15 Temmuz 2017

Onur Bayrak ile Röportaj

ile izdiham

Sizin “birini katil ötekini şair yapanı düşünebilirdim/(…)” dizenizden hareketle soralım ilk sorumuzu. Neydi sizi “şair yapan neden”?

Diyebilirim ki çocukluğuma dair hatırladığım en kuvvetli şey sıkılmak hissi. Her şeyden ve her ortamdan çarçabuk sıkılırdım. Yanlış anlamayın. Bıkarak sıkılmaktan bahsetmiyorum burada. Nedensiz bir sıkıntıdan söz ediyorum. İşte durumlara, nesnelere ve insanlara karşı duyduğum bu sıkıntı ilk gençliğimden kendimden sıkılmaya dönüştü. İnsan, sıkıldığı bir durumu değiştirebilir; sıkıldığı bir insandan uzaklaşabilir. Ama ya sıkıldığı bizzat kendisiyse? Kendi olduğu ve kendisini sürdürmek zorunda kaldığı için sıkılıyorsa? İşte bu durumda iken ve okumaya da meraklı iken mecburen şiiri sevdim.Evet, mecburen. Tabi Attila İlhan, Orhan Veli gibi ders kitaplarında yer alan şairleri okudum ilk önce. Şiirle asıl çarpışmam ise 18 yaşında İsmet Özel ve Edip Cansever’i keşfetmemle oldu. İkisinden de çok etkilenmiştim. Şimdi üzerimdeki etkilerinin geçtiğini hissetsem de hâlâ çok severim ikisini de. Sonrası ise zaten bir gücün ki, ister ilham deyin buna ister kader, beni o tarz metinler üretmeye zorlaması.

şairi öldürdüler ile ilgili görsel sonucu

 

Şiirlerinizi yayımlamaya nasıl başladınız?

Beni yönlendiren kimse yoktu. Her şey kendiliğinden gelişti. İlk şiirim sanırım kitapçıda görüp haberdar olduğum Kertenkele dergisinde yayımlandı. Çok utanmıştım. Sonrasında ise Dergâh’a şiir gönderdim. Mustafa Kutlu’yu öykülerinden biliyordum. İki üç ay geçmesine rağmen şiir yayımlanmamıştı. Bir gün artık tamamen ümidimi kesmişken şiirin tam sayfa olarak yayımlandığını gördüm.Çok mutlu olmuştum. O hissi arada özlüyorum. Sene 2011’di. Ama sonradan bu iki şiiri de kitabıma almadım.

 

Laf oraya gelmişken kitabınıza geçelim o zaman. “Şairi Öldürdüler” bir şiir kitabı ismi olarak oldukça somut. Bir de kitabın kapağında altıpatlar fotoğrafı olunca insan ister istemez şairin vurularak öldürüldüğünü düşünüyor. Halbuki öyle değil.

Bilinçli bir şekilde yaptığım bir şey bu. Şair vurulmadı ve ölmedi. Halbuki vuruldu ve öldü. Anlatabildim mi?

 

İki ana bölümden oluşuyor kitabınız. İlk bölüm kitaba da adını veren Şairi Öldürdüler şiiriyle sona ererken, yalnız ve yenilmiş bir kahramanın dilinden konuşulan ikinci bölüm ise  Barbarı Öldürdüler şiiriyle sona eriyor. Ayrıca kitap boyunca bu iki bölüm arasında örtülü bir bağ kurduğunuz görülüyor. Nedir şairle barbar arasındaki ilişki?

Sanırım açık konuşmak zorundayım. Medeniyet veya uygarlık. Adına ne derseniz deyin. Bundan nefret ediyorum. Düzen denen şeyden nefret ediyorum. Bir düzen varmış gibi davranmak zorunda bırakılmamdan nefret ediyorum. Güzel ifade ettiniz. İkinci bölümdeki o yalnız ve yenilmiş kahraman işte medeniyete yenildi ve medeniler tarafından aşağılandı. Medeniler kendileri gibi olmayanları “adam ederek” mahvederler. Çünkü medeniler için eninde sonunda ne olduğu önemlidir, olan şeyin nedeni değil. St. Augustine’nin söylediği gibi: “Onlar sonucu gördüler, ama sebebi değil.”  İşte barbar medenilere yenildi. Şairin kime yenildiğine gelince. Barbar yenilince şairin kazanma ihtimali kalmadı. Çünkü şairin yaşam alanını barbarın yıkma kabiliyeti belirler. Konformizm şiire soluyacak hava, barınacak delik bırakmadı.

 

Özelllikle kitabın ilk bölümünü oluşturan şiirlerde bir mutsuzluk ve bu mutsuzluğa bir alışmışlık var. Bu alışmışlık yer yer mizaha, ince buluşlara yer yer de öfkeye dönüşüyor. Birincisi için örnek vermek gerekirse Kızkardeşsizlik adlı şiirinizde şöyle diyorsunuz: “özgeçmişimizi yazamazlar/özümüz rehin verildi/karşılığında içinde dünler ve yarınlar olan bir hayat/ içinde acılar ve şakalar olan duru bir keder/aslına bakarsan her şey biraz ucuza gider bu tüccar dünyada/o yüzden çok da şaşırmamalıyız” Öfkenin ön plana çıktığı Modern İtlaf İlahisi adlı şiirde ise “nihayet öpülmemiş yanak ve tapınılmadık meslek kalmadı/iyi bir ekip oldu yazıldığı gibi okunan insanlar/özelliğini jaybetti bela, bozgun iğfal edildi/bir tek çocuğun bile masum olmadığı çıktı ortaya” diyorsunuz. Sorum şu: Arada içe dönmeye arada öfkeye neden olan bu mutsuzluğun temel nedeni nedir? Sanki bu biraz belirsiz gibi geldi bana.

Size belirsiz gelmesi normal. Çünkü bence de belirsiz(gülüyor). Başta da söylemiştim. Çok sıkılıyorum. Bir hayatı ve bu hayatın klişelerini sürdürmek zorunda olmak çok sıkıcı geliyor bana. Buna alışmış olduğum da doğru. Evet alıştım, maalesef. Öfkelendiğim de doğru. Hep söylenegelmiştir. Şir yazmasa etrafına zarar verecek insanlar vardır diye. Belki onlardan biriyimdir, belki de değilimdir. Bilmiyorum. İşte bir neden de bu: Bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum ve herkes her şeyi biliyormuş gibi yaşıyor. Bunu anlayamıyorum. Ama dışarıya karşı kendimi yansıtmam. Kendimi gizleme konusunda oldukça iyiyimdir. Hatta oldukça neşeli olduğum söylenir. Mizahı kendimi korumak için bir kalkan olarak kullanıyorum çoğu zaman. Fark edilmek istemiyorum.

Anlaşılmaktan ümidinizi neden kestiniz peki? Bunu “her sabah kalktığım bir yanlış anlaşılma/kendimi anlatamayacak olmanın çıkardığı seslerle/ kan ve keder dolu gövdemi vaktin içinde koşturmaca” dizelerinize dayanarak soruyorum.

Anlaşılmaktan değil aslında tam olarak. Anlaşılmaktan ve de anlatabilmekten yana şüphelerim var. İnsanın kendisini anlatabileceğine ve muhatabının da onu anlayabileceğine inanamıyorum. Hem akıl hem kalp hem de dil imkân vermez buna. “Gönül dili” diye bir tabir boşuna çıkmadı. Dilin imkânları biter çünkü bir yerde. Ama külliyen ümitsiz olduğum doğru değil. Elhamdülillah Müslümanım sonuçta. Dipsiz bir ümitsizlik haramdır.

 

Kitapta iki şiir İlhami Çiçek ve Ülkü Tamer’e ithaf edilmiş. Bir şiirde ise Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya örtülü bir gönderme var.

Üçünü de ayrı ayrı seviyorum. O üç şiir onlar için, onlar sayesinde ve onlara rağmen yazıldı.

 

Kitaba ne gibi tepkiler aldınız şimdiye kadar?

Güzel şeyler oldu genelde. En güzeli de bir akşam İbrahim Tenekeci’nin beni araması oldu. Kitabı okuyup çok sevmiş. Numaramı editörüm Bülent Abi’den (Bülent Parlak) alarak hemen aramış. Övgü dolu şeyler söyledi. İnsanın yaptığı şeyin bir karşılık bulması hoş bir şey tabi.

 

Günümüz Türk şiiri hakkında ne düşünüyorsunuz?

İyi şiirler ve kötü şiirler yazılıyor her dönemde olduğu gibi. Yine her dönemde olduğu gibi kötüler iyilerden epeyce fazla. “Bir şiir iyidir ya da kötüdür. Daha da fazla bir şey söylenemz zaten şiir hakkında”  gibi bir şey söylüyor Turgut Uyar. Bence de öyle. Bir de edebiyat dergileri en kötü dönemlerii yaşıyorlar. Bunda çağın zorlaması kadar, dergilerin çok kötü hazırlanıyor olmasının da payı var bence. Çoğu dergiyi insanlar sadece kendilerini ve mensup oldukları klanları övmek hatta daha ileri gideyim pohpohlamak için çıkarıyorlar. Şu anda bence dergilerin şiire katkısı sıfıra yakın. Az da olsa iyi şairler var tabi ki bu dönemde de.  Ama onlar da bu kavga gürültünün içinde seslerini pek duyuramıyorlar maalesef. Daha çok bağıran ve görünen daha çok tanınıyor. Çağın getirdiği bir şey bu. İyi şairleri yine sayıları epeyce azalan iyi okurlar arayıp bulmak zorundalar.

 

Sevdiğiniz  yazar ve şairleri sorayım son olarak. Bir de tabi neler okuduğunuzu merak ediyorum.

Sevdiklerimden ziyade ilgi çekici bulduklarımı söyleyeyim. Ayhan Kurt, Ahmethan Yılmaz ve Süleyman Çobanoğlu’nun cins şairler olduklarını düşünüyorum. Yani bunlar genel geçer şiirden daha farklı bir yerde duruyorlar. O yüğzden cins diyorum. Şule Gürbüz’ün öykülerini kendime yakın buluyorum. Ayrıca Hafız ve Ferîdüddîn Attar’ı çok seviyorum. Döne döne okuyorum. Bunların dışında Sait Faik, Josep Conrad, Emil Cioran, Claude Levi Strauss yine kendime yakın bulduğum, sevdiğim yazarlar.

 

Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim.

Söyleşi: Zeynep Topçuoğlu

İZDİHAM