cesurlar?
Ibn-i Haldun, “Coğrafya kaderdir,” demiştir. Doğu kültüründe bu sözün gerçekliğini çok açık bir şekilde görüyoruz. Bu topraklarda doğan kadın ve erkeklere önceden bir hayat biçilir. O kadın ve erkeklerden, kendilerine biçilen yaşam sınırları içerisinde varlıklarını devam ettirmeleri beklenir. Doğu toprağının erkekleri biraz daha özgürmüş gibi görünse de aslında durum farklıdır. Bu topraklarda doğan büyüyen erkekler de en az kadınlar kadar baskı ve önceden çizilmiş bir hayatın içerisinde yaşarlar. Yaşamına dair alacağı kararları, çoğunlukla toplum baskısının yönlendirmesiyle alırlar. Bu durum, kendilerine ait olmayan, kendi tercihleri ile şekillenmeyen bir hayatı yaşıyormuş gibi yapmalarına neden olur. Daha da ağırı, pek çoğunun “mış gibi” yaşadıklarından haberi yoktur. Kitabımı ithaf ettiğim cesur kadın ve cesur erkekler, kendilerine çizilen sınırları kabul etmeyip kendi hikâyelerini yaşamak için savaşan kadın ve erkeklerdir.

Öykülerinin sonları net olarak bitmiyor, böylece okuyucuya bir son hayal etme fırsatı veriyorsun. Bilinçli bir tercih mi, yoksa hikâye mi bu sonları hazırladı?
Ben yazdığım öykülerde küçük oyunlar oynamayı ve bu oyunların içerisine okuyucuyu da dâhil etmeyi seviyorum. Bu şekilde öyküler kitaplaşmadan önce okurla karşılıklı bir etkileşim başlamış oluyor. Öykü sonlarını bilinçli bir şekilde kesin bir finale ulaştırmamamın en büyük etkeni bu. Ayrıca daha önce öykülerimi kurarken gerçek hayattan beslendiğimi ifade etmiştim. Gerçek hayatta, başlayan hikâye asla bitmez. Ancak hikâyeyi yaşayan kişiler öldüğünde o hikâye sona erer. Bunları göz önüne alarak öykülerime bilinçli olarak kesin bir son yazmıyorum. Çünkü hikâye devam ediyor.

Kitaba da ismini veren Geç Kalmış Bir Şapka güçlü bir öykü. İsminden yola çıkarsak, gerçekten her şeye geç mi kalıyoruz?
Bu çağımızın modern insana oynadığı bir oyun aslında. Bir şeylere geç kalan insanlar elbette var. Bu geç kalmaların büyük kırılmalara yol açtığına da tanıklık ettim. Ama genelleme yapmamız mümkün değil. Bir şeylere geç kaldığını düşünenler kadar yetişmek için tek adım atmayan insanlar da var. Ve bu insanlar da sürekli olarak geç kaldıklarından bahsediyorlar. Bana göre bu durum çok ilginç. Biraz derine indiğimizde de hız ve tüketim çağı ile birlikte sosyal medya platformlarının yaygın kullanılmasının buna sebep olduğunu görüyoruz. Bu platformlara baktığımızda herkesin çok mutlu olduğunu, mükemmel bir yaşam kurduğunu, kusursuz ilişkiler yaşadığını görüyoruz. Bu durumun gerçek hayatta bir karşılığı olmasa da buna maruz kalan insan “şu an benim olmadığım yerlerde inanılmaz güzellikte şeyler yaşanıyor, ben burada kalmaya mecburum. Çok geç kaldım yine her şeye” düşüncesine kapılabiliyor.

Birkaç öykü dışında tüm kitaba hâkim olan, trajediye varmayan ama derin yaşanan bir dram var. Gerçekten bu kadar çok acı var mı?
Hepimizin sosyal hayat içerisinde kendimizi konumlandırdığımız bir yer var. Hayatı da bu durduğumuz yerden açılan pencerelerle görüp yorumluyoruz. Buna bağlı olarak; gördüğümüz, algıladığımız acı ve bu acının boyutları da değişkenlik gösteriyor. Tahmin ettiğimizden ve maruz kaldığımızdan çok daha fazla acı var. Uçakların, bombaların gölgesinden kaçan; vatanlarını, yaşamlarını, sevdiklerini geride bırakan insanlar var. Dalgaların kıyıya taşıdığı cesetler var. Çocuklarına yemek bulamadığı için kendini asan anne var. Ben Özel Eğitim Öğretmeniyim. Mesleğimde tanıklık ettiğim öyle hikâyeler var ki bunları yazmanın mümkün olmayacağına inanıyorum. Biz bu kadar hikâye içerisinde tanıklık ettiğimiz acıların ancak bize hissettirdiklerini yazabiliyoruz. Yani hikâye ettiğimizden çok daha büyük acılar var.

Özel Eğitim Öğretmeni olduğunu ifade etmiştin. Mesleğinin öykücülüğüne katkısı ne oldu? Öykülerindeki çocuklar, mesleğinin sana sunduğu yaşanmışlıklardan mı ortaya çıktı?
Özel eğitim alanı Türkiye’de çok bilinen bir alan değil. Mağdur aileler ve çocuklar var. Mağduriyet yaşayan herkes kendi içerisinde bir şekilde hayata tutunmaya çalışıyor. Son yıllarda ülkemizin eğitim politikasında yapılan değişiklikler, çekilen filmler, yayımlanan kitaplar, akademik çalışmalar, neredeyse bütün okullarda yayımlanan farkındalık programları; özel kahramanların ön plana çıkartıldığı çizgi filmlerin televizyonlarda yayımlanması özel eğitim alanının ve özel eğitime muhtaç öğrencilerin bilinirliğini arttırdı. Ama hâlâ yeterli düzeyde değil. Burada dağılan aileler, hayal kırıklıkları ve çoğu zaman mutlu bitmeyecek hikâyeler var. Bu durumdan herkes kendince etkileniyor, kendince zorluklar yaşıyor ama en büyük yıkım çocuklarda oluyor. Ben bu yıkımı yaşayan çocukların hikâyelerini anlatmak istedim. Mesleğim, barındırdığı hikâyelerle öykülerimi etkiledi elbette.

Genelde kısa öyküler yazıyorsun; özel bir nedeni var mı? Kısa öykü yazmanın daha zor olduğunu düşünürüm. Bu konuda bize neler söyleyebilirsin?
Bu soru uzun bir süredir gündemimizde yer alan bir konuydu. Güzel bir tevafukla bir kere daha karşıma çıktı. İrtibatlı olduğum öykü yazarlarıyla zaman zaman bu konuyu tartışmıştık. Tartışmaya devam ediyoruz.
Kısa bir süre içerisinde okuyucuyu hikâyeden koparmadan finale taşımanızı ve bu yolculuk sırasında da derdinizi vurucu bir şekilde anlatmanızı isteyen bir türdür kısa öykü. Bu yüzden yazımı kolay gibi görünse de oldukça zordur. Tabii burada yazımı en zor tür, kısa öyküdür demiyorum. Her türün kendine göre zorlukları var. Kıyas yapmak pek doğru bir davranış olmaz. Ama “Kısa öykü yazmakta ne var ki?” anlayışına karşı da türün zorluklarını ifade etmek gerekiyor elbette.
Neden kısa öykü? Biz bir hız ve değişim çağından geçiyoruz. Yirmi dört saatin tamamı neredeyse insanlara yetmiyor. Buna bağlı olarak insanların bir metin ya da bir paylaşım etrafında geçirdikleri süreler de kısalmaya başladı. Bu durum sadece edebiyat için geçerli değil. Kısa filmlerin, video kanallarındaki kısa yayınların, altı saniyelik, on saniyelik video paylaşım platformlarının tercih edilmesinde de hız probleminin temel neden olduğunu görüyoruz. Çok fazla içerik üretiliyor ve insanın bireysel çabasıyla üretilen bütün içeriklere ulaşması ve zaman ayırması mümkün değil. Bu hız ve değişimi göz önüne aldığımda anlatmak istediğim meseleleri kısa öykü ile kısa bir süre içerisinde, kısa metinlerle dile getirmenin daha etkili olacağını düşündüm. Burada yazar çağa ve okuyucuya göre şekil almaz almamalıdır diyenler de olacaktır elbette. Evet, yazar çağa ve okuyucu isteklerine göre şekil almaz. Yazar meselesini gelen taleplere ve gerekliliklere göre belirlemez ama meselesini anlatma şeklini, değişimleri takip ederek en uygun ve en etkin yolu belirleyebilir.

Dergâh ve Hece’de öykülerin yayınlanmasına rağmen, tanınman İzdiham kanalıyla oldu ve kitabın da oradan çıktı. Dergilerin yaşa göre bir okuyucu kitlesi olduğunu düşünüyorum ve İzdiham genç okuyucuların dergisi. Genç okuyucuların öyküye bakışını nasıl değerlendiriyorsun?
Her derginin kendi kitlesi vardır düşüncenize katılıyorum. Bunun olması da gerekir zaten. Dergiler herkes için söyleyecek sözler taşıdıklarını belirterek yayıma çıkarlar ama bir yerden sonra dergiyi ayakta tutan, yazılanların anlatılan hikâyelerin arkasından giden bir kitle oluşur. Dergi bu yönüyle kendi çizgisinde eserler üreten yazarların oluşmasını da sağlar. Bu durum çok sağlıklı olmasa da dergi çizgisiyle paralellik gösteren yazarların varlığı, inkâr edemeyeceğimiz bir gerçek. Yazarlık yolunda ilk adımlarını atan gençlerin bir müddet bu benzerliğe düşmesi biraz daha- tecrübesizlik ve kendi seslerini bulamamış olmalarının etkisiyle- çabuk ve belirgin oluyor. Bütün bunların yanında son dönemde gençlerin öykü türüne güçlü bir ilgisi var. Bu ilginin görünürde iki temel nedeni var. Birincisi daha önceki sorularda da ifade ettiğim gibi yayınevlerinin öykü kitaplarına destek vermesi, öykü dergilerinin etkinliğidir. İkincisi ise maalesef kıramadığımız “Öykü yazmak kolaydır” anlayışıdır. Öykü türünde çoğunlukla kısa hacimli metinlerin var olması da gençleri bu anlayışa itiyor. Diğer yandan işin ciddiyetinin farkında olan ve aynı ciddiyetle çalışan, eser üreten gençler de var. Sanırsam bu çatışma hep vardı ve hep var olmaya devam edecek. Bir yandan “Ne var ki bunda? Ben de yazarım” anlayışı var olacak. Diğer yandan bu anlayışın karşısında duran ciddi emekler vererek sağlam, kalıcı eserler üreten gençler olacak.

İlk kitaplar önemlidir. Bir çıta oluşturur ve bundan sonraki kitaplar, bu kitap üzerinden kıyaslanır. Yayınlandıktan, üzerinden makul bir süre geçtikten, yeterince görüş/geri dönüş/tepki geldikten sonra kendi kitabınla ilgili kanaatin nedir?
Öykü yazarlığım İzdiham Dergisi ile başladı. Öykülerimi yayımlamadan önce yaklaşık iki yıl boyunca İzdiham Dergisi Yayın Yönetmeni Bülent Parlak ile çalıştık. Atölye çalışması gibi bir çalışma oldu. Bu süreçte Türk Öyküsü’ne yönelik okumalarda ve incelemelerde bulunduk. İyi bir yazar olmanın ön şartı iyi bir okur olmaktır anlayışını Bülent Parlak’la yaptığımız bu çalışmalar sürecinde edindim. Yaptığım okumalar ve incelemeler beni belirli bir seviyeye taşıdı ve süreç içerisinde yazdığım öyküleri yayımlamaya başladım. Bu ön çalışmalarımız bittikten sonra da yine iki yıl kadar İzdiham Dergisi başta olmak üzere çeşitli dergilerde öyküler yayımladım. Bütün bunlar bir donanım kazanmamı sağladı. Belirli bir eşiği aştıktan sonra da kitap düşüncesi oluşmaya başladı ve kitaba yönelik çalışmalar yapmaya başladım. Öykülerin kitaplaşması ve kitabın yayımlanması sürecinde içten içe bir endişe de taşıyordum. İlk kitaplar yazarın etiketidir. Bazen yıllar da geçse yazar o etiketten kurtulamaz. Bu endişeler içerisinde kitabı yayımladık. Sonrasında gelen tepkiler, kitabı yerinde ve zamanında yayımladığımı gösterdi bana. “Hikâyesi olmayan şey hayattan düşer” anlayışıyla biriktirdiğim öyküler okuyucuda karşılık buldu. Beni tatmin eden geri dönüşler aldım. Ama sonuç olarak kendi kitabımla ilgili bir yargıda bulunmam doğru olmaz sanırım. Öykülerimin gücü ve kalıcılığı açısından son sözü zaman ve öykü okurları söyleyecektir.

Kitabın son öyküsü olan Öyküsünü Kurtaran Karakter, biçim ve üslup olarak diğerlerinden çok farklı bir yerde duruyor. Bu son öykü farklı öykü denemeleri okuyacağımız anlamına mı geliyor?
Hikâye etme bize Allah tarafından öğretildi. Biz ilk insanın dünyaya gönderilişini de bir hikâye içerisinde öğreniriz. Kur’an-ı Kerim’de de mesajların büyük ölçüde hikâyeleştirilerek verildiğini görürüz. Hikâye insandan önce de vardı sonrasında da var olmaya devam edecek. Ancak biz hikâye anlatmayı bize öğretilen ilk haliyle kullanmıyoruz. Değişen dünya ile birlikte hikâye formları da değişiyor.
İnsanlara yirmi dört saatin yetmediği bir dönemden geçiyoruz. Bu modern insanın yaşamı algılama ve okuma şekli de sürekli bir değişkenlik gösteriyor. Hikâye anlatmayı önemseyen bir yazar olarak bu değişkenliklere kayıtsız kalamıyorum. Ne anlatacağım, meselem, kavgasını verdiğim şeyler değişmiyor elbette ama bunları nasıl yazıp nasıl anlatacağım değişkenlik gösteriyor. Öyküsünü Kurtaran Karakter öyküsü ile ilgili yaptığınız tespit yerinde ve doğru.
Kendini tekrara düşen bir yazar olmaktan kurtulmak ve kendi çizgimi oluşturmak için, yazdığım öyküler üslup olarak değilse de biçim olarak değişkenlik gösterecek. Arayışı bırakan yazarın zamana yenik düşüp kaybolacağını biliyorum. Zamanın ruhunu yakalamak ve yarına kalabilmek için çeşitliliğin peşindeyim.

 

 

Temmuz Dergisi- Sayı 22
İZDİHAM