8 Ekim 2018

Şule Hatipoğlu, Angela’nın Külleri Filmini Değerlendirdi

ile izdiham

Alan Parker‘ın yönetmenliğinde, Emily Watson ve Robert Carlyle‘ın başrolleri paylaştığı ve bu eseriyle Frank McCourt‘un 1996 Pulitzer Ödülü‘ne layık görülen aynı adlı romanından uyarlanan Angela’nın Külleri, etkileyici bir biyografik dram. BAFTA, Oscar ve çeşitli film festivallerinde toplam on kez aday gösterilen yapıt, aldığı beş ödülle sinema tarihine ismini yazdırmış.

Bunca övgüden sonra Yönetmen Alan Parker hakkında da özet bir bilgi geçelim. Sinematografisinde Birdy (1984), Missisipi Yanıyor(1988), Evita(1996) gibi başarılı örnekler bulunan yönetmen, 1978 yapımı“Midnight Express” (Geceyarısı Ekspresi) filmiyle Türkiye‘den büyük tepki almış, Türkiye’ye turist olarak gelen bir Amerikalının uyuşturucu taşıyıcılığı nedeniyle tutuklanması, Sağmalcılar Cezaevinde gördüğü işkence ve kötü muamelenin sonucunda kaçışını konu edinen filmde, olayların gerçek dışı bir şekilde aktarıldığı ve filmin Malta’da çekilmesi nedeniyle Türkiye’nin iddiaları sert bir dille reddetmesi söz konusu olmuştu. Gerilim o noktaya dek tırmanmıştı ki, Cannes gösteriminden bir ay kadar sonra ABD-Türkiye arasındaki mahkumların değişimi müzakerelerini başlatmıştı. Bu sabıkalı film iki Oscar almış, senarist Oliver Stone, yıllar sonra yaptığı açıklamada, haksızca abartılı dramatizasyon ve ilavelerinden dolayı özür dilemiş, Öyküsü konu edilen Bill Hayes ise vicdan azabını dile getirmişti. Gelelim asıl filmimize…

1935, Büyük Bunalım yılları. New York-Brooklyn’in yoksul mahallelerinden birinde yaşayan baba Malachy McCourt,(Robert Carlyle) eşi Angela (Emily Watson) ve Frank, Malachy Oliver ve Eugene adlı küçük oğullarıyla yaşam mücadelesi vermekte fakat başaramamaktadır. Yeni doğan kızlarının ölümü ile yıkılan aile, ata topraklarında geçinebilecekleri umuduyla İrlanda‘ya dönme kararı alır. Anlatıcımız Frank henüz 5 yaşlarındadır. Limerick’e dönüş şaşkınlığını şöyle ifade etmektedir; « Ve biz, Özgürlük Anıtı’na “Merhaba” yerine, “Hoşçakal” diyen ilk ve tek İrlandalı aile olarak belki de tarihe geçtik ». Frank’in küçük yaşına rağmen babasından daha fazla sorumluluk sahibi olduğunu, kardeşlerine ve ailesine olan bağlılığını açıkça görüyoruz.

Alkolik, işsiz baba Malachy, Kuzey İrlandalı aksanı ve protestan mezhebi ile Katolik Limerick’te iş bulamaz. Bulsa bile aldığı parayı, aç çocuklarının yolunu gözlediğini bile bile meyhanede harcamaktan çekinmez. Ölüm ve sefaletin kol gezdiği, açlıktan kırılan insanların hayatta kalmaya çabaladığı bu pis, sağlıksız yaşam, kusursuz görüntülerle ete kemiğe bürünüyor. Rutubeti iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Sefaleti kanıksamış Angela’nın sabrına şaşıyor, ölen çocukların her biri için yas tutmak gerekirken bir bakıma kurtulduğunu düşünecek kadar yoksulluktan beziyorsunuz. Karakterler öylesine keskin yaratılmış ki, İngiltere‘ye iş aramaya giden babanın bir daha geri dönmeyeceğini kestirebiliyorsunuz.

Pis sulara bata çıka geçen çocukluğun, hastalıkların, kilise rahiplerinden gelecek yemek artıkları için beklenen kilise kuyruklarında geçen yılların ardından,  genç bir delikanlı olan Frank (Joe Breen) okumaktan ve çalışmaktan asla bıkmayacak ve onu hayallerinin ülkesi Amerika’ya taşıyacak gemi için para biriktirecektir.

Sıkı roman okurlarına göre, kitabın önüne geçemese de, en başarılı uyarlama dalında ödül almış bu filmi, ailece izlemek, sahip olduklarımızın kıymetini bir kez daha anlamamıza katkı sağlayacaktır.(Gerçi bunu anlamak için çok uzağa gitmemize hacet bulunmayan bir Coğrafya’da yaşıyoruz ya, kahrolmayı kanıksamış vicdanlarımıza belki yabancı bir hikaye tuz biber olur)

İyi seyirler.

NOT :Star Wars, E.T ve Jaws gibi müziği hafızalara kazınan filmlerden anımsayacağımız John Williams’ın bestelediği soundtrack , 2000 yılında Oscar ve Altın Küre‘ye aday gösterilmiş.

Şule Hatipoğlu

İZDİHAM