20 Şubat 2016

Nurdal Durmuş, Babamın Sevgilisi

ile izdihamdergi
14 Şubat, kimine göre kapitalizmin kasalarını doldurmak için uydurduğu para bayramı, kimine göre hengâmeli hayatın birbirimizden uzaklaştırdığı boşluğu sevgi sözcükleriyle doldurmak ve sevdiğimizi mutlu etmek için günlük bahanemiz…
Adı, tanımı ya da amacı her neyse ne; aklıma takılan sorulara cevap bulmam lazım!
III. Yüzyılda yaşamış ve zamanın sevilen din adamlarından biri olan Aziz Valentine’nin ölüm yıldönümünü anma günü, şekil değiştirerek sevgililer gününe nasıl ve ne amaçla dönüşmüş?
Hadi dönüştü diyelim! Bu günü kutsal ilan eden insanlığın bu kadar çok sevgi katletmesinin, aşk tüketmesinin sebebi nedir?
Eskiden bir gülle yetinen “beklentiler”, bugün pırlanta yüzüklere, reklam yalanlarının 10 takside sattığı “mutluluk” yanılgılarına nasıl dönüşmüş?
Aşk, neden kendi değerlerinden yoksun, hem anlam hem de kavram olarak içi boşaltılmış yalanlarla yaşanıyor?
Kendi medeniyetimizin Leylâ ve Mecnun’larının hayat hikâyelerini okuyup “vay, ne aşkmış” demek yerine, modern hayatın Leylâ ve Mecnun’larını neden çıkartamıyoruz?
Tertemiz, adına leke bulaşmamış bir “aşk” hikâyemiz neden yok?
Neden geçmişin aşk öykülerini hikâye, roman ve şiirlerimize hala konu etmekle yetiniyoruz?
Neden, hangi yöne dönsek birbirinden şikâyet eden evlilikler ve son beş yılda %40’lara merdiven dayamış boşanma oranları görüyoruz?
Aşk, kimsenin bir türlü tanımlayamadığı duyguysa, herkes neden ‘âşık olduğunu’ söylüyor?
Diyelim ki aşk yan yana dizdiğimiz üç beş sevgi sözcüğüyle tanımlanacak kadar basitleşti; bu basit duygu nasıl oluyor da bizi, kalbimizin en derinlerinde yaşadığımız hâyâl ve hayat kırıntılarına, intiharlara, hastalıklara ve dertlere bulaştırıyor?
Nasıl oluyor da hemen tüketilen ve aslında hiç yokmuş ya da ‘keşke olmasaymış’ diyebileceğimiz ürkünç bir nefrete dönüşüyor?
*
Sevgili insan, bu kadar soru ve cevaptan sonra sana aşkın ne olduğuna dair ilginç bir yaşanmışlık anlatmak istiyorum.
1950’li yıllar…
Annesini 7 yaşında kaybetmiş, anne şefkatinden mahrum ve yoklukla büyüyen, evlendiğinde de henüz 14 yaşında olan bilge bir kızcağız; annem.
Türkiye’nin derin savaş yaraları ve yokluk yıllarının en belirgin hissedildiği zaman diliminin ortasında fakirlik, kalabalık aile yapısı ve bütün imkânlardan yoksun kalarak çocukluğunu yaşayamadan büyümüş ve gençlik yıllarının ilk dönemlerinde bir adam; babam.
Büyüklerin yanında yakalı gömleğin, saç taramanın, tıraş olmanın ayıplandığı, babaların çocuklarına ‘yavrum, evladım, oğlum, kızım’ demesinin, sarılıp öpmesinin ayıplandığı dönemler!
İçinde büyüyen o derin duyguyu şimdinin bütün imkânlarından yoksun (cep telefonuyla, mektupla, sms ya da herhangi bir iletişim aracıyla) söyleme imkânına sahip olamayan, tüketemeyen bir adam.
Babam âşıktır yetim kıza; ama ne çare, nasıl olacak bu iş! Kime söylemeye cesaret edebilir ki?
Mektup yazsa nasıl ulaştıracak?
Bunca imkânsızlık arasında kavuşmak da imkânsız!
Bir şey yapmalı ama…
Babam son çare, uykularını kaçıran bu derin duyguyu, kelimelerin büyüleyici seremonisinden daha öte bir yere taşıyıp kavuşmanın duâsını eder.
O duânın adı, kavuşma gerçekleşirse 60 gün oruç tutmaktır.
Budur yakarışı aşkın. Budur aşkın yazdığı mektup!
Edilen dua, verilen söz büyüktür!
“Allah’ım yeter ki O’na kavuşayım 60 gün oruç tutacağım!”
Olan olur! Dua kabul edilir. Bugün evliliklerinin 60. yılını geride bırakan bu iki sevgili evlendiği günden başlayarak tam 60 gün oruç tutar.
Aşk’ın içinde büyüyen inanç, inancın içinde büyüyen aşk ve uğruna 60 gün oruç tutulan muhteşem bir kadın; annem!
Evlilik öncesi söylenemeyen, tüketilemeyen duyguların 60 yıldır süren ve bir ömür boyu sürecek armağanını evlendiği gün sevgilisine sunan muhteşem bir adam; babam!
*
Dün anneme,
-Anne, babam sana pırlanta bir yüzük alsın mı? diye takılıyorum.
-Ben hediyemi evlendiğimde aldım. Aldığım en güzel hediye de oydu. Başka bir şey istemem! diyor gözleri dolarak.
İşte gerçek hediye ve aşk bu olsa gerek!
*
Günümüze gelince:
Aşk ayrılığa düştüğünden beri kazanılmış sınavları görmeyen benliğimiz, kaybolmuş aşkların izinde sarsıntılı yürüyüşler yapıyor. Ne kadar saklanması gereken duygu varsa hepsini bir anda tüketen insanlık, azgın bir iştahla değerlerinden yoksun, günlük hazların peşinde koşan ve bu hazları aşk sanan yanılgı bataklığında duygu katliamı yapmaya devam ediyor.
Pencerelere perdeleri çekerek sokakları ıssızlaştıran insan, kendi kirlenmişliğine bakmadan “aşk” adını verdiği yalnızlığının, derin kuyularından çıkaracak gerçek bir elin çaresiz beklentisine teslim oluyor.
Her yitirilen ve tüketilen sevginin ardından derinleşen boşlukta acı çeken masum duygular, yeni bir günün getireceği müjdenin de olmadığını düşünüyor.
Arabesk fanteziler üzerine acılı hayatlar kurgulayan gençlik, çözüm bulmak yerine sorunlarını daha da kalabalıklaştırarak, ‘alışma’ bataklığında bütün duygularını cinsellik deneyimleriyle tüketmeye devam ediyor.
Teknolojinin imkânlarını ‘sözcük tüketmek, duygu azaltmak’ adına kullanan insanlık mektubunu, çekingen ve ürkek bakışlarını, gelenek ve inanç değerlerinin öngördüğü ahlak ve kazanımlarını modern hayat değirmenlerinde öğütünce, geriye arsız bir aşk kırıntısı bırakmış oluyor.
Kısaca aşk, iki perdelik bir drama, belki de “başladı ve bitti” komedisine dönüşüyor!
“Aşk” yitik, yitirilen benlik, acı çekense hep hayat oluyor!

Nurdal Durmuş

İzdiham