30 Kasım 2015

Özer Turan, Ben Hüseyin Rahmi; Öldüm

ile izdihamdergi

Annem öldü. Üç yaşındaydım. Belki de dört. Çocukluğumu geçirdiğim Heybeliada’da zamanında dört tarafı önemsizdi. Henüz neyi yitirdiği ancak bir çocuğunun ölümü anladığı kadar anlayabiliyordum. Annenin ne demek olduğunu giderek daralan sıklıklarda hatırlayarak büyüdüm. Büyüdüm elbette ama içimde benimle birlikte yetim acılarımda büyüdü.

Sonrasında o zamana kadar çok fazla tanıma fırsatı bulamadığım babamın yanına Girit’e gönderildim. Girit’te padişahın yaveri olarak bulunuyordu Hüseyin Rahmi Paşa. Evimize bir kadın gidip geliyordu ve bir süre sonra hiç gitmemeye başladı. Babamın yeni eşi olunca yüzündeki sevecenlikte giderek memnuniyetsizliğe dönüşmüştü. Sonunda ikna etti babamı; hastalık ve kendisinin olmayan bu çocuğa bakmanın oldukça külfetli bir iş olduğuna.

Altı yaşına geldiğimde kendimi tekrar ‘adam’ da bulmuştum. Önce annem beni dünyamdan etti, şimdi de başka bir kadın beni babamdan etmişti. Kadınlardan nefret ettiğim o günlerde, ironiye bakın ki bana destek çıkan yine kadınlar oldu. Çocukluk yıllarımı ananem ve teyzelerimle birlikte geçirdim. Onların beni yeniden hayata bağlama çabaları, ömrüm boyunca bir kadınla yakınlaşabilecek kadar kinimi ve geçmişimi unutturamadı bana.

Eğitimimi sorunsuz yürütüyorken Mülkiye mektebinin ikinci sınıfında daha da depreşen hastalığım okulu bırakmama neden oldu. Dışarıdan özel Fransızca dersleri almaya başladım. Tanzimat’ın ilanına kadar çeşitli devlet işlerinde çalıştım ama ne devlet ne de çalışmak bana göre değildi. Bir taraftan da sürekli yazıyordum. Çocukluğumun günlüğü birkaç cilt haline gelmişti. Daha sonra tercümanlık ve çeviriler yaptım.  ‘Şık’ adıyla ilk romanım yayınlandığında artık ünlü biriydim.

Bu günlere nasıl geldiniz sorusuyla karşılaştığımda; ‘ Ben babamdan miras yemedim, ne yaptıysam kendi kalemimle yaptım.’ Demiştim. Çünkü biliyordum ki insanlar babamın nüfusunu kullandığımı düşünüyorlardı.  Oysa ben babamdan nefret ediyordum.

1887 yılında gazetecilik hayatıma başladım. Tercüman-ı Hakikat, ikdam ve Sabah gazetelerinde yazdım. İkinci Meşrutiyetin yaşandığı yıllarda Ahmet Rasim’le birlikte ‘Boşboğaz ve Güllabi’ gazetesini çıkardık ve mahkemelik olduk.  Ceza almamış olsak da bu olay gazetenin sonu oldu. Daha sonra İbrahim Lütfü Beyle karşılaştım. Onunla da ‘Millet’ gazetesini çıkarmaya başladık. Siyaset peşimi bırakmadı tabi. ‘Alafranga’  romanım yasaklandı, ben de 1908’e kadar bir daha yazmadım.

1936-1943 yıllarında Kütahya milletvekili olarak meclise girdim. Zaten Heybeliada’dan bu yıllar dışında hiç çıkmadım. Tekrar yazmaya karar verdim ve ‘Ben Deli miyim’ kitabını çıkardım. Tabi o da mahkemelik oldu. Sonuç aynı, ben dışarda kitap yasak.

Beni ahlaksızlıkla suçladıklarında aslında onların var ettiği İstanbul’u yazmıştım sadece. Sanatın halk için olduğuna inanan biri zaten gerçeklerden başkasını yazamaz. Ama her zaman gerçekler herkesin hoşuna gitmiyor işte. Bu anlayışı hocam saydığım Ahmet Mithat Efendiden aldım. Tanışmamız da çok ilginçtir; O’na ilk romanımı gösterdiğimde, ‘bu kitabı sen yazmış olmazsın’ diyerek azarlamıştı beni. Ama sonradan kopmaz bir ilişkimiz oldu.

Yabancı yazarlardan daNietzsche,Schopenhauer ve  Emile Zola’ dan dan etkilendiğimi söylüyorlar. Ama bana kalırsa, ananem ve onunla gittiğimiz gün toplantılarından daha çok etkilenmişimdir.

Kendimi bir İstanbul romancısı olarak tanımlayabilirim. Eserlerimde çoğunlukla gözlemlerimi yansıttım. Yani eski ile yeni çatışması, geleneklerin yıkılması sırasında eskiye bağlanamayan fakat yeniyi de hazmedemeyen taklitçi züppe tipi sevdim. İnsanın içgüdüsüyle toplum kuralları arasındaki uyumsuzluk çok dikkatimi çekmişti. Eski devrin katı ahlaki kurallarıyla bağdaşmayan yeni düşünceli insanın eski düzen içindeki mutsuzluğunu ve bunun aile kurumu üzerindeki etkisini işlemeye çalıştım. İffet, Mutallaka, Tesadüf, Nimetşinas, Bir Muadele-i Sevda, Sevda Peşinde ve Son Arzu buna örnek olabilir.

Uzun sayılabilecek hayatıma altmış civarında eser sığdırdım. Abdülhamit dönemini, Birinci Dünya Savaşını, İkinci Meşrutiyeti ve Cumhuriyet dönemini gördüm fakat hiçbirisini kitaplarıma koyacak kadar önemsemedim. Çünkü Aristoteles’in söylediği gibi ‘İnsan nasıl yaşamalıdır?’ sorusu her olaydan daha önemlidir benim için.

Hiç evlenmedim. Toplumun içine karışmak, bir edebi akıma dâhil olmak ya da gündemdeki olaylarla ilgilenmek; Heybeliada’daki evimde oturup örgü yaparak ölümü beklemekten daha değerli değildi. Zaten hastalık boyutuna ulaşmış titizliğimle huysuz bir ihtiyar olmuşken beni kimse istemezdi. Ve sonunda beklenen ölüm 8 Mart 1944’te zatürre bahanesiyle buldu beni.

Özer Turan, İzdiham 15. sayı

İZDİHAM