26 Şubat 2016

Özer Turan, Doğmadan Büyümek

ile izdihamdergi

Kardeş dedikleri bir ses ile uyandım bu soğuk sabaha. Elleri benimkilerden biraz küçüktü fakat benim ondan çok büyük olduğumu söylediler. İlk kez duymuştum bu kelimeyi fakat çoktan abla olmuştum.

Kapıyı açıp; yanlarında en soğuk ve en abartılı gülümsemelerini de getiren soyadı zincirinin halkalarını karşılamak bana kalmıştı. Yalancı olduklarına karar vermem için; birkaç yıl önce üzerime üzerime gelen gamzelerin beni hiç terk etmeyecekmiş gibi açılan kucakların yanımdan hızla geçip bir başka geçici durağı aldatmaya başladıklarını görmem yeterli oldu. Tamamen umudumu kaybetmiştim aslında bu sevginin gerçekliğinden. Sebebi; yanımdan geçen boş elin çenemin altı veya saçlarımı okşamasından ziyade kendi çocuklarına takılmalarını istedikleri hediyeleri tutan diğer ellerine benim için de ufak bir paket sıkıştırmalarıydı.

Anneme zulüm eden bu yankısız sesi kıskanacağımı düşünmüş olmalılar ki sus payını almadan gelmemişlerdi. Veya ablalığımın bedeli miydi acaba… elimden alınan bunca ilgiyi telafi ödenekleri.

Herkesin toplandığı oda da toplanıp, herkesin oynadığı şey için ise henüz küçükmüşüm. Misafirlere kolonyağı ve şeker tutmak için ise büyük. Aslında oldukça ağırdı zigonlar fakat onları taşımak için yeteri kadar büyümüşüm. Elimden kayan şekerliğin ardından toplum içinde azarlanmak için de yeterli olgunluğa çoktan ulaşmışım ben anlamadan, bir misafirin kucağında saçma sapan şarkıları tekrarlarken.

Hoşgörü, anlayış, yardım gibi kelimeler girmeye başlıyordu lügatime. Yapmayı istemediğim her şeyi yapmaya zorluyordu bu anlayışlı olma. Anlayış gösterdikçe oluyordum yardımcı, hizmetçi… her ikisi de toplanıp beni boğuyordu ve işte o zaman hoşgörülü oluyordum.

Tamda çocuk olmaya başladığım kucaktaki dakikaları babamın sesi böldü:

–          Kızım boş bardakları içeri götür.

Şekerlik, kucağa alamadığım kardeş, azar, hoşgörü…

Normalde yapamadığımı gören babam kalkıp kendisi yapardı. Fakat artık işleri üzerime yıkmakta kararlı ve öğreticiydi. – bardağa bakmadan yürü, teker teker taşı… cümleler ardı ardına sıralanırken üzerimdeki dikkat dolu misafir gözleri keskinleşiyordu. Kendi çocuklarına hiç söylemedikleri kadar çok aferini üzerime çulluyorlardı. Sanırım içtikleri çayların karşılığını ev sahibi karşısındaki ezilmişliklerini çocuğuna ilgiyle ödüyorlardı.

Mutfağa vardığımda başımda dolaşan eller aklımı daha da karıştırdı. Kocaman abla olmuşların kafaları ‘aferin’lerle sıvazlanır mıydı?

Neyse, bardakları bırakıp kardeşimle oynamak istemiştim ki; bir el itti beni, bir ses kesti önümü, ablalıktan isyanla istifa edesim gelmişti ki anladım, çoktan kovulmuşum çaylar içildiğinde.

Elime bir çanta tutuşturuldu, oturma odasında ki bir adres ezberletildi ve yollandım. İçimde sevgiye muhtaç bir çocuk kucak bekliyordu, ellerimde kocaman abla yükü.

Sıkıldım bu git gellerden, odama kaçtım. Bir dünya yarattım kendime. Kocam vardı ve çocuklarım da. Biri kız biri erkek. Yemek yaptım, temizlik ardından. Sonra babamları misafirliğe çağırdım. Bardağımı tuttu saçma bir gülümseme yapıştı suratına. Sandalyemde rahat edemedi yere oturdu. ‘Çay içer misin’ dedim. Çaydanlığımda yanmadı elleri. Beni kucağına almaya kalktı, bütün çay halıya döküldü. Üzerime düşen çocukluk yaktı beni. ‘Hadi yat, geç oldu’ ile kesildi en ciddi konularım, elimde çocukluğum kaldı.

Kardeşimin yankısız sesi yırttı gecemi. Ne yazık; gündüz reklam edilerek sevgiye boğulan, uyku bölünce şikâyet edilen oldu. Başıma çektim battaniyemi. Acıdım kardeşime. Keşke doğmadan büyümeseydi.

Çünkü çocukluk yapışınca yakasına insanın, büyütenler çıkmadan çıkmıyor hayatından.

Özer Turan

İzdiham