30 Kasım 2015

Rüyası Bölünenler ve Roman

ile izdihamdergi

Rüyası Bölünenler, can alıcı ve pek çok yaratıcı yazarın benzerlerini yazması gerektiğini düşündüğüm önemli hikâyesinin yanı sıra, dili ve anlatımına ilişkin doğru biçimlerin bulunamadığı bir roman.

Yaşadığımız sıcak zamanların edebiyatın konusu olması için yalnızca yaratıcı yazarların iradesi yeterli olmuyor. Hem bir dönemin onu çok iyi tanımaya olanak verecek kadar kendini göstermesi hem de onu görünen haliyle aldıktan sonra tersyüz edip arkasına bakabilecek yetkinlikte bakış açılarının oluşması gerekiyor. Siyasal olandan yazınsal bir gerçeklik çıkarmak için her zaman zorunlu yazınsal olgunluk da var.

Sıcak siyasal çatışmalar bakımından tıka basa dolu bir ülkede, edebiyatın bu gerçeklikten uzak kalması düşünülemez. Ne ki, hemen her zaman arkadan gelir edebiyat. Şiir demeyelim de, roman ve öykü, yani düzyazı başka türlü bir olgunlaşmayı bekler. Yaşananlar iyice anlaşıldıktan, içselleştirildikten, değerlendirildikten, arkası önüne geçirildikten sonra. Önceki bütün kıyım ve kıyam dönemlerinde olduğu gibi, Kürt sorununun çözümü için yaşanan kalkışmanın da on yıllar sonra edebiyata daha sağlam örneklerle taşınmaya başladığını görüyoruz. Akif Kurtuluş’un, hikâyeyi öne çıkaran romanı Mihman, son okuduklarımızdandı.

Yavuz Ekinci’nin Rüyası Bölünenler romanı da Kürt sorununun insanların dünyasında yol açtığı çatışmaları, bölünmeleri, özverileri, acıları anlatıyor. Bir babanın, çocukları arasında en çok sevdiği ve kayırdığı küçük oğlunun dağa çıkışı yüzünden suçlayıp bağışlamadığı öteki oğlunun, kardeşini aramak için çıktığı yolculuğun hikâyesi. Roman için her zaman çekici bir hikâyedir bu.

Üstelik Kürtlerin dağa çıkışını, savaşını, bunun yol açtığı sarsıntıları anlatan romanlar daha pek yazılmadı. Otuz yıl sonra bugün, romancıların üstüne düştükleri ve düşündükleri bu dünyanın her okurun ilgi alanında olduğunu söyleyebiliriz. Gerçek hayat hikâyeleri otuz yıldır belleğimizi ağırlaştırmışken, edebiyatın o gerçek hikâyelerin içinden yepyeni bir insan gerçekliği, dramatiği bulup çıkarmasını okur olarak da arıyoruz.

Rüyası Bölünenler’i özellikle hikâyesi nedeniyle merakla okudum. İyi düşünülmüş bir hikâyenin, gerçek hayattan çok fazla beslenmiş olması yazarı bıçak sırtına sürer. Yavuz Ekinci bunun üstesinden geliyor. Gerçeği bir roman gerçekliği olarak yeniden yaratma tasarımı elbette yerinde.

Ne ki, anlatıcının nasıl kullanılacağı konusundaki sorunlar Rüyası Bölünenler’de de çözülememiş. Pek çok başka romanda olduğu gibi. Bu da Rüyası Bölünenler’in nitelikli bir romana dönüşmesini önlüyor.

Anlatım sorunları

Yavuz Ekinci romanını birinci kişi ağzından yazmış. Anlatılanlar romanın asıl kişisinin, İsmail’in dünyası içinde oluşup yaşandığı için, bu elbette doğru bir seçim. Gelgelelim, anlatıcının doğru kullanılmadığını belirtebiliriz.

Anlatıcı kişinin ve romandaki öteki kişilerin başından geçen her şeyi gene anlatıcının ağzından anlatmak, romanda yaşanan hayatın canlanamamasına, dolayısıyla anlatılanların bir ölü hayat aktarımına dönüşmesine neden olur. İnsanlar kendi hayatlarını yaşamazken, bir anlatıcı onların yaşadıklarını bize aktarır durur. Romancının, yazdığı romanda kendisinden ve seçtiği anlatıcıdan bütün bütüne bağımsız bir hayat olduğunu, öteki insanların da o hayatı yaşadıklarını unuttuğunu gösterir bu. Pek çok örnekten biri: “Almanya’ya kaçtığım o gece, umutlarım, hayallerim ve beklentilerim yere çakılan bir vazo gibi parçalanıp dağıldı. Önce Köln’e gittim, sonra Dortmund’a yerleştim. Oradan da trenle Berlin’e geçtim. Dilini bilmediğim, insanlarını tanımadığım, iklimine yabancı olduğum bir yerde yaşamanın ne zor olduğunu Berlin’e yerleşince anladım. Her geçen gün biraz daha çaresiz hissediyor ve yalnızlaşıyordum. Önceleri birkaç gün kalıp döneceğimi düşünüyordum fakat her geçen gün bu umudum biraz daha zayıfladı ve en sonunda dönme umudumu tamamen yitirdim.”

Burada olduğu gibi, anlatıcı kendi yaşadıklarının, romanın öyküsü dışında kalan bir kesitini, onun da başlıca önemli noktalarını sıralayıp özetleyerek, bu arada yaşadıklarının kendisindeki etkilerini belirterek aktarıyor. Çok sık yapılan bir anlatım yanlışı bu. Anlatıcıya yaşananları aktarma görevi vermek hangi sorunlara yol açar?

Birincisi, yaşananları yalnızca dışarıdan anlatarak öldürür.

İkincisi, bilgi aktarılmaktadır ve anlatıcıya bilgi aktarma görevini vermek bir başka yanlıştır; çünkü asıl olan o aktarılanların romanın içinde yaşanmasıdır, yani daha zor olanı yazmak, yaratmaktır.

Üçüncüsü, bunlar anlatıcının iç konuşmaları içinde aklından geçirdikleridir aslında. Yazarın niyeti de budur. Oysa insan bu örnektekileri aklından bir başkasına anlatır, rapor verir gibi geçirmez. İç konuşmalarda, roman kişilerinin aklından geçenler, tıpkı gerçek hayatta aklımızdan geçirdiğimiz gibi, –ama fazlalıkları atılarak– doğal biçimde verilmelidir.

Dili süsleyen abartılar

Dördüncüsü, demek ki roman kişisi bunları bir başkasına anlatıyor. Peki kime? Okurdan başkasına değil. Bunun da pek çok romanda çözülmemiş bir sorun olarak kaldığını görüyoruz. Bazı postmodern roman teknikleri dışında, hangi kişi ağzından yazılırsa yazılsın, romanın anlatıcısı okura anlatmaz, çünkü okur yoktur orada. Bir romanda yaşanan her şey bizden –yani okurdan– bağımsız, roman kişilerinin başından geçer. Romanın içinde de bizim yaşadığımıza benzer sahici bir hayat vardır ve orada yaşayanlar, gerçek hayatta yaşandığı gibi yaşar her şeyi.

Rüyası Bölünenler’in, anlatı sorunları yanında, belirtilmesi gereken bir dil sorunu da var. Anlatılan bir durumu, duyguyu, davranışı, bir dış çevre betimini, onu güçlendireceği düşünülen sıfatlarla, mecazlarla, eğretileyen sözcüklerle tamamlamak ve bunu metnin neredeyse tamamına yayılacak sıklıkla yapmak.

Yerinde ve tutumlu biçimde kullanıldığında dili zenginleştirebileceği gibi, yersiz ve neredeyse her cümleyi bir marifete çevirmek için kullanıldığında dili bütünüyle bozabilecek bir tutumudur bu. Rüyası Bölünenler’in dili en çok bu yüzden bozuluyor. Pek çok örnekten birkaçı:

“Dışarı çıktım ve tırnaklarımı günün gergin tenine geçirerek yere çöküp hüngür hüngür ağladım.”

“Vadide bir dere, çocuğundan uzak kalmış bir anne gibi feryat ederek akıyordu.”

“Gecenin sırtına attığı pelerin, kara bir çarşaf gibi başı gökyüzüne yükselen dağları, bir ceset gibi yol kenarına atılan şehirleri, bir bıçak yarası gibi açılmış derin vadileri, başı ezilmiş bir yılan gibi kıvrılan daracık yolları, ölü ağzı gibi kapıları sıkı sıkı kapanan evleri ve bu topraklarda sonsuza dek kaybolmuş binlerce hayatın üstünü örtüyordu.”

Bu abartılı, ağdalı ve “gibi”lerden kurtarılması gereken sözler, dili süslemekten başka işe yaramaz ve bir yazınsal metinde bundan da öncelikle kaçınılması gerekir.

Öte yandan, buna bağlı olarak, Rüyası Bölünenler’in asıl kişisinin anlatı boyunca yaşadığı korkular, yorgunluklar, bitkinlikler, acılar, üzüntüler ve bunlar gibi bütün duyguları gerçekten onun yaşadıklarından, yapıp ettiklerinden çıkarmıyoruz da, hemen hep kendisi tarafından belirtiliyor. Duyguları ve halleri, onların yaşanmasına fırsat vermeden anlatıcıya söyletmek de bir edebiyat metnini en çok bozan kusurlardandır. Rüyası Bölünenler, can alıcı ve pek çok yaratıcı yazarın benzerlerini yazması gerektiğini düşündüğüm önemli hikâyesinin yanı sıra, dili ve anlatımına ilişkin doğru biçimlerin bulunamadığı bir roman. Yavuz Ekinci’nin romanı, dile ve anlatıma ilişkin bazı temel sorunları dile getirmek için bir fırsat yaratmış oldu.

Semih Gümüş
İZDİHAM
 
 
Kaynak: RadikalKitap