2 Mart 2016

Necip Tosun ile Günümüz Öyküsü’nü Konuştuk

ile izdiham

 

Geçtiğimiz günlerde Dedalus’tan son kitabı çıkan Necip Tosun ile kitabı hakkında arkadaşımız Yunus Meşe, İzdiham için konuştu. 

 

“Öykü bir kader gibi beni buldu:” II Necip Tosun

 

Bir öykü yazarı ve eleştirmenine onun yazarlık yönüne dair pek çok soru sorulmuştur. Bir yazarın okur yanı da merak konusudur elbette. Uygun görürseniz buradan başlamak istiyorum. Nasıl bir okuma programınız var? Okumak için yaptığınız kitap seçimlerinde ölçütleriniz nelerdir?

Okuma, yazma serüvenim boyunca belli bir disiplin ve kuralla çalıştığım için rastgele kitap okuma alışkanlığım hiç olmadı. Her zaman çalıştığım veya ilgilendiğim bir konunun gerektirdiği kitapları okurum. Uzun zamana yaydığım kitap çalışmalarımın bir parçası olarak o kitapları toplar, biriktirir sonra yazdığım kitabın gereği ise okuma sırasına koyarım. Güncel kitapları alırım, bu kitaplar çalışmalarımla ilgiliyse öncelikle okurum değilse güncel olduğu için o kitabı okumam. Benim bu durumum keyifli bir okuma serüveni değil. Zevksiz, sıkıcı ve bunaltıcı. Bu yüzden bazen kitaplığıma bakıp rastgele bir kitabı alıp okumak sonra onu yarım bırakıp bir başka kitaba geçmek, herhangi bir yazı ya da not alma gereği duymadan zevkle kitap okumak istiyorum. Ama hayatım boyunca böyle bir dönemim olmadı. Çantamda, iş yerinde, evdeki çalışma masamda hep “ödev kitaplarım” oldu…

 

Öykü’nün tür olabilme savaşı verdiği bir dönemden günümüze kadar öyküye dair ciddi bir uğraş içerisindesiniz. Bu uğraş bugün de devam ediyor. Şunu merak ediyorum. Öykü dünyası sizin için kader miydi yoksa bilinçli bir tercih miydi?

Her ikisi de diyebilirim.

Ben yazı hayatına öyküyle başladım ve hep öykü yazmayı kurguladım. Ama bunun ilk dönemlerde bilinçli bir tercihten çok bulunduğum arkadaş ortamıyla ilgili olduğunu sanıyorum. Galiba birbirimizi etkiledik. Ankara’daki üniversite yıllarım edebiyat hayatımın dönüm noktasıydı. Çok hareketli bir edebiyat ortamının içerisinde bulmuştum kendimi. Cemal Şakar sınıf arkadaşımdı. Rahmi Kaya, Ömer Lekesiz, Ramazan Dikmen, Yusuf Ziya Cömert, Üzeyir Sali, Hüseyin Bektaş’la neredeyse her günümüz birlikte geçiyordu. Cemal Şakar, Ramazan Dikmen öykü, Ömer Lekesiz öykü eleştirileri yazıyordu. Bir başka deyişye öyküyle yatıp kalkıyorduk. Bu ortamda başka hiçbir türü denemedim. Düşünmedim bile. Kendimi öykünün içinde buldum.  Öykü bir kader gibi beni bulmuştu.

Ama öyküyü tanıdıkça çağın dili olduğunu fark etmiştim. Romana göre iktisatlı yapısı (kısa) ve şiire göre anlam açıklığıyla modern insanı rahatlıkla yakalayabilecek bir türdü. Öykü, kısa ve yoğun yapısı, anlam açıklığı ve gündelik hayata denk düşen yalın, dolaysız anlatımı ile modern insanın beklentilerine cevap verebilecek bir özelliğe sahipti. Ayrıca modern insanın ritmiyle, temposuyla ve yaşadıklarıyla örtüşebilen bir türdü. Ve ben de kendimi ancak bu türde izah edebiliyordum. Böylece öyküde karar kılmış oldum.  Bu yanıyla bana sıcak ve kendimi ifade edeceğim bir yazınsal tür gibi gelmişti.

 

Edebiyatımızdaki yazıları incelediğimizde çoğunlukla hikâye ve öykü kavramlarının karıştırıldığını görüyoruz. Sizce hikâye ve öykü arasındaki temel farklar nelerdir?

Aslında bu sorunun cevabı olaya nasıl baktığımızla ilgili bir durum. Öncelikle kastettiğimiz bir “yazınsal tür” ise arada bir fark yok. “Öykü” derken de “hikâye” derken de aynı yazınsal türü adlandırırız. Ancak dilsel gelişmeler sonucu kelimelerin yeni anlam boyutlarıyla düşünüldüğünde araya farklılık koymak da mümkündür. Bu anlamda öykünün günümüzdeki aldığı yeni biçim düşünüldüğünde bu metinlere öykü demenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Örneğin Mevlâna’nın Mesnevi’sinde anlattıkları öykü değil de hikâyedir. Buna karşın Rasim Özdenören’in günümüzde yazdıklarına öykü denmelidir. Bir başka deyişle geleneksel edebiyatımızda bir yazınsal tür olarak algılanmayan bu tür anlatılara hikâye denmesinde bir sakınca yoktur ve doğrusu da budur. Ancak modern biçimiyle yazınsal bir tür olarak ortaya çıkışıyla birlikte bu metinlere öykü denmesinin daha doğru olduğunu düşünüyorum.

Bilindiği gibi Türk edebiyatında “hikâye” çok geniş anlamlar içeren bir kavramdır. İlk dönemlerde roman için bile “hikâye” terimi kullanılmıştır. Örneğin Halit Ziya’nın “roman” üzerine yazdığı kuramsal kitabının ismi Hikâye’dir. Daha sonra roman terimi kullanılsa bile aynı anlamda hikâye teriminden de vazgeçilmemiştir. İlerleyen zamanla birlikte edebiyat dünyamızda “roman” ve “hikâye” terimleri gerçek anlamlarında kullanılmaya başlanmıştır. Son dönemlerde hikâye yerine öykü terimi yaygınlık kazanmıştır. Dil tartışmalarına girmeden söylersek, hikâye yerine öykü sözcüğünün benimsenmesi, bu anlamda yerinde olmuştur. Çünkü daha çok anlatılan şey, olay ve konuyu kapsayan bir terim olan hikâye, öyküyü içermekle birlikte, gündelik dilde geniş bir anlam alanı olduğu için yanlış anlaşılmalara neden olmaktaydı. Oysa modern bir form olan öykü, hikâyenin belli bir disiplinle anlatılmasıydı. Böylece öykü sözcüğüyle birlikte, yeni form olan öykü de yeni adına kavuşuyordu. Artık roman, öykü değil hikâye anlatıyor; roman da öykülerden değil, hikâyelerden oluşuyordu. Dildeki bu gelişme karşısında öykü sözcüğü farklılaşmıştır.

Bu farklılığı şöyle de açıklayabiliriz. Eğer sokakta bir trafik kazası oldu, beş kişi öldü dersek ve bu olayı da anlatırsak bir hikâyeden söz edebiliriz. Ancak o trafik kazasını bireysel bir dramdan yola çıkarak ele alır bir edebî disiplinle yazarsak öykü yazmış oluruz. Bu anlamda hikâye “anlatılan” bir şey, öykü ise “yazılan” bir şeydir. “Hikâye” sözcüğünün geleneksel anlatılarımızdaki anlatma biçimlerinden biri anlamında kullanılması daha yerinde olur. Günümüz yazınsal tür anlamında ise bu anlatılara öykü demek daha doğru.

 

Öykücü kimliğiniz kadar öykü eleştirmeni kimliğinizle de öne çıkıyorsunuz. Ve bu alanda kitaplar yayımladınız. Yayımladığınız kitaplarla ödüller aldınız. Sizi eleştirmenliğe iten sebepler nelerdir? Bu çalışmalarınız karşılığında gerek okur gerek yazar dünyasından nasıl tepkiler alıyorsunuz? Bu tepkiler sizi tatmin ediyor mu?

Aslında ben kendimi hiçbir zaman eleştirmen olarak görmedim. Bunun tümüyle yaptığım işi anlamaya yönelik bir çabamın sonucu olarak ortaya çıktığını söylemeliyim. Şunu gördüm, sadece ürün yayınlamak ve güzel öyküler yazmak yeterli değil. Yazar, edebiyatını kötü eleştirmenlerin kucağına teslim etmemeli, iyi kuramsal yazılarla edebiyatını güçlendirmeli ve ürün verdiği alanda da söz sahibi olmalı. Bu anlamda her öykücünün bir öykü davası olmalı. Öykü davasından kastım poetik bilinçtir. Elbette iyi öykü yazmak için, iyi bir kuramsal altyapıya sahip olmak işin olmazsa olmazı değildir. Ama iyi öykü yazmanın yolunun da yaptığı işe kafa yormaktan geçtiği herkesin malumu.

Kuşkusuz öykücünün temel görevi öykü yazmak, öykünün iyi örneklerini vermektir. Ancak öykü davasının nitelikli eleştiri ve kuram yazılarıyla desteklenmesi gerekir. Edebiyat tarihine baktığımızda bu gerçekliği net bir şekilde görürüz: Virginia Woolf, Ahmet Hamdi Tanpınar, Rasim Özdenören,  Tahsin Yücel, Ahmet Oktay, Tomris Uyar… Dikkat edilecek tek husus, öykülerinizin, eleştiri/kuram/inceleme yazıları altında ezilmemesi, öykücü kimliğinizi hep ön planda tutulmasıdır.

Kuram/inceleme/eleştiri yazılarını, öncelikle yaptığım işi anlama, bu türün ustalarını tanıma ve nihayet vardığım sonuçları belgelendirme/kayda geçirme amacıyla yazıyorum. Yazık ki yazma geleneği az olan bir toplumuz. Daha çok sohbet geleneğinden geliyoruz. Bu yüzden de pek çok duygular, görüşler, saptayımlar dost sohbetlerinde uçup gidiyor. Bütün bunları bir sonraki kuşağa aktaramıyoruz. Biz seksen kuşağı, genelde sanat-edebiyatta özelde de öyküde bu eksikliği yakıcı bir şekilde hissettik. İşte bu yazılar bir yandan bu “eksiklik” diğer yandan da benim öyküyü anlama sürecimi okurla paylaşma arzusu sonucu ortaya çıktı.

Daha çok öykünün gündeme gelmesi ve tartışılıyor olması benim amacım. Bu yazıları biraz da yaptığı işi anlamaya çalışan birinin sorduğu sorular, vardığı sonuçlar, yaptığı düşünce egzersizleri olarak düşünmek gerek. Aslında bütün bunları öykücüler gerek zihinlerinde, gerek dost sohbetlerinde tartışıyorlar. Ama bizde yazma geleneği fazla olmadığı için, zamanla uçup gidiyor. Bense el yordamıyla ulaştığım bilgileri, malumatları, dost sohbetlerinde edindiğim izlenim ve düşünceleri, tartışma sonuçları uçup gitmesin diye kayda geçiriyorum, o kadar. Sonuçta anlamlı, işe yarar bir bütünlük ortaya çıkarsa sevinirim.

Eleştirmenlik zor iş. Çünkü bir başkasının eseri hakkında konuşuyorsunuz olumlu ya da olumlu eleştiri alıyorsunuz. Ya da bir başkası hakkında hiç konuşmuyorsunuz bu da eleştirilmenize neden oluyor.

Ama bu kitapların bir boşluğu doldurduğunu gelen tepkilerden anlayabiliyorum. Eleştiri/Kuram/İnceleme kitaplarım genelde olumlu tepkiler aldı.

 

 

Son kitabınız Günümüz Öyküsü Dedalus yayınları etiketi ile okuyucuyla buluştu. Öyküye dair derinlikli bir inceleme çalışması olan kitap, çok geniş bir yelpazede yazılar barındırıyor. Bu kapsamlı çalışmanın hazırlık ve oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?

Öykü ne yazık ki edebiyat dünyasında üzerinde en az konuşulan yazınsal türlerden biri. Şiir olsun, roman olsun, sanatın, edebiyatın diğer türleri, alanları olsun, pek çok kuramsal, poetik çalışmaya muhatap olmuşken, öykü için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Hele ülkemizde bu alan bomboş. Bu kitapların ilk amacı işte bu “eksiklik” duygusu oldu.

Bunun ilk nedeni bu tür geniş soluklu, zaman isteyen çalışmalara kimsenin gönü indirmemesi. Kısa soluklu, pratik sonuç alabilecekleri gazete yazıları ve küçük değiniler onlara daha kolay geliyor.

Bu çalışmanın ilk yazısı olan “Cemil Kavukçu: Kasaba, Yalnızlık ve Küçük İnsan”ın 2004’te yayınlandığı düşünülürse kitabın oluşumunun on yıla yakın sürdüğü görülür. Kitabın içerdiği yazıların bir kısmı bu süreçte çeşitli dergilerde yayınlanmakla birlikte büyük bölümü ilk kez burada yayınlanmaktadır. Kitapta, öykücüleri ve öykülerini okurlara tanıtmaya ve öykü dünyalarını açıklamaya çalışan bir tutum gözetilmiştir. Bu anlamda okurlar, çalışmada, keskin yargıların, özel sezgilerin ve eleştirmen bilgiçliklerinin fazlasıyla yer almadığını göreceklerdir.

 

Günümüz Öyküsü başlığından tam olarak ne anlamalıyız? Bu başlık altında hangi dönem öykücülerini incelemeyi hedeflediniz? Çalışmalarınıza başlarken belirlediğiniz bir zaman dilimi var mıydı?

Daha önce yayımlanan Öykümüzün Kırk Kapısı adını verdiğim çalışmada öykücülüğümüzün önemli isimleri olan kırk öykücünün öykülerini ele almıştım. Ancak bu kitap 1980’le kadar geliyordu. Günümüz Öyküsü’nün amacı ise 1980 sonrası dönemin izini sürerek son dönem öyküsüne ilişkin bir birikim oluşturmak, dikkat çeken isimleri bir bütünlük içinde aktarmaktır. Kitapta50 öykücünün tüm kitapları incelenip son 35 yılın bir panoraması çıkarılıyor. Günümüz Öyküsü’nde sadece 50 öykücü incelenmiyor, öyküye ait sorunlar, yönelimler ve kuramsal yaklaşımlar da tartışılıyor.

Diğer yandan, “günümüz öyküsü” dendiğinde ipin ucunun toparlanması neredeyse imkânsız. Atlamalar, eksikler, gözden kaçırmalar bu çalışmaların en büyük riskiydi. Çünkü akıp giden, canlı bir organizmayı somutlamak, çerçevelemek o kadar da kolay değil. Sonuçta öykücüleri elli rakamıyla sınırladım. “Hiçbir otomobil yolun hızına yetişemezse” bu yazılar da akıp giden günümüz öykücülüğünün bir portresini çıkarmada yavaş, ağır kalmaya mahkûm. Fotoğraftaki eksik kareler, netleşmemiş fluluklar işin doğası gereğidir. Bu nedenle tüm eksikliklerine karşın bu kitabın en güçlü mazereti zamanın bir diliminde bu akışı somutlama zorunluluğudur.

Çalışmaya başlarken uzun bir zamana ihtiyacım olduğunu biliyordum. Gerçekten de kitabın yazımı uzun bir zaman yayıldı. Ama ben sabırla, ısrarla çalışmayı sürdürdüm. İnşallah bir işe yarar.

 

Günümüz Öyküsü kitabınız için “ belki de hiçbir zaman bir araya gelemeyecek elli imza bir yerde buluştu “ demiştiniz. Bu kitabınızda edebiyatın birleştirici gücünü de görüyoruz. Kitapta edebiyatımızın farklı kesimlerinden isimler var. Bu isimleri ve eserlerini hangi kriterlere göre çalışmanıza dahil ettiniz?

Günümüz Öyküsü’nde son dönem öykücülüğümüzün dil, anlatım biçimi ve yazınsal tercihiyle öykücü kimlikleri belirginleşmiş yazarları ele aldım.

Yazılarda, tek ölçünün “estetik değer” olduğu bir eleştiri anlayışı benimsenmiş, edebiyat dışı ideolojik/duygusal yargılardan uzak durularak, öykü sanatının temel ölçütleriyle metinlere yaklaşılmış, ayrım yapmadan tüm birikim yansıtılmaya çalışılmıştır. Eleştiri anlayışı olarak, eleştirmenin sesinin birincil, baskın ses olarak görülmesi tercih edilmemiştir. Çünkü eleştirmen, okur ile yazar arasında bir köprüdür. Okuyucunun, metne ulaşmasını kolaylaştırır, onun atladığı yerleri işaret eder, eserin kapısını aralar. Bu anlamda kitaptaki eleştirmenin sesi daha geri planda ve okurla metin arasındaki mesafeyi kısaltmayı gözeten bir tutum içerisindedir. Dolayısıyla çok zorunlu olmadıkça, öznel yargılardan kaçınılmış, yazarların değerli yanları öne çıkarılmış özellikle analitik inceleme yöntemi, bir eleştiri anlayışı olarak benimsenmiştir.

Yazılarda, öykücünün kurduğu dünyayı anlamaya çalışmak, ana niteliklerini ortaya çıkarmak, bütün öykülere yayılmış ortak yönelimleri tespit etmek öncelikli tercih olmuştur. Öykücünün teklif ettiği ideoloji ya da dünya görüşünün doğruluğunu, yanlışlığını tartışmadan, metni sanatsal nesne olarak açıklamak, yorumlamak, çözümlemek amaçlanmıştır. Hiç kuşkusuz politik yaklaşımın tek ölçüt olduğu bir edebiyat ortamı kabul edilemez bir durum. Ancak, sanat edebiyatta politik ayrışmanın edebî eser ölçütünde tek belirleyici olduğu bir ülkede yaşıyoruz.

Türk edebiyatının günümüzdeki en büyük sorunu eleştiri kurumu ve buna bağlı olarak yaşanan edebiyattaki ideolojik körlüktür. Çünkü günümüzde edebiyat odaklı, sadece estetik değerlerin ölçüt olduğu, emeğe yaslı, sansürsüz, nitelikli eleştiri piyasadan çoktan çekildi. Artık eleştiri, “yayınevi pazarlamacılığı”, “ideolojik savaşlar”, “yıldız eleştirmenliği” ve “dost ahbap ilişkileri” çevresinde dönüyor. Eleştiri, okurla yazar arasında bir aracı olmaktan öte bir manipülasyon işlevi görüyor. Bu olumsuz ortamdan en fazla etkilenenler ise bu dolaşımda yer almayan yazar ve kitaplar olmaktadır. Çünkü sadece itibarlı bir yayınevinden çıkmış diye değersiz kitaplar gözü kapalı baş tacı edilip, küçük yayınevlerinden çıkan değerli kitaplar görmezlikten gelinmekte; ideolojik kaygıyla tek gözü kapalı değerlendirmeler yapılmakta; dost ahbap ilişkileri yeni bir eleştiri anlayışı olarak ortaya çıkmaktadır.

Oysa bir eleştirmenin asıl işlevi, risk alarak, gözden kaçmış, gölgede kalmış yazarları gün yüzüne çıkarmaktır. Özellikle işin başındaki genç yazarlara işaret etmektir. Bir başka deyişle eleştirmenler edebiyat ortamına yazar, şair, sanatçı teklif ederler. Onların asıl işlevi edebiyat dünyasındaki bu haksızlıkları gidermek, bu olumsuzluğa müdahale etmektir. Asla bu olumsuz ortamın bir parçası, figürü olmak değildir. Kuşkusuz anlık, zamansal dönemler hariç, hiçbir “güzelleme eleştirisi” kötü bir kitabı edebiyat dünyasına sokmayı başaramamış, geleceğe aktaramamıştır. Hiçbir “olumsuz eleştiri” de iyi bir kitabı edebiyat dünyasından silememiştir. Ancak yine de kısa bir süre de olsa manipülasyon başarıya ulaşabilmektedir.

Edebiyat dünyasında bir dayanışma, tek taraflı bir kollama, gözü kapalı destekleme ve tam tersi gözü kapalı reddetme ortamlarının, birliklerinin varlığı inkâr edilemez. Burada edebî gücü temsil eden “kanon” dışında bir yapılanmadan söz ediyoruz. Ancak bu birlikteliklerin tek bir güç adına hareket etmediklerini, parçalı, amaçları farklı farklı şekilde hareket ettiklerini görüyoruz. Bunu en iyi eleştiri kurumunun geldiği yerde analiz edebiliriz.

Metni anlamaya, çözümlemeye çalışan, tek ölçünün “estetik değer” olduğu eleştiriler gözden düştü. Özellikle gazetelerin kitap ekleri ve çete dergileri bu eleştiri anlayışının gözlendiği yerler. Kitap tanıtma yazısı ve söyleşilerle gelen bir dizi “tanıtım projeleriyle” ya da şahsi, öfkeli, kindar yaklaşımlarla eleştiri kurumu kullanılıyor. Bunun adına ister mafya, ister çete diyelim tam bir körlük ve dayanışma ile hareket ediliyor.

Oysa eşitliğin, adaletin sağlanmadığı yerde haksızlık vardır. Bu yüzden edebiyat ortamında yaşanan bu adaletsizliğin en büyük sorumlusu da eleştiri kurumu, dolayısıyla mafya, çete, ideolojik dayanışma türü oluşumlardır.

Ben bu kitabı oluştururken tüm bu olumsuzluklardan uzak durmaya, tek ölçütün sanat-edebiyat olduğu bir yaklaşımla hareket etmeye çalıştım.

 

Günümüz Öyküsü kitabı, içindeki elli öykücü hakkında genel bilgileri ve özelde bu yazarların öykü kitaplarına yönelik eleştirileri barındırıyor. Bu çalışma bir anlamda Türkçe Öykü’nün haritasını çıkarmak gibi oldu. Çıkardığınız bu haritaya bakarak öykünün Türk Edebiyatı içerisindeki yeri hakkında neler söylersiniz?

Öykü, tarihsel kökenlerine gitmeden yazınsal tür anlamında konuşursak son yüzyıl Türk edebiyatında zengin bir birikim yaratmıştır. Şiir ve romanın yanında işlevsel bir tür olarak edebiyatımızda saygın yerini almıştır. Öykücülüğümüz bazen kırılmalar, sürçmeler, bazen de canlanma ve yeniliklerle gelişim çizgisini sürdürmüştür.

 

Günümüzde yayınevlerinin, öykü dergilerinin ve ödül kurumlarının da destekleriyle Türkçe Öykü bir atılım gerçekleştirmiş gibi görünüyor ama siz uzun yıllardır öykümüzün izini sürüyorsunuz. Son zamanlarda gerçekleşen bu atılım geçici bir parıldama mı yoksa öykümüz gerçekten yükseliyor mu?

Yazınsal türlerin, zamanın ritmine, nitelikli yazar kuşağının belli bir dönemde yoğunlaşmasına, yaşanan sosyolojik/tarihsel konjonktüre bağlı olarak kimi zaman daha yoğun, kimi zaman da daha az gündeme geldiklerini, ilgi gördüklerini biliyoruz. Aranırsa elbette bütün bunların hem istatiksel hem de sosyolojik temelleri bulunabilir. Ama yaşananlar göstermiştir ki, sanat/edebiyat küçük zaman dilimlerinde sabitlenerek, üzerinden kalıcı sonuçlar üretebileceğimiz bir alan değildir. Çünkü sanat/edebiyat zaman aralıklarına hapsedilemez. Bu anlamda “biri yükseldi diğeri düştü” türü saptamalar belki edebiyat magazini olarak konuşulabilir, tüketilebilir ama buradan türlerin niteliğine, birbirlerine üstünlüklerine ve geleceklerine ilişkin genel geçer bir sonuç çıkartılamaz.

İçinde bulunduğumuz zaman diliminde, öykü türünün büyük atılım içinde olduğunu söyleyebilirim. Öykü sağlam temeller üzerinde, geleceğe umutla bakıyor. İnsanlara, birikim, tecrübe aktarmaya devam ediyor. Kısaca Türkçe öykü yükselişte…

 

Sizce günümüz öyküsünden gelecekteki Türkçe Öykü’ye neler taşınacak?

“Günümüz Öyküsü” deyince sınırları, anlatım biçimi belirlenmiş bütüncül bir anlayıştan söz etmek zor. Son derece farklı siyasal/toplumsal/edebî düzlem içerisinde eser veren öykücüler, öykücülüğümüzde farklı renkler, tonlar, anlayışlar içinde yazıyorlar. Öyküye bakışları, dünyayı yorumlayışları, yazış biçimleri ve dil anlayışları bazen birbirine yaklaşan bazen birbirinden uzaklaşan öykücülerin öykümüz adına bir zenginlik olduğunu düşünüyorum. Edebiyatın, sanatın sonuçta bireysel bir etkinlik olduğu gerçeğini unutmamak gerek. Çünkü içinde bulunulan zaman, mekân, anlayış belirleyici olmakla birlikte öykü sonuçta bireyler tarafından yazılıyor. Bu anlamda günümüz öyküsü denildiğinde, postmodern anlayıştan bilinç akışına, fantastikten yalın anlatıma geniş bir öykü anlayışından söz ediyoruz demektir.

Günümüz öyküsünden geriye, öyküde ısrarlı olan, büyük bir çaba ile kendini geliştiren öykücüler kalacak geriye. Başka türlere sapıp öyküyü ihmal edenler değil, öykünün hakkını verenler kalacak.

Günümüz öykücülüğünün şimdilerde parlak bir çıkış içerisinde olduğunu düşünüyorum. Roman patlaması bir yana, öykü şimdilerde Türk edebiyatında saygın bir kanal açmış durumda. Öyküde ısrarlı yazarların saygın duruşları geleceğe umutlu bakmamızı sağlıyor.

 

Röportajı Yunus Meşe yaptı. 

İZDİHAM