14 Haziran 2016

Nihan Kaya İle Son Romanı Kar Ve İnci’yi Konuştuk

ile izdiham

Yanılmıyorsam üç yıl kadar önceydi, Nihan Kaya’yı imza ve söyleşi için Rize’ye davet etmiştik. Kendisiyle ilk orada tanışmış, sohbet etmiştik. Nihan Kaya, yaşadığımız dünya için fazla nazik, insanları incitmekten korkan, ona soru sorduğunuzda heyecanlı ve içtenlikle cevap veren, işine âşık biri. Hayatını yazmaya ve okumaya adamış. Bu sefer kendisiyle sekizinci kitabı Kar ve İnci’yi konuştuk; sohbet çok derinleşti, fakat yazıya dökerken bazı yerleri çıkarmamız gerekiyordu, çünkü o haliyle elli sayfayı geçebilirdi.

Roman ve öykü kitapları yazan Nihan Kaya’nın edebiyat ve psikoloji üzerine inceleme kitapları da var. Çatı Katı isimli öykü kitabı 2005’te Türkiye Yazarlar Birliği Öykü Ödülü’nü almıştı. Nihan Kaya Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Daha sonra İngiltere’de Essex Üniversitesi bünyesindeki Psikanalitik Çalışmalar Merkezi’nde (Centre for Psychoanalytic Studies) yüksek lisans yapmış.

Röportajı yapan: İbrahim Varelci

 

Kar ve İnci’yi hızla, altını çize çize okudum.  Kitap ilerleyen sayfalarda şaha kalkıyor diyebilirim. Beni çok etkiledi. Yazdığınız romanları anlatmaktan imtina ettiğinizi biliyorum. Çünkü size göre, bitirilmiş bir romanda yazar, bütün söyleyeceklerini söylemiş ve artık başka hikâyelere yelken açmıştır.

Araya gireyim. Aslında tam olarak böyle düşünmüyorum. Romanları anlatmaktan imtina ettiğim doğru. Romanlar yahut metinler, bütünlüklü olarak kendi kendilerini anlatıyor. Fakat yazdığım metinler üzerine konuşuyorum seve seve. Metin, sizin dediğiniz gibi, bitmiş oluyor, yazar ve metin arasında bir uzaklaşma da yaşanmış oluyor; ama hikâye, yazdığınız yeni metinlerde, o metinlerin konusu çok başka olsa bile devam ediyor. Ya da şöyle diyeyim: “Aslında hep aynı hikâyeyi anlatırız, ama değiştirerek”. Bu açıdan bakınca, romanlarımın ve araştırma kitaplarımın bile temel hikâyesi aynı. Birbirlerinden çok başka olsalar da.

Romanın içeriğine çok girmeden, “ne” anlattığınızdan çok “nasıl” anlattığınızı merak ediyorum. En kısa tabirle, romanı ortaya çıkaran ruhu irdelemek istiyorum.

Buna da kısa bir itirazım olacak. Ne anlattığımız ile onu nasıl anlattığımız, birbirinden ayrı şeyler değil. Nasıl ki ruh ve madde birbirinden ayırt edilebilir ancak ayrıştırılamaz, biri diğerinin öbür yüzü gibidir, ne anlattığımız ile onu nasıl anlattığımız da aynı şeylerdir, birlikte doğarlar. Başka bir deyişle, içerik biçimi belirler, biçim de içeriği. Yani bir şeyi nasıl anlattığını anlatıyorsam, ne anlattığımı da anlatıyorumdur zaten kendiliğinden; başka türlüsü pek mümkün olmuyor.

Kar ve İnci. İkisi de farklı çağrışımlar doğuruyor. Kitaptaki olay örgüsünden bunları çıkarabiliyoruz. Lakin kar ile inci metaforları bende erillik ve dişilik kavramlarını çağrıştırdı. Sanki inci kadınları temsil ederken, kar ise erkekleri anlatıyor. Böyle bir çıkarımda bulunabilir miyiz?

Ben bu şekilde düşünmemiştim hiç, ama birinin böyle düşünmesi çok hoşuma gitti.

[Gülüşmeler]

Kitapta su, deniz, çok sık geçen bir kavram ve metafor. İnci, biliyorsunuz, suyun içinde olan bir şey, nitekim kar da su. Kar suyun katı hali, ki suyun çok değişik biçimler ve haller alabilmesi zaten bizi ona çeken. Kar ve inci ise bir araya gelince bir beyazlığı çağrıştırıyor. Bir araya gelince çağrıştırdıkları beyazlığın içinde masumiyet ve asalet de var. Roman, yılın en uzun gecesi 21 Aralık gecesinde düzenlenen şatafatlı bir Veda Gecesi’nde geçiyor. Beklenmedik şekilde gece salonuna giren ve sonra flashbackler ile romanın etrafında döndüğü kadının adı da Gece. Roman aslında “siyah” ve “beyaz” renkleri üzerine kurulu, ama, işte, su, deniz gibi kavramlar üzerinden romana sızan bir “mavi” de var.

Denizin bizde mavi bir imgesi varken buz ve karın beyaz olması da romanda bir çelişki mi? 

Evet. Çünkü hayat böyle bir şey. Bağlamı değiştirmemek için o konuya şimdi girmeyeyim, ama, özel isim olarak birer birer Kar da, İnci de, karlar da inciler de, romanın alt metninde çok sayıda anlamı haizler. Çok genel olarak, “inci”nin çocuk arketipine karşılık olduğunu söyleyebilirim. Romanın ithafı “doğmuş olmaya”, ve inciler de, doğmuş ve doğmamış bütün bebekler romanın içinde. Kadın ve erkekten bahsetmeniz ilginç; zira, kadın ve erkek siyah ve beyaz gibi zıt kutupları temsil ederler, ve bu zıt kutuplar savaşmaz, birbirlerini incitmez, ama birleşirlerse ikisinin toplamından ikisinden başka bir şey, bir üçüncü meydana gelir. Yaratıcılığı da simgeleyen bebek, çocuk, var olmasına dünyada her şeyin karşı geldiği, dünyanın hiç istemediği bir şeydir Jung’a göre. Yine de doğar. Kendisini gerçekleştirmek için, ona karşı gelen her şeye direnerek doğar. Bu nedenle çok özel ve değerlidir.

Nitekim romanda kadın erkek, baba kız ilişkileri ve dahi aşk, tutku, bağlılık ve bağlanmak temaları çok iyi işlenmiş. Ve bir de çello. Bu enstrüman eminim boşuna kullanılmamış olay örgüsünde. Birkaç sayfa sadece çelloyla müzisyenin bağı, bağlantısı işlenmiş. Yer yer konuşma üslubu, bazen iç sesler… Olay sanki bugün yaşanıyor gibi, daha doğrusu belirli bir zaman dilimi yok. Romanda olay akışında herhangi bir kronolojik sıra olmadığı gibi, belirli bir zaman mefhumu da yok. Bunu diğer kitaplarınızda da görüyoruz. Roman akarken bazen çok hızlı, bir bakmışsınız yavaşlıyor, ama olay örgüsünden hiç kopmuyor. Samimi ve içten, hayata dokunan iç diyaloglar fazlasıyla var. Bir kadının, aşkta,  kadınları ve erkekleri bu denli içten konuşturması bana çok etkileyici geldi. Romanda bu saydıklarımın hepsi iç içe.

Evet. Bunu anladığınız için çok teşekkür ederim. Roman, zaman, olaylar, kavramlar ve nesneler açısından hem çok çoğulcu, hatta ilk bakışta dağınık, hem de çok bütün. Yalnız şunu ekleyeyim: Romanda iç sesler dışında, bir anlatıcı bir şey anlatırken metne birdenbire giren konuşma yahut soru cümleleri var. Burada konuşanın kim olduğuna dair muhtemel cevaplar yahut sorular, romanın sonuna doğru netleşiyor. Ayrıntı Yayınları normalde konuşma çizgisi kullanmıyordu; ancak biçimsel olarak metinden ayrı bir ses göstergesine o kadar ihtiyaç duyduk ki yayınevinin imla politikasını bu romana özel olarak farklı uygulamak durumunda kaldık. Romanda yer yer satır aralarında görülen ve Ayrıntı’nın diğer kitaplarında olmayan boşluklar da bu yüzden. Kaya geceyi ve Gece’yi anlatıyor ve konuşma çizgisiyle bir ses, düz giden metinde anlamadığımız şekilde araya giriyor, Kaya’ya soru yöneltiyor. Üstelik Kaya bu sesin sorusunu yanıtlıyor da. Buralarda karakterlerin kime konuştuğu, konuşma çizgisiyle konuşanların kimler olduğu, değişik yorumlara açık bir şey. Kısacası şunu vurgulayayım: Romandaki hiçbir boşluk, hiçbir çizgi rastgele değil. Başta anlamsız yahut tuhaf görünebilseler de, orada o şekilde bulunmalarının bir fonksiyonu var.

Biçimsel farklılıklar dışında, romanda kullandığınız hiçbir nesnenin veya ismin de rastgele seçilmediği belli. O halde biraz çellodan bahsedelim. Birçok enstrüman varken, neden çello?

Çello ilginizi çekmiş olduğuna göre önce ben size sorayım. Siz neden çello olduğunu düşündünüz?

Çello bana çok kadınsı bir enstrüman gelmiştir her zaman. Sanki onu çalan sadece kadın olmalı. Çünkü kollarına almıştır.

Peki, zarif olmadığını söyleyebilir miyiz çelloyu bir kadının çalmasının?

Söyleyemeyiz. Erkek çalarsa zarif olmaz bence. Sanırım müzisyenin enstrümanı çalma şeklinden kaynaklanıyor. Toplumsal kabullere göre çello çalarken oturuş pozisyonu, edepsizce(!) olduğu için kadınların çalması zarif olarak kabul edilmiyor bence.

Şöyle anlıyorum, siz çelloyu romanda cinsel çağrışımlarla okumuşsunuz. Hiç de yanlış bir okuma değil. Romanın alt metniyle gayet örtüşüyor. Fakat bunu başka birkaç biçimde de okuyabiliriz; sözgelimi, sizin değindiğiniz, romanın yine sıklıkla vurguladığı baba-kız ilişkisi bağlamında. Nitekim ben yetişkin kadın ve erkek ile baba-kız ilişkisi arasında da sıkı bağ görüyorum ve roman bu ikisi arasındaki bağı yoğunlukla işliyor, sorguluyor. Freudyen anlamda değil ama bu gördüğüm bağ ve sorgulama. Gece çelloyu çalmayı başladığında küçücük bir kız. Üstelik yaşına göre bile minyon bir kız. Konservatuvar sınavında karşılarında Gece’yi görünce jüri şaşırıyor; “Sen çelimsiz bir kızsın, çello gibi devasa bir aleti nasıl çalacaksın?” diyorlar. Gece’nin jüri karşısına geçtiği bölümden birkaç cümle okuyayım izin verirseniz?

Tabii.

 “Kız ufacık tefecikti. Vücudu sanki, olmak istediği kadın olamamıştı. Çellonun ihtişamlı cüssesi yanında adeta kayboluyordu. Ama kızın zayıf kolları ve bacakları bu tuhaf, dev alete bütün güçleriyle abandılar. Kız sanki çelloya sarılmıyordı; kız sanki çelloyla kaynaşıyor, tek vücut oluyordu. Kız sanki çelloyu çalmıyordu, onu bacaklarının arasında sıkıca kavramıyordu; varlığını ona sunuyordu. Enstrüman sanki çello değil kız idi; çello kızı çalıyordu. Kız şimdi çellonun kollarında oyuncak gibiydi. O ne emrederse onu yapıyordu. Tutkunun edilgin biçimine dönüşmüştü.”

Devam etmeyeyim, zira buna benzer çok cümleler bulabilirim. Gece’nin küçük bir kızken, daha sonra konservatuvar sınavı jürisi önünde, daha sonra üniversitede hocasının karşısında, daha sonra, Kaya’yla orkestrada yan yana çello çalması, bu bölümlerde iç içe geçerek anlatılıyor. Sizin dediğiniz gibi, zaman mefhumu yok yahut kafa karıştıracak kadar iç içe bu bölümlerde. Hangi çalışın nerede, ne zaman olduğu net anlaşılmıyor. Biçimler değişiyor, bunların her biri hep farklı çello çalmalar gözümüzde, fakat Gece çello çalarken hep aynı kadın ve aynı tutkuyla çalıyor çellosunu. Başka bir deyişle, kadınlık zaten zamansız, bütün yaşlarda aynı şekilde var olan bir şey. Hem sürekli değişiyor, hem de aslında hep aynı. Sadece baba-kız, kadın-erkek ilişkisini değil, genç bir kızın üniversite hocasıyla yaşadığı aşkı da sorgulayan, ama kadınlık üzerinden sorgulayan bir roman Kar ve İnci. Yaşça büyük bir otorite figürü ve astı ile bizim müsavi gördüğümüz kadın-erkek ilişkisi arasındaki bağa da çok sayıda soru yöneltiyor. Bu sorgulamaların hiçbirini diğerinden ayıramam. Gece’nin farklı yer ve zamanlarda, farklı biçimlerde çello çalışını da.

Biraz özel bir soru olacak belki ama sormadan edemeyeceğim. Sizin çocukluğunuzda baba figürü nasıl konumlanmıştı?

Sizi biraz hayal kırıklığına uğratacağım sanırım, ama kendi reel babam son derece iyi ve şefkatli bir kız babası. Kız çocuklarına özel bir düşkünlüğü var ve tek kızı benim. Hâlâ, yazarlığımın arkasındaki en büyük destek ve güvence, babamdır. Yazdığım hiçbir şeyi asla okumayacağından emin olduğum ender insanlardan, o başka. [Gülüşmeler] Otoriteyi sorgulamamız ve baba arketipine dair kimi sorunları dile getirmemiz için kendi babamızla sorun yaşamış olmamız gerekmiyor. Benimki, hiçbir şekilde sert bir baba değildi mesela. Fakat baba arketipinin sert olduğu bir kültürde yaşıyoruz. Çocuklarını seven, koruyan-kollayan değil, onları ezen, çocuklarının kendisini gerçekleştirmesini istemeyen bir devlet babamız var. Siyasî geçmişimizin çocuklarımıza yaptığı en büyük kötülük belki de bu. Ne kadar ılımlı insanlar olurlarsa olsunlar ebeveynlerimiz, öğretmenlerimiz, çocukken bizi çevreleyen herkes bu kültürden nasibini almış durumda ve her çocuk bunu hissederek büyüyor. Türkiye’de yetişip de baba arketipi yahut içsel otorite figürüyle sorunu olmayan biri varsa, o kişinin hayli sorunlu olduğunu düşünürüm. Zira, sağlıklı görünen sağlıksızlık kadar patolojik şey yok gözümde. Bunu, kitaplarımı okuyan biri olarak siz de biliyorsunuzdur.

İbrahim Varelci

İZDİHAM