6 Mart 2016

Sıddık Akbayır, Aylak Adam

ile izdiham

BİR: JAMES JOYCE POZUNDA BİR KÖYLÜ
Yusuf Atılgan; Aylak Adam yayımlandığında, kendisini ‘namuslu bir korku’yla Manisa’nın Hacırahmanlı köyüne kapatan “James Joyce’ pozunda, uzak bir köylüdür. Cumhuriyet döneminin en iyi romanları soruşturmalarında her zaman ilk ona giren, bazı yazarların ilk üç sıralamasını Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay’la paylaşan, Aylak Adam’la Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ına ışık tutan bir köylüdür.’Uysallığın haritası’nda `başkaldırmanın fısıltısı’ gibi, `okyanusun içinden usulca akan dere’ gibi yaşayan; zaman zaman sanatına, fikirlerine hayranlığını dile getiren genç arkadaşlarını kızdırmak için, ‘Her kötü yazarın, aptal bir hayranı vardır.’ diyen bilge bir köylüdür. Taşra havasında kaybolmayan, sırf iyi bir film görmek için köyünden kalkıp İzmir’e giden; İngilizce kitaplar getirterek okuyan, çeviriler yapan; Aylak Adam romanında bir şehirliyi, şehrin insanını şaşırtacak derecede başarıyla anlatan; İstanbul’un hiçbir biçimde yerlisi olmadığı gibi, kendi köyüne de yabancı kalan bir köylüdür.

İKİ: HACIRAHMANLI KÖYÜ – SARUHANLI – MANİSA

Anayurt Oteli’ni yazarken kimseyle görüşmez, evine kimseyi kabul etmez. Odasına kapanır. Her hafta postacının getirdiği ‘Yusuf Atılgan, Hacırahmanlı Köyü, Saruhanlı, Manisa’ yazılı onlarca mektuptan sadece Ankara mühürlü olan ikisini açar ve okur. Bu mektuplardan biri Enis Batur’dan, diğeri Serpil Gence’dendir. İlk eşi, yemeğini kapıdan verir. Sonra boşları geri alır. Altı ay, devam eder bu durum. Giderilmemiş bir susuzluk gibi sarılır kaleme, kağıda ve geceye. Düşlerinde, harflerin akışını alkışlayan güvercin sürüsüne su taşıyan güzel bir kız vardır. Sanki, romanını sadece o güzel kız okusun diye yazar. Roman bitince, ilk evliliğini de bitirir.

ÜÇ: GELMESİ İSTENMEYEN BİR TÜRKÜ SONU

Aylak Adam yayımlandığında,Yusuf Atılgan 39 yaşında, köyünde köylü, evinde evli bir adamdır. Ortakçıya işin pratik tarafını devredip kıpırdayan iç dünyasının sesini dinler. Sonra bir mektup gelir. 17 yaşında `delişmen’ bir kız, Ankara’dan karanlığına ışık tutar. Her mektup, gelmesi istenmeyen bir türkü sonu gibidir. Bir yıl mektuplaşmanın ardından, İstanbul’da ya da Ankara’da yarı kaçamak karşılaşmalarla, yıllar süren aşkın bir tutkudur bu.

DÖRT: SONUNA KADAR ESMEYECEK BİR RÜZGÂR

Serpil, Ankara’da yaşayan 16-17 yaşlarında bir genç kızdır. Aylak Adam’ı okur. Çok etkilenir. Kitabın yazarı için, çok yakından tanıdığı biri duygusu gelişir içinde. Kendisini, ona çok yakın hisseder. Yazarın dünya görüşü, hayata bakışı, Serpil’i çok etkiler. Romanı, müthiş sürükleyici, inandırıcı ve şiirsel bulur. Romanın son derece temiz dili, onu çarpar. ‘Ben bu adamı bulacağım. Körse de, topalsa da fark etmez. Ondan sonra da ne olur ne biter bilemem.’ der. Aylak Adam’da yazarı içten içe hisseder. Hem çok hoş biridir, hem de korkutucu bir yanı vardır. Belki yaklaşılabilir, belki ele geçirebilir; ancak sonuna kadar esmeyecek bir rüzgâr uzaklığı sezer bu adamda. Sezgilerine güvenir. Üç ay kadar Ankara’da iz sürer. Bulamaz. Kalkar İstanbul’a gider. Bir arkadaşının yardımıyla, bir yayınevinden, onun Manisa’nın bir köyünde yaşadığını öğrenir. Oturup mektup yazar. Çok gençtir; İstanbul’a gelmesi bile sorundur. Manisa’ya gidemez. O sırada, Aylak Adam çok popüler olmuştur, Yusuf Atılgan, romanla ilgili beş yüze yakın mektup almıştır. Hiç sevmez o tür şeyleri. Mektuplara bakmaz, cevaplar yazmaz. Sadece iki isme cevap yazar. Bunlardan biri de Serpil’dir. Sonra bir yıl kadar mektuplaşırlar. İlk karşılaşmaları İstanbul Tünel’dedir.

BEŞ: SEVİLMİŞ BİR KADIN GÜZELLİĞİ

Yusuf Atılgan, karşıdaki geçitte bekleyecek, Serpil de tramvaydan inecektir. Havada, sevilmiş bir kadın güzelliği vardır. Merhaba bile demeden birbirlerine doğru yürürler. Viyana Lokantası’na kadar hiç konuşmazlar. Karşılıklı otururlar bir masaya. Aradan bir süre geçer. İkisi de titrer. Yusuf Atılgan’ın söylediği ilk şey, 1946’da komünistlikten hüküm giyip askerî öğretmenlikten atılma sürecidir. Sol görüşlü olduğu, düşüncelerinden ödün vermediği, vermeyeceği için kapıların yüzüne kapanacağından, para kazanamayacağından söz eder. Serpil, davudî sesiyle çok güzel konuşan, Aylak Adam gibi bakan bu adamı dinlerken sezgilerinin kendisini yanıltmadığını düşünür. İlişkileri 15 yıl sürer; çok geç evlenirler. Evlendiklerinde Serpil Hanım 32; Yusuf Atılgan 54 yaşındadır. Aile, bu evliliğe karşı çıkar. En çok babası yıkılır ama kızını da en çok o anlar. İkisinde de para pul yoktur. Yusuf Atılgan’ın memlekette bir tarlası vardır, ortakçının işleyip para yolladığı ufak bir tarla, hepsi o kadar… Hiç para hesabı yapmazlar. O küçük parayı, erteledikleri incelikler adına, birkaç günde bitirirler. Ne yaş farkı, ne hapse girip çıkmış sakıncalı, yoksul bir kimlik umrundadır Serpil Hanım’ın. Onun için önemli olan; akşam olunca günün bitmemesi, konuşunca gözleri çoğalan bir adamın kendisine aşkla bakmasıdır.

ALTI: SOKAK ORTASINDA BIRAKILAN BİR YAĞMUR

Serpil Hanım; başarılı bir tiyatro sanatçısı, başarılı bir şarkı yorumcusudur. Ankara Sanat Tiyatrosu’ndan ayrılan grupla Antigone’yi oynar. Genco Erkal’la çalışır. Abisi Durul Gence’yle iki yıl kadar müzik çalışmaları olur. Sonra, bir bütünlük bulamadığı için bırakır. Anlayış, saygı, özveri gerektiren çalışmalardır ve çok az insanda bu vardır. Oyunculuğun çok acısını çeker. Bırakma süreci de sancılı geçer. Bırakmasa, kendisine yabancılaşacaktır. Sanatı, sokak ortasında bırakılmış güzel bir yağmur gibi düşünür. Yusuf Atılgan’la evlendiğinde, bir kez bile ardına bakmaz. Hemen de Mehmet Hamdi doğar. Sanatın yerine koyabileceği tek şey sevgidir. Hepsi oğluna ve eşine gider. Hayatı sürdürmek için, para kazanmak gerekir. Antikacılık yapar el yordamıyla. Büyük paralar kazanmaz; ama geçinirler. Huzurlu ve mutludur yaptığı seçimden.

YEDİ: SIRADAN BİR GÜN

Yusuf Atılgan; Mehmet Hamdi’yi istemez önce, ‘Dede olacak yaşta adam, baba
olmuş!’ derler diye. Serpil Hanım, ‘Ne zamandan beri başkalarının düşünceleriyle yaşıyoruz!’ deyince üstelemez. Hayatının en mutlu on yılını oğluyla geçirir. Yazdıkları kötümser olsa da mizah duygusu çok gelişmiş, neşeli, mutlu bir adamdır. Alçakgönüllüdür. Eşiyle oğluyla geçireceği sıradan bir günü, sanatsal bir toplantıya tercih eder. Edebi konuşmalardan kaçar. Hayatın kendisiyle ilgilidir daha çok.

SEKiZ: SIRADAN BİR ÖMÜR

Çok konuşmaz, tartışmayı sevmez. Çalışma masasına, seyrek oturur ve zor(lu) yazar. Bırakılsa bütün gün okuyacak bir hâli vardır. Neredeyse on beş yıl yaşadığı ve asla yerleşemediği İstanbul’da Hacırahmanlı köyünün ona kırk yılda aşıladığı ‘geniş zaman’lı tempoyu yaşamak ister. Eşyayı önemsemez. Bir koltuk, bir masa, bir yatak ona yeter. Giyim kuşam konusunda da öyledir: Düz, yalın, pratik giysiler seçer, işi büyütmez. Aksesuar kullandığını kimse görmez.

DOKUZ: SAYGINLAŞTIRAN ALIŞKANLIKLAR

Alışkanlıklarına, insanlarına bağlıdır. Köydeki berberine bile sadık kalmayı başarır. İstanbul’dan Hacırahmanlı’ya tıraş olmaya gittiği olur. Elinde her zaman ucuz tahta ağızlıklar ve hiç sönmeyen Birinci sigarası vardır, hayatı boyunca, Birinci’ye hiç ihanet etmez. Futbola düşkün, siyaha ve beyaza tutkundur. İzmir’de Altaylı, İstanbul’da Beşiktaşlıdır. Alışkanlıklar, bazı insanları tekdüzeleştirip yalınlaştırırken Yusuf Atılgan’ı gizemli kılar, dahası saygınlaştırır. Türk edebiyat tarihinde önemli bir yeri olan Perşembe Toplantıları’na değişmez isimlerindendir. Perşembe Toplantıları’na gelişi, oturuşu, gidişi, sessiz ve sakindir. Meyhanede masanın hep aynı yerinde, hep aynı sandalyede oturur. Her gelişinde mutlaka iki duble rakı içer; bir dubleyle yetindiği ya da ikiden fazla içtiği görülmez. Beyoğlu sahaflarında kitap karıştırmayı, çay içmeyi sever. Kitaplar üzerinde fazla tartışmaz, kendi beğeni terazisine güvenir. Cadde-i Kebir’de, aykırı bir göçmen gibi hep şaşkınlıkla dolaşır. Fransız Büyükelçiliği’nden Narmanlı Han’a kadar, hep Aylak Adam adımlarıyla yürür. Sinema kapılarında, insanları seyreder.

ON: SON FOTOĞRAF

Yazdıklarında `kıl-tüy’ ayrıntısına genişçe yer veren Yusuf Atılgan, sadece, ölümünden iki hafta önce, sakal ve bıyık bırakır. Son fotoğrafı, sakallı ve bıyıklıdır. 1989’da, 8 Ekim’i 9 Ekim’e bağlayan gecenin geç bir saatinde rahatsızlık baş gösterir. Serpil Hanım’ı sabaha karşı uyandırır: ‘Ben kötüyüm galiba.’ Serpil Hanım, ambulansı getirdiğinde, artık çok geçtir.

Sıddık Akbayır
İZDİHAM