11 Mart 2016

Zeliha Yurdaer: Robert Bresson, Görüntüyü Hissettiren Yönetmen

ile izdiham

Zeliha Yurdaer, Tarkovsky’nin “onu her zaman kıskanmışımdır, onun kadar sadeliğe ulaşmış kimse yok” dediği Robert Bresson’u kadraja aldı.
“Kötülük, karanlığın ve çirkinliğin güçlerine karşı aklın sahip olabileceği en muazzam silahtır. Kötülük, bayım, eleştiri ruhudur, eleştiri ise ilerlemenin ve aydınlanmanın kaynağı”*

Gerçekçi bir sanatçı için film, kötülüğü tüm açıklığı ile, iyiliği, içinde yatan tüm art niyeti ya da samimiyetiyle aktarmaktır. Dünya sinemasında duygusallığa kaçmadan “iyi”yi,abartmadan “kötü”yü verirken,yorumu izleyiciye bırakan ve izleyiciyi “arayış”ta azat eden öncülerden,  Truffaut, Godard gibi yeni dalgacıların örnek aldığı, Tarkovsky’nin hayran olduğu nev-i şahsına münhasır yönetmen Robert Bresson.

25 Eylül 1901 doğumlu Fransız yönetmen Bresson, ressam ve fotoğrafçı olarak başlar hayatı algılamaya. Sinemaya olan ilgisi belki de  resimlerinde, fotoğraflarında kullandığı aracısız ifade ile yetinmeyerek, insan evrene hükmedişini, yenilgisini, zaferini,canlı bir şekilde  zamanın akışını zamanı durdurarak resmetmek isteyişindendir.1939 yılında veda ettiği yaşamına her biri başyapıt olarak nitelendirilebilecek 14 film sığdıran Bresson, filmlerindeki sıra dışı gerçekçiliğiyle taklidi mümkün olmayan bir yönetmen olmuştur.

Her biri başlı başına bir dosya konusu olacak filmlerinden bazılarına değineceğimiz bu yazıda Bresson gibi anlaşılmayı değil hissedilmeyi bekleyebilir miyiz?

PİCKPOCKET( YANKESİCİ ) 1959

“Bu film polisiye türünde bir film değildir. Yazar sesler ve resimlerle bir gencin zaafıyla kendisine uygun olmadığı halde içine girdiği yankesicilikte yaşadığı kabusu anlatmaya çalışıyor. Yalnız bu macera olmasaydı birbirlerini asla tanıyamayacaklardı. Bu macera iki kalbi garip yollardan birleştirecektir.”

Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sından ilham alınan filmde başrol oyuncular Martin La Salle ( Michel) ve Marika Green ( Jeanne ). Suç ve Ceza’da bir katil olarak tanıdığımız Raskolnikov burada Michel karakteri ile bir hırsız olarak karşımıza çıkıyor. Michel, tıpkı Raskolnikov gibi, köhne bir dairede tek başına yaşarken geçinebilmek için yazı yazmaktadır. Michel’in günlüğüne yazdığı notlardan kendi sesiyle süregiden film, kahramanın  yankesiciliği deneme kararı ile başlıyor. Michel, gittiği at yarışlarında, trenlerde yaptığı yankesicilikte ustalık kazanırken yaptığı bu işe tıpkı Raskolnikov gibi ahlaki bir neden yaratır. Kendisinden şüphelendiğini sezdiği komisere “dahi kişiler, fakirlikten ot gibi yaşamaya mahkum ise, topluma yararlı olmaları adına kanun dışı bazı eylemlerde bulunmalarına izin verilmelidir” diyecektir. Michel’in komiserle yaptığı tartışma, Raskolnikov’un dünyadaki zalimleri adaleti sağlamak için ortadan kaldırmaya cesaret eden Napolyonvari cesarete sahip insanların hoşgörülebileceğine dair , ahlak-vicdan gibi değerler üzerine  yaptığı ateşli tartışmaları hatırlatır. Bu bağlamda Michel’in  yankesiciliği açlığını gidermek, hayatta kalmak için yapmadığını, kendisine defalarca iş bulan arkadaşı Jacques’in varlığından anlıyoruz. Michel bu adreslere sadece gidip başvuru yapmakta, gerisini takip etmemektedir. Yaptığı yankesiciliğin hakkını vermek adına reflekslerini geliştirmek için gecelerce egzersiz yapmakta, yankesiciliğin inceliklerini anlamak için kitaplar devirmektedir.Michel, Raskolnikov gibi yaşamı, hesap gününü sorgulamakta,bütün insanların adaletsiz olduğu bir yerde vicdanın neye yaradığını düşünmektedir.Bresson, belki de ilahi olanı temsil ettirdiği komiser ile Michel’e kötülüğü iyilik adına yapacağını söyleyenlerin gerçek niyetlerinin ayırt edilemeyeceğini, insanın insan olarak vazifesinin iyiliği iyi yoldan bulmaya çalışmak olduğunu söylettirir. Michel ise dünyanın zaten ters durduğunu, böyle yaparlarsa belki düzeleceğini ifade eder.Michel bir yandan yankesicilik sanatına devam ettiği için suçüstü yakalanacak ve hapse atılacaktır. Michel için hapishane Bresson’un diğer filmlerinde de sık sık kullandığı bir değişim metaforu olarak karşımıza çıkar. Michel, özgürlük içinde hapiste hissettiği ruhuyla baş başa kalmış ve yanıbaşında, içinde var olan gerçeği arayışı onu huzura kavuşturmuştur. Raskolnikov’un sürgünde iken Sonya’nın günahkar bedeninin ardındaki ölümsüz bakirliği fark etmesi ve önünde eğilmesi gibi mükemmel bir final sahnesi ile Michel’in aydınlanışı anlatılır.

Kendisini ziyarete gelen Jeanne’yi defalarca görmesine rağmen bu kez “ birden Jeanne’nin yüzünü bir şey aydınlattı” diyecek ve parmaklıklar arasından Jeanne’nin alnını öperken ” sana ulaşmak için öyle tuhaf yollardan geçmem gerekti ki” diyerek arayışının çilesini özetleyecektir.

AU HASARD BALTHAZAR ( RASTGELE BALTHAZAR ) 1966

“Gerçek yaşanılır, öğrenilmez. Haydi savaşa!”**

Gerçekçi ve sade anlatımın zirvede olduğu Au Hasard Balthazar, insanın ruhunda var olan kötülüğün değiştirilmediği ölçüde ne kadar acımasız olabileceğini anlatırken öyle acır ki içiniz , Dimitri Karamazov gibi “Gerçekçilik. Ne kötü bir şaka!” diyesiniz gelir.

Başrolünde Balthazar adıyla bir eşeğin yer aldığı film, eşeğin etrafında Marie ( Anne Wiazemsky) nin hayatından kesitler sunuyor. Balthazar, koyu bir katolik olan Bresson’un birçok dinsel alegoriye yer verdiği bir yapım. Balthazar’ı bir oyun olarak vaftiz eden iki çocuğun görüntüsü ile başlayan film, bundan sonra Balthazar’ın farklı insanların elinde geçireceği ağır şartlar altındaki yaşamını konu eder. Bu şartlar öyle bir gerçekçilikle resmedilir ki dakikalarca Balthazar’ın yükler altında koşmaya çalışan ayaklarını izleriz. Balthazar kendisine kim sahip olursa onun hizmetinde çalışan bir eşektir.Balthazar bazen bu dünyadan kaçmaya çalışmakta ise de yine “insan”ın gücüne teslim olmaktadır.Hikayede kötülüğü, Balthazar’ı ve Marie’yi sürekli rahatsız eden Gerard temsil etmektedir. Gerard, her ne olursa olsun değişmeyen, erimeyen bir kötülük madenidir. Bazen de iyi olan birileri bile -Marie ve sarhoş meczup karakter Arnold  gibi- vurdumduymazlıkları, kendi acılarından başka bir şey görmedikleri küçük dünyaları yüzünden Balthazar’a acı çektirmektedir. Marie, Gerard’a duyduğu karşılıksız aşkı içinde acı çekerken,ardında bıraktığı Balthazar’ı unutmakta, Arnold ise bir kadeh içkiyi görünce zalimleşerek insanlıktan çıkabilmektedir.

Bresson bu filmde esasında Balthazar ve Marie’nin ıztırabı üzerinden insanlığın gittiği bencillik kuyusuna işaret etmektedir. Dünyanın yerinden oynayan çivilerinin battığı iki canlı hayatına kamerasını değdirerek düşünmemizi kendiliğinden sağlamaktadır. Zira Bresson, izleyiciyi duygusallığa iterek bazı şeyler düşündürmeye çalışmadan yaşamın içinden tüm sadeliği ve gerçekçiliği ile verdiği kesitlerle izleyiciyi kendiliğinden keşfe sürükler.

Filmin finalinde Balthazar’ın yaralandığını görerek ölmek için koyun sürüsünün arasını tercih etmesi, yuvasından koparılan ve kendi keyfi için dünyayı yönetme çılgınlığı içinde boğulan insanın yalnızlığını anlatması açısından oldukça manidardır.

L’ARGENT (PARA ) 1983

“Ey para! Yeryüzü tanrısı! Bize ne yaptıramazsın ki?”

Tolstoy’un bir hikayesinden yola çıkılan, başrolünde Christian Patey’in yer aldığı L’argent, Bresson’un son filmi. Üç beş gencin bir fotoğrafçıya verdiği sahte paranın fotoğrafçıdan alışveriş yapan Yvon’un eline geçmesi ile birbiri ardına gelen cinayet, hırsızlıkların, Yvon’un hayatını nasıl değiştirdiğinin konu edinildiği L’argent, tam bir modernite, kapital zihniyet eleştirisi. Sıradan bir aile reisinin, ahlaki değerlere sahip bir işçi iken, para için gerekirse bir çok cana kıyabilen adeta bir robot haline gelişi dramatik bir gerçekçilikle resmedilir. Bunu yaparken bir yandan karşılaştığı “iyi”lerin hayatında kendi vicdanını sorgulamayı da sürdüren Yvon, kalbi ve arzuları arasında yaptığı mücadelede yenilecektir. Dönüşümünü ruhunu temizleyemeden başaramayan Yvon, vicdanın yükünü kaldıramayarak teslim olacak ve kaybedişi kabullenecektir.

***

Hemen hemen bütün filmlerinde doğallıktan yana olduğu için amatör oyunculara yer veren Bresson’un filmlerinde, insanın gözünü yoracak hiçbir hareketliliğe rastlanmaz. Kamera bir kişi üzerinde dakikalarca çekim yapar. Bresson, amacının bir şeyler anlatmak değil hissettirmek olduğunu vurgular. Bunu yaparken kendi ifadesiyle düşünceye başvurmaz. Çünkü zihin insanı yanıltır. Bresson , hissederek anlatır ve hissetmeyi izleyiciye bırakır. Bu nedenle kullandığı gerçekçi anlatım bazen izleyiciyi rahatsız edebilir.Sanat, varlığımızın anlamını simgeselleştirir. Sanatçı ise bu yüzden toplumun alışmış olduğu düzeni ideale ulaşma adına bozmaya çalışır. İnsanlar huzuru ararken sanatçı sonsuz olanın peşindedir.

Bresson’un filmlerinde anlam veremediğimiz huzursuzluk gerçeğin kapısını aralamış olmanın verdiği bir tedirginlik midir? Belki de Bresson, bizim sıkı sıkıya tutunduğumuz  ipleri koparmaya cesaret etmiştir.

*Thomas Mann – Büyülü Dağ

** Hermann Hesse- Boncuk Oyunu

 

 

Zeliha Yurdaer

İZDİHAM