19 Kasım 2016

Simon Critchley, Bellek Tiyatrosu

ile izdiham

Ölüyordum. Orası kesin. Gerisi hikâye.

Ölüm korkusu gündüzleri çoğunlukla uykuya geçiyor, gecenin geç saatlerinde uyuşukluktan silkinip gırtlağıma çöküyor, o akşam ne kadar içmiş olursam olayım uyumayı imkânsızlaştırıyordu. Uykusuzluk zaten yetişkin olduktan sonraki ömrümün büyük kısmında hep eşlik etmişti bana gizliden gizliye; en azından kazadan sonra. Ama kutuları bulup bellek tiyatrosunu kurduktan sonra yoğunlaşıp amansız bir mantık kuvvetini kazanmıştı. Zaten öleceksem uyumak niyeydi ki?

Sonra sidik torbası oyunu başlardı. Diş fırçalayıp diş ipiyle oynamaca, tuvalete “tamam bu son” hissiyle bir işemece, 1960 tarihli o harika ciltli Bodley Head basımı Ulysses’in birkaç sayfasını okumaca derken, uyku usul usul gelirdi… ama karnımın alt bölgelerindeki, sanki orada bir yaratık varmış gibi belli belirsiz hissettiğim basınç hemen bölerdi uykumu. Çişim geldi mi gelmedi mi? Sonra bütün gece bir yukarı bir aşağı, bir sağa bir sola… ta ki karanlığın dehşeti ağaran günle birlikte kaybolana kadar. Kafamda gezinip duran intihar, hatta bazen birilerini öldürme düşünceleri yavaş yavaş yatışırdı. Uykum gelirdi gelmesine ama geçmiş olsun.

Ertesi gün gözlerimin etrafındaki binlerce görünmez minnacık kesikle ve en basit işleri bile feci zorlaştıran, acı verici ölçüde keskin bir gürültü hassasiyetiyle dolanır dururdum. Bu böyle üç yıl sürdü, meseleyi ilk anladığım zamandan beri korkum gittikçe arttı. Bitkinlikten bitkin düşmüştüm.

2004’ün Ocak ayında nekronotik* faaliyetlerim Yeni Dünya’da, eskisinde karşılaştığı kayıtsızlıktan daha müşfik bir muamele görür mü diye İngiltere’den New York’a taşınmıştım. O yılın Haziranında eski ofisimi toparlayıp bırakmak, kâğıtlarımı gözden geçirip kitaplarımı taşımak niyetiyle Essex Üniversitesi’ne döndüğümde garip bir şey oldu.

Ofisimin yarıgizli köşelerinden birinde beşi üst üste konmuş, orta boy, kahverengi, tanımadığım karton kutularla karşılaştım. Felsefe bölümünün yöneticisi Barbara’yla konuşunca bunların Fransa’daki eski felsefe hocalarımdan yakın dostum Michel Haar’ın yayımlanmamış yazıları, notları, evrak-ı metrukesi olduğu anlaşıldı. Michel’in 2003 yazında Fransa’yı kasıp kavuran o feci sıcak dalgası sırasında kalp sektesinden öldüğü sanatoryumdan kardeşi, haber vermeden, göndermişti bu kutuları. Sorbonne’un felsefe bölümündeki kürsüsünden erken emekli olmasından beri kendisini dört bir yandan kuşatan (hatta aslında böyle erken emekli olmasının da nedeni olan) uzun bir nörolojik, psikolojik ve hipokondriyak hastalıklar silsilesinin ardından ölmüştü Michel. Doğrusunu söylemek gerekirse, Michel’de hafiften manyakça bir ölme arzusu vardı hep. Kendine saygısı olan her akademisyenin rüyasını gerçekleştirip en nihayet Paris’te kürsü sahibi olduğunda herkese, Nietzsche’nin doğumunun 150. yılında intihar eden büyük Nietzsche uzmanı Sarah Kofman’ın yerine geçtiğini söylemişti ki bu doğru değildi. Michel sözde halefinin kaderini tekrarlamaya kararlı görünüyordu.

Daha önce Paris’teki berbat restoran zincirlerinden birinde (adı “Hippopotamus” mu neydi – Michel’in eli sıkıydı, yemekle de arası yoktu) bir akşam yemeğinde karşılaştığım kardeşi Roger’ la temas kurmaya çalıştım. Strasbourg’daki telefon numarası vardı bende, ama artık iptal edilmişti. Bir mektup gönderdim, ama daha sonra üzerine “retour à l’envoyeur” damgası vurulup açılmamış halde geri geldi. Michel karısı Anne’dan boşanmıştı, zaten Michel çocuk yapmak istemediği için araları da soğuktu. Dibine kadar narsistti yani. Tanıdığım başka yakın akrabası da yoktu. Bu kutuların neden bana gönderildiğini bilememenin verdiği kafa karışıklığıyla kalakaldım. Michel’in, onu benden çok daha iyi tanıyan ve kendisine hayran birkaç öğrencisi vardı. Dost denebilecek pek kimsesi yoktu.

Hemen kutuları karıştırmaya başladım, içindeki her şey karmakarışık gibiydi ama her kutunun üzerinde Oğlak’tan İkizler’e kadar bütün burçlardan birinin işareti vardı. Boğa burçlu kutu eksikti. Yolda mı kaybolmuştu, yoksa işin içinde bir oyun mu vardı? Michel, on beşinci yüzyılın sonlarında yaşamış Pico della Mirandola’dan beri astrolojiyle derinden ilgilenmiş belki de ilk filozof olduğu için burçlara şaşırmadım. Pico gibi, Michel de genetilialog, yani horoskop imalatçısıydı.

Üstünde Oğlak işareti olan kutuda, Michel 1959’da öğrenciyken Jean-Paul Sartre’ın École normale supérieure’de etik ve Marksizm hakkında verdiği bir dersten notlar gibi nefis şeyler buldum. Ayrıca aralarında Clément Rosset ve Dominique Janicaud gibi iki eski öğretmenimin ve genç, canlı ve gayetle Sartre’cı bir Alain Badiou’nun da bulunduğu çeşitli normaliens ile Sartre arasındaki bir tartışmanın transkripsiyonu da vardı. Louis Althusser’in antik felsefede materyalizm hakkındaki dersinin notlarını, Leukippus, Demokritos, Epikuros ve Lucretius’u uzun uzun tartışan “Notes de cours”unu buldum.

Jean Beaufret, Jacques Lacan ve Martin Heidegger arasındaki üçlü yazışmanın orijinal kopyalarını da bulunca çok şaşırdım; mektuplar Heidegger’in 1955’te Normandy’de Saint-Lô yakınlarındaki Cerisy-la-Salle’i ziyaret ederek orada vereceği “Was ist das – die Philosophie?” konferansıyla ilgiliydi. Bu konferansın başlığı, “Nedir bu, felsefe?” lafı da beni hep güldürmüştür. Neden bilmem. Lacan ile Beaufret arasındaki yazışmaların en eğlenceli kısmı, Herr und Frau Heidegger’lerin Paris’e geçerken uğrayacakları Lacan’larda kahvaltıda ne yemeyi tercih edecekleri üzerine. Lacan, Alsace’dan özel ithal Schwarzbrot ve ayrıca sert peynirle salam almak için karmaşık planlar yapmış. Beaufret ise birkaç paragrafı, Heidegger’lerin birkaç kruvasan, bir sütlü kahve, belki bir de ufak bir tartine’den başka bir şey istemediklerine Lacan’ı ikna etmeye çalışarak harcamış. Günlerinin çoğunu pijamalarıyla geçiren ve açığa vurmadığı eşcinselliği yüzünden azap çekmekte olan Beaufret o sıralarda beş yıldır Lacan’a analize gidiyormuş ki büyük psikanalistin kendisine herhangi bir ilgi gösterdiği tek zaman da bu olmuş.

İlk kutuda akademik teamüllere daha uygun çok sayıda elyazması da vardı; hepsi de dönüp dolaşıp bir şekilde nihilizm meselesine ve Michel’in hayatı boyunca takıntı haline getirdiği kitaba, Heidegger’in 1930’ların sonlarında verdiği derslere dayanan ama Almancada kitap olarak ancak 1961’de (Michel yirmili yaşlarının başlarındayken) yayınlanmış olan iki ciltlik dev Nietzsche kitabına bağlanıyordu. Heidegger’in kendisi ve birçok savunucusu bu dersleri, onun Naziler 1933’te iktidara geldikten sonraki bir yıl boyunca Freiburg Üniversitesi Rektörü olarak üstlendiği meşum ve iğrenç memuriyetin ardından Nasyonal Sosyalist ideolojiye yönelik bir eleştirinin geliştirildiği yer olarak görmüşlerdir. Ben bu tür savunuların boktan zırvalar olduğunu düşünmüşümdür hep. Michel’in ise bu kitapla çok daha ilginç bir derdi vardı; felsefe ile şiir arasındaki ilişki, özellikle de fiilleşmiş isimler ve totolojiler gibi önerme mahiyetinde olmayan dil biçimlerinin ifşa edici imkânlarıyla ilgileniyordu. Heidegger’in Nietzsche’yi sadece Platon’un tersine çevrilmiş hali olarak ve son tahlilde de metafizik düşünme biçimleri içindeki tutsaklığımızı sona erdiren değil devam ettiren bir figür olarak yorumlayan ve keskinliği gittikçe artan felsefi eleştirisi, Nietzsche’nin müthiş yaratıcı, şiirsel ve polemiğe dayalı düşünme tarzını ne ölçüde kapsayabiliyordu? Heidegger’in yorumuna bakılacak olursa Nietzsche nihilizmden çıkışı değil, onun en yüksek ifadesini, gerçekleştirilmiş halini temsil ediyordu. (Bu hali anlatan Almanca bir kelime vardı –hep vardır zaten– ama unuttum.)

Simon Critchley

İZDİHAM