13 Mart 2018

Oğuzhan Bükçüoğlu, Hakikat Yolunda Bir Münadi: Soren Aabye Kierkegaard

ile izdihamdergi

“ Soru, böyle bir soru sormasına neyin vesile olduğunu dahi bilmeyecek kadar cahil biri tarafından sorulur.”
Kierkegaard

Kierkegaard ile aynı zaman dilimini ve aynı toprak parçasını paylaşıyor olsaydık, şüphesiz ki o da ‘hayırlı Cumalar’ Müslümanlığına karşı çetin bir mücadele vermeyi isterdi. Onun karşı çıktığı şey aslında İncil değildi, ihtiraslara kurban edilen Hristiyanlıktı. “Pazar günü Hristiyanlığı” diyerek nitelediği dönem inancını her fırsatta eleştirmiştir. Zira onu halkın düşmanı yapan tutum hakikatin münadisi olmasıdır. Bu gerçek uğrunda nişanlısını dahi kaybetmiştir. Bu yolda yoldaşsız dahi kalmıştır. O, hanım yoldaş olmaz diyordu, çünkü bir kadın zaten yoldaştır. (Kierkegaard, 2013) Ona bunları düşündüren nazenin bir çiçek gibi üzerine titrediği Regine Olsen’dir. Johannes müstear ismiyle Cordelia diye hitap ettiği masum, duru ve güzel bir papatyadır Regine. O da anlayamamıştır Soren’i , belki de buna çabalamamıştır; zaten Kierkegaard’ı anlama noktasında çağdaşlarının da problemleri göz önüne alındığında ortada garipsenecek bir durum da kalmayacaktır. Regine dindar biri değildi, ne kadar çabalanırsa çabalansın evlilik sağlam temeller üzerine kurulmayacaktı. İroni konusundaki tezinin onaylandığı tarihlerde veda mektubunu ve nişan yüzüğünü yollayarak aralarındaki 13 aylık bağa bir nihayet vermiştir. Gerçek hayat pempe dizi kaldırmıyordu, felsefe ise bu hayal kırıntılarını bir çırpıda ezip geçiyordu. Zira yol yoldaş için bir sebep, yoldaş yol için bir bahanedir. Kierkegaard da bunu biliyordu.

Frenglerin – Katolik Avrupalılar- yonta yonta tükettiği o kutsal kitap tabiri caizse çırılçıplak kalmıştır. Daha doğru bir tabirle it has been degenerating, çünkü bu tereddi bitmeyen bir süreçtir. Konstantin ile birlikte Roma’ya yayılmaya başlayan Hristiyanlık Roma’yı değiştirmişti, fakat peçeyi kaldırdığımızda ise icat edilen yapay hristiyanlık (artificial christianity) yüzümüze sinsice sırıtmaktadır. Bu suni Hristiyanlık kilise içerisinde bile kısa zamanda hükümran olmuştur. Birbirini silsile yoluyla izleyen sapkınlık, şirk ve tanrıcılık oyunu bu tiyatro sahnesinde kendine cesim bir seyirci kitlesi bulmuştur. Ancak tiyatro ile kilise arasındaki tek fark, tiyatronun tiyatro olduğunu kabul etmesi, diğer taraftaysa kilisenin bu düzenbazlığa bir perde gerip oyunu gizlemesidir. Kierkegaard zamanın düşünürlerini endüljans pazarlamacasına benzeterek kilisenin seyircilerini nasıl etkilediğini gözler önüne sermiştir. Gerçeğin istihale geçirdiği kaçınılmaz bir edimdi onun için.

Bir egzistansiyalist olarak Soren, gerçeğe ve varoluşa olan açlığını her fırsatta vurgulamıştır. Felsefe ve inanç içerisindeki zorba yaptırımlar karşısındaki alaycı tavrı bu arayışının semeresidir. Yaşadığı dönem bağnazlığın tam anlamıyla veba gibi toplumun her kesimine bulaştığı bir dönemdir. Özellikle bilimin hiçbir şeye ulaşamayacağını düşünüyordu, tanrı mefhumu üzerindeki değerlendirmeleri ciddiye almıyordu. Zira tanrıyı bir nesne olarak kavrayabilseydim, ona inanmazdım diyordu. Ben “inanıyorum, çünkü akla aykırı ” diyebilecek kadar işi ileriye götürmüş bir mütefekkirdir. Onu sadece felsefeci olarak tanımlamak, biraz da akla eziyet etmektir.

İhtimaldir ki, hakikatin eşiğinde sabahladığı nice zamanlar olmuştur. Üşüyegelmiş, belki acıkagelmiş, belki de ölegelmiştir. Üşümek soğukla, açlık taam ile ve ölmek soluk ile ilintili değildir. Hakikatin ahval-i tabiidir bunlar. Bulunduğu arızî hâller onu aradığı ışığa ‘ahir zaman Müslümanlarından’ daha çok yaklaştırmıştır. Kaygısı ise yalnızca toplumla ile ilgilidir. Yine de kaygı kavramına bu kadar değinmesindeki ayrıntı müphem kalmıştır, ancak o ayrıntı bir o denli önemlidir. Kaygı insanın ruhundan, yani kendisinden uzak kalışını ihdas eder. Tin diye izah ettiği imge buna işaret eder, bilhassa bunun üzerinde durması yaradılışımızın gerçeğine kavuşmaya olan susamışlığıdır. Hakikate giden yegane köprünün kendini bulmak olduğuna inanıyordu, kaygıdan kurtulmanın çaresi işte bu dönüm noktası. Kalbini aydınlatan menbaın ne olduğunu soru sormadan bulduğunda, cevap diye bir mefhum da kalmamıştır onun için. Zira ona göre kişi “bildiği şeyi arayamaz, çünkü zaten bilmektedir; bilmediği şeyi de arayamaz, çünkü neyi araması gerektiğini dahi bilmez” [Kierkegaard 2005: 13]

Kişi neyi aramalıdır? Nerede aramalıdır? Nasıl aramalıdır? İstifham ile başlayan bir ömrün cevapsız son bulması. Ölümün sükûnla alakası kitaplarda anlatılmamıştır. Çünkü anlatabilecek bir şey değildir, kişinin ölümü ‘yaşaması’ gerekir. Yani ölümü yaşamak, ironik olduğu kadar da gerçektir. Ne olduğuna çok kafa yorulmasına gerek yoktur, ironi kavramı üzerine bir kitap yazmış olabilir. Ancak kitapta ironinin ne olduğuna değil, neyin ironik olduğuna atıfta bulunmuştur. Bunun üzerine nice mütalaa yapılmasına da gerek yoktur. İroni, ölümle yaşam arasında ivmesini kaybetmeyen bir sarkaç gibi devinip duran insandır. Burada kavram kendini iki şekilde gösterir: kişinin yaşayarak ölümü bastırmaya -bir başka deyişle lağvetmeye- gayret etmesi, ki bu çaresizliğin belirtisidir. İkincil olarak, kişinin ölerek yaşamı edimsel olarak hafife alması ve nihayetinde istihza halini takınmasıdır. Yaşayanların ölümü bir maraz gibi tahayyül edip hayatın içerisinden çıkarması insanları ölüme karşı daha da çaresiz ahvale sürüklemektedir.
İnsan ölümü kabul ettiği nispette nitelikli yaşamaktadır, aksi durumda içeriğini kaybetmiş kitabın boş sayfalarını çevirmek ne ise ömür sürmek de böyle bir sığ bir hüviyete bezenmektedir. Ölümün bir musibet olduğu kanısı yaşamı değerli kılmaya devam etmektedir. Bilakis ölüm yaşamak illetinin yegâne merhemidir, zira alternatif tıbba ihtiyaç duymadan iyileşecek tek yaradır yaşamak.

Niteliksel sıçrama olarak tarif edilen, hayatın merhalelerine geçişe ilişkin düşünceleri önemli bir yerde durmaktadır. İnsan üç aşamadan geçmektedir, ancak bu üç aşamayı birden yaşamak zorunda değildir. Şöyle ki, ilk aşama olan estetik aşama günümüz dünyasında bile şahit olduğumuz eğlence, zaman geçirme( nam-ı i diğer sosyalleşme), kalabalıklaşma (çünkü tek başınalık bir marazdır!) gibi unsurları ihtiva etmektedir. Her insan bu aşamayı yaşamaktadır, kimi ölene değin bu aşamada bulunmaktan memnundur ve çoğunluk bu merhalede kalmaktadır. Bir diğeri olan etik aşama ahlak boyutundaki farkındalık halidir. Bu amiyane tabirle ışığın yandığı bölümdür, çünkü kişi bundan böyle kendine bazı sorular yöneltmektedir. Estetik aşamada tecrübe edilen kavramlar artık masanın üzerine dökülür, yargılanmak üzere hesap tutulur. Sağlıklı düşünmeye başlayan insan bir anlamda terazisini edinir ve edimlerini kefelere koymaya başlar. Son olarak ise, dinsel aşama diye imgelenen mananın maddenin üzerine çıktığı toplumdan sıyrılma faslıdır. İnsan bu noktaya etik aşamayı yaşamadan bile ulaşabilir. Ahlaklı yaşamdan geçmek bir zorunluluk değildir. Fakat etik aşama için süreci kolaylaştırma faslı da denilebilir. İçkin tabiat ile alakalı bu değerlendirmelerin altında insanın aslında ‘birey’ olduğunun farkına varması yatmaktadır.

Birey edilgenlikten kurtulmalı, eylem üzerinde etken olmalı ki salt gerçeği aklıyla ve iradesiyle eşeleyerek bulabilsin. ”Kitle yanılgıdır.” Toplumun düşünme ve algılama dayatmaları etki unsuru olarak bireyin karar merciine sirayet etmemelidir. Zira doğru güruhun doğrusu değil, aksine ve bilhassa kişinin doğrusudur. Kişi “kendisi dışında” aradığı her şeyde biraz daha yoldan sapmaya devam edecektir, bu sapma bir yangın yerinde inatla alazın olduğu tarafa doğru gitmektir. Eğer o tarafa yönelmeye devam ederse nefes alabilmesi, nefsini idare edebilmesi mümteni olacaktır. Din “[Hristiyanlık] kesinlikle öznelliktir, içselleştirmedir.” İçtimaileştirilen bir din aynı zamanda genelleştirilmiş ve sıradan bir kimliğe büründürülmüştür. Geleneksel bir ayin haline gelen inanç, kaçınılmaz bir vaziyette bağnazlığı da peşi sıra getirecektir.

Gelecek kuşakları sırdaşı yapacağını söylüyordu Kierkegaard, öyle de oldu. Zira onu anlamak yerine hakir gören zavallı güruh, bugün ona “gerçekten dost” olan insanları görse idi şüphesiz ki yine vurdumduymaz bir tavır takınırdı. İnatla ve defaatle söylemek gerekir ki, insan gerçeği görme hususunda kördür. Körlük bulaşıcı bir hastalık gibi toplumun tüm ‘koyunlarına’ geçer ve bu hasta ruhlu insanlar sağlıklı bireyleri yaftalamakta her koşulda başı çekmeyi sürdürür.

Soruya dönecek olursak eğer; kişi kendini, kendinde, kendiyle aramalıdır, ama insan kendini arayamayacağına göre nesnesiz kalan aramak eylemi de etkisini yitirmiştir burada. Zira insan kendinde olan bir şeye ancak dönebilir. Özüne döner, bir yerde aslını bulur, nihayetinde kendi olur. O zaman Hazret Celaleddin Rûmi söylesin biz de dinleyelim: “Kuşa, kafesi bırakıp uçmak nasıl hoş, nasıl tatlı gelirse bana da ölmek ve bu yurttan göçmek de öyle hoş, öyle tatlı gelir.” Esas yurdumuza dönüşümüz bu farkındalık ile başlamaktadır.

_________________________________________________________________

1.Halk nezdinde karşıt tavırları nedeniyle ve biraz da gerçekleri söylediği için böyle biliniyordu.
1.Baştan Çıkarıcının Günlüğü’nde kullandığı paravan isimler.
1.Johannes Climacus karakterinin dile getirdiği maruf Credo quia absurdum söylemi.

Oğuzhan Bükçüoğlu

İZDİHAM