14 Mart 2016

Mustafa Özel: İlk İslami romanımızı, ilk Batıcı romancımız yazdı

ile izdiham

Geçen yıl “Aydınlar, Roman ve Hakikat” başlıklı uzun bir konuşma yaptınız. Orada romancıların (kurgucuların) modern gerçekliği toplum bilimcilerden (tarihçiler dahil) daha iyi görebildiklerini; hatta ön-görebildiklerini söylediniz. Biz sizi genelde bir iktisatçı olarak biliyoruz. Romanlarla bu denli içli dışlı olmanız yadırganmıyor mu?

Kim yadırgayacak? Keşke dar ideolojik tartışmaların ötesinde, insanlığın temel meselelerini konuşabilen seçkin insanlarımız olsaydı da, Don Kişot gibi “romanlarla kafayı yemiş” bir iktisatçıyı tefe koysalardı! Geçen yıl yüz kadar iktisatçı Bilim Sanat Vakfı’nda bir araya geldi. Gün boyu para ve sermaye piyasalarındaki gelişmeleri tartıştılar. Sağ olsunlar, iki saatlerini de “eski iktisatçı” ağabeylerini dinlemeye ayırdılar. Borsada, menkul kıymet şirketlerinde, bankalarda, merkez bankasında ve üniversitede görev yapan bu genç ve dinamik arkadaşlara Faust ile Kumarbaz’ı anlattım. Önce haftada kaç roman okuduklarını sordum, bir roman diyenlerin oranı yüzde bir oldu. Ayda bir roman okuyanlar? Yüzde beş. Ortalama, yılda iki veya üç. Bunlar da klasikler değil, “şişirilmiş” piyasa metinleri.

Çok sevdiğim genç bir iktisatçı, romanları keçi boynuzuna benzetti. Benim romanları hep çizerek, not düşerek okuduğumu bildiğinden, sizin çizdiğiniz yerleri okumamız daha ekonomik olmaz mı, diye sordu. “Benim çizdiğim yerler başkasının da ilgisini çeker belki, fakat herhangi bir kitabı on kişi okusa, bunların yarıdan fazlası farklı satırların altını çizer. Mesela Kumarbaz’da benim çizdiğim yerleri borsacıların çoğu çizmezdi sanırım.”

Neden?
Karşı bir soruyla cevap verdim onlara: “İnsanlar, özellikle de küçük yatırımcılar İstanbul Borsası’nda ne arıyorlar?” Umumi cevap: Tabii ki kazanmak için oradalar. Hayır, dedim. Onların ne yaptığını Dostoyevski sizden daha iyi biliyor. Kaybetmek için oradalar!İslamda kumar yasağı olmasaydı, Türkiye’de insanlar kumarhanelere rahatça, “mahalle baskısı” olmadan gidip gelselerdi, belki borsaya bu kadar üşüşmezlerdi. İnsan oyun oynayan, oynamayı seven, spekülasyondan haz duyan bir varlıktır. Borsa onların bu tutkularına cevap veriyor büyük ölçüde.

Peki, neden kaybetmek için oynasınlar? İşte onu anlamak için de Dostoyevski’yi okumak lazım. Bu Rus Don Kişot, kumar borcunu kapatmak için, kitabı 25 günde yazmak zorunda kaldı. O çapta bir yazar, bu kadar kısa zamanda bir eser verecekse, ancak hayatının en esaslı fikrini işleyerek bu yükten kurtulabilirdi. O da bütün ruhuyla kumarı işledi. Benim çıkardığım ana fikir şu: İnsan kaybetmek için oynar! Kazanırken seviniyor gözükmesi, daha büyük kayıp için bir nevi hazırlıktır.

İktisatçıları ikna etmek mümkün mü? İnsan neden kaybetmek için oynasın ki? Çünkü (demeye getiriyor Dosto, yahut ben öyle anlıyorum!), kaybetmek istediği para veya servet değildir. İnsan, kendini kaybetmek için oynar. Kumarın büyük zevki, mukayese edilmez hazzı buradadır. Kur’an-ı Kerim’de kumar yasağıyla ilgili ayetlere bakın, hepsi “Allah içki ve kumarı size yasaklamıştır” şeklindedir. İçki ve Kumar hep yan yana anılıyor. Aslında hiç de birbirine benzemeyen iki fiil. Her bekrî kumar oynamaz; her kumarbaz da içkiye düşkün değildir. Fakat Allah ikisini sürekli beraber anıyor; çünkü bunlar insanın “kendini kaybetme” vasıtalarıdır. Her şeye izin verilebilir, kendini kaybetmeye asla. Kendini kaybeden, Tanrı’yı bulamaz. Tanrı, kendindedir!

Roman, ahir zamanda insanın kayboluş hikâyesidir. İnsan ölürken, birey doğuyor. (İnsan, elif, nun, sin. Enese, yaklaşmak demek. İnsan yaklaşan, birey ise uzaklaşandır.) Zamana ve paraya, insanoğlunun bu iki büyük kurgusuna tutunarak toplumdan kopmanın hikâyesidir roman. İngilizler romana fiction diyor; daha yerinde bir adlandırma olamazdı. Bu bakımdan “klasikler” hiçbir zaman elimden düşmedi. Onlarda çağdaş insanlık durumunun açmazlarını en net biçimde görmem bir yana, kopuşun yol açtığı evrensel insanlık meselelerinin de gene en iyi romanlarda tartışıldığını “görmeye” başladım. O kadar ki artık kurgu olmayan hiçbir metni okuyamaz hale geldim. Modern insanın aklını sanki roman biçimlendirmiş. Sadece aklını değil, duygularını ve vicdanını da. Yeni çağa uygun yeni bir Kitab-ı Mukaddes.

Roman tutkum için bu gerekçe yeterli bence. İlk büyük roman kahramanı Don Kişot da o günün romanları olan şövalye kitaplarına kafayı takan bir “mecnun” değil miydi? Siyasî, ekonomik ve kültürel ortam sanki kurgusal gerçekliğin, içinde yaşadıklarımızdan “daha gerçek” olduğu hissini veriyor bana. Melville 160 yıl önce Jet Fadıl’ı yazmış. Balzac 175 yıl önce beni, Herman Hesse 75 yıl önce Ahmet Davutoğlu’nu yazmış. J Türkiye’de “Büyük Sermaye” denince aklınıza kimler geliyorsa, hepsinin en orijinal hikâyesiFaust’un ikinci cildinde.

Nostradamus gibi bir şey anlattığınız. İyi romancılar büyük birer kâhin galiba.
Batılılar prophet kelimesini hem peygamber hem de kâhin için kullanıyorlar. Bence Cervantes’ten Daniel Defoe’ya, Balzac’tan Melville’e uzanan büyük kurgucular hattı için bu sıfatı kullanmak yerindedir. Roman hem bir uyarıcı, hem bir uyuşturucudur. Bu iki işlevi aynı anda icra ediyor. Bazı romanları bonzai niyetine okurum . J Kur’an-ı Kerim’de “Kalpler ancak Allah’ı anmakla yatışır” buyuruluyor. Andre Gide, Kalpazanlar’ın sonunda “kelimeler (tıpkı piyasadaki para gibi) o kadar çoğaldı ki, çıkardıkları gürültü yüzünden Tanrı’nın kelimeleri işitilemez oldu” diyor. Bu gürültü içinde teskin olmak kolay mı?

mustafa-ozel-2Naif bir soru: Neden bir tarikata girmeyi denemiyorsunuz? İnanan bir insansınız, belki daha kolay teskin olursunuz?
Lisedeyken bir Nakşi şeyh efendiye bağlanmıştım. Ülkücü yanımı dengeliyordu. Ülkü ocaklarından soğumaya başladığım süreçte Erbakan zuhur etti. Babam Selamet Partisi Ağrı ilçe başkanı, ağabeyim (Prof. Ahmet Özel) gençlik kolu başkanı oldular. Bu heyecanla 1973 seçimlerinde MSP’yi iktidara taşıma mücadelesi verdik. (Bize sonradan “Yüzde Altılılar” diyeceklerdi!) Aa, bir baktık, Efendi Hazretleri Turhan Feyzioğlu’nun Güven Partisi için oy topluyor.

Siz de bir daha uğramadınız tekkeye, öyle mi?
Tasavvuftan kopmadım. Hâlâ namazda belli ayetler okunduğunda cezbe gelir; kendinizi tutamazsınız. Fakat her türlü örgütsel harekete karşı, ister dinî ister siyasî karakterli olsun, içime bir kurt düştü. Nitekim üniversite yıllarında sabah namazlarında kalabalıktan avlusuna bile girmekte zorlandığımız malum camiiye şimdi gidin, iki saf ancak doluyor. Çünkü tekke, holdinge inkılab etti. Hayır, inkılab değil, ihtilal oldu. Tekkenin ruhuna halel geldi.

Aynı tekkeden yetişen eşim bazen sabah namazı sonrasında elimde roman görünce, bey roman yeter, biraz Kuran oku diye takılır. “Roman okudukça, Kuran’ı daha iyi anlamaya başladığımı düşünüyorum!” derim. İnanmaz, tebessüm eder. Ben de o tebessümü hayra yorarım.

Biz de tebessüm etsek?
Onu da hayra yorarım! Romanı yüceltmiyor, fakat çok önemsiyorum. Rousseau daha 18. yy ortalarında, fesada uğramış toplumlara roman lazım, diyordu. Bir nevi röntgen. Röntgencilik sevimsiz bir meslek, fakat marazın (hastalığın) teşhisinde de vazgeçilmez. Geçen yıl Merkez Bankası başkanımız para kurulu üyeleri ve diğer bazı TCMB üst yönetici ve danışmanlarıyla yapacakları bir toplantıda konuşmamı talep ettiğinde, sizeFaust’u anlatayım dedim. Faust mu, ne alaka? Valla, dedim, geçenlerde Avrupa Merkez Bankası başkanına neden piyasayı rahatlatmak için biraz para basmıyor ( devalüasyon yapmıyor)sunuz diye sorduklarında, “Yapayım da Faust’un başına gelen benim de başıma gelsin, öyle mi?” diye cevap verdi. O halde dinleyelim sizi hocam dediler ve o hafta mevzuyu bitiremedik; ertesi hafta tam takım tekrar İstanbul’a geldiler de Faust’a noktayı koyabildik.

Bankacılar zor ikna olur derler. Sizi iki hafta dinlediklerine göre, epey yararlanmışlardır.
Bir iki ay sonra, Boğaziçi’nden sınıf arkadaşım Prof. Vedat Akgiray geldi (SPK eski başkanı). Sohbet sırasında laf Merkez bankası politikalarına gelince, ya Mustafa dedi, dün Erdem Başçı Boğaziçi’ndeydi. Ben Erdem’i tanırım ama bu kadar derin entelektüel olduğunu bilmezdim. Konu para politikaları olduğu halde, konuşmasına Faust’tan bir girdi ki, dinlemeni isterdim!

Faust’u bize de anlatmanız şart oldu artık. Fakat bir an Rousseau’ya geri dönelim. Şu roman-röntgen ilişkisi çok dikkat çekici.
Ruso yazdığı zaman henüz büyük roman çağı başlamamıştı. Don Kişot, Robinson Crusoegibi münferit büyük eserler olsa da, bir nevi hazırlık dönemiydi. Buna rağmen çok önemli tespitler yapabildi. Zaten Ruso’nun hayatını okursanız, Cervantes’in kitabından çıkmış bir deli dersiniz. Ona göre medeniyet bir yozlaşmayı, bozulmayı, kötülüğü temsil ediyor. Medeni milletlere roman lazım diyor. Çünkü o bozulmanın mahiyetini bize kavrattıracak en önemli düşünsel araç romandır. Bunu sosyal bilimleri küçümsemek veya itibarsızlaştırmak maksadıyla söylemiyorum pek tabii.Tanpınar büyük romancı ise, bunu ciddi tarih ve sosyoloji okumalarına borçludur. Fakat sosyal bilimlerde genelde monolojik tezler yazıyoruz. “Ben diyorum ki…” diyerek ortaya bir tez atıyoruz. Sadece “attığımız” halde, noktayı koyarken, “tuttuk” diyoruz! Yoksa doktoramızı kabul etmezler. Abdülhak Hamid’in dediği gibi, “Risto nedir bu? Zafer yahut hiç!”

Ben o yüzden bütün doktoraların kaldırılıp yerine roman yazılmasını öneriyorum. J Çünkü, romanda “ben diyorum ki…” yok. En iyi romancı, kendini en fazla geriye çekebilendir. Bir yaşanmışlık var, yaşanmakta olan var; biz bunu kavramaya ve daha da mühimi “anlamlandırmaya” çalışıyoruz. Fakat süreçte çok yönlülük var. Çok sayıda deneyim var. Bu deneyimleri algılayan çok sayıda özne var, çok sayıda mantık var. Bakhtin, diyalojik bir ilişki diyor buna. Multilojik demek belki daha doğru. Yani, çok-mantıklı, çok sesli bir etkileşim var. İyi romancı bütün bunları görüyor/gösteriyor. Dostoyevski’nin Ecinniler’ini okuduğunuz zaman, orada her tür insanın kendini ifade edişini (veya edemeyişini) hissediyorsunuz. Yaşıyorsunuz onlarla beraber. Dostoyevski bunların hangisi? Hepsi ve hiçbiri. O yüzden büyük romancı aslında kendisini en fazla geri çekebilendir; romanında en az görünendir. 

Roman-iktisat meselesine gene dönmek istiyoruz. İktisat sosyal bilimler içinde en sağlam olanıdır derler; yani yöntem bakımından fen bilimlerine en yakın olanı. Öyle ise, neredeyse pozitif bir bilimci olan iktisatçı romanla niçin ilgilensin? “Hayal ürünü” eserlerden iktisatçı ne dersler çıkarabilir ki?
Hayal ürünü olmayan ne var? Hayat bir hayal, zaman bir hayal, iktisat bir hayal.Bütün bilimler hayal edilmiş kavramlara dayanıyor. “Tabiat hali” bir hayal, “sosyal sözleşme” bir hayal, “görünmeyen el” bir hayal. Bu üç hayal olmasaydı ne modern siyaset felsefe/bilimi, ne modern iktisat gelişebilirdi. Tabiat hali (state of nature), insanlığın ilkel bir durumundan ziyade, Hobbes’un içine doğduğu 17. yüzyıl İngilteresi’ni yansıtıyor. Tabiat halinde insan hayatına korku egemendi diyor Hobbes; herkes birbirinin mezarını kazmaya çalışıyordu. İnsan insanın kurduydu.

Tarihî/antropolojik çalışmalar onu değil, Rousseau’yu haklı çıkarıyor: Tabiat halinde insanoğlu gayet iyi ve barışseverdi. Bu iyi toplumu zıvanadan çıkaran şey özel mülkiyetoldu. Hobbes’un tasvir ettiği korku toplumu, insanlığın başlangıcındaki bir doğal halde değil, erken modern (yani kapitalistleşmekte olan) Avrupa’daydı. Aynı şeyi modern iktisatın zembereği olan “görünmeyen el” için de söyleyebiliriz. Görünmediğine göre, hayal ediyoruz demektir! Adam Smith bu kavramı bir tek defa kullandığı halde, sonraki liberaller için adeta bir can simidi oldu. Liberal/kapitalist mitolojinin anahtar kavramı haline getirildi. Kuzu postuna bürünmüş militan bir kavram.

Roman ne kadar hayalî/kurgusal ise sosyal bilimler de o kadar hayalî kavramlarla örülü diyorsunuz. Arada ciddi bir fark yok mudur?
Var. Roman mert kurgudur, sosyal bilimler namert kurgu. Roman kendine fiction diyor, yani kurgusal olduğunu açık seçik beyan ediyor; diğerleri ise “gerçeği” dile getirdikleri iddiasını hiç elden bırakmıyorlar. Aslında sosyal bilim yerine bilim de diyebilirdim. Bütün doğa yahut fen bilimleri de kurgulara dayanıyor.

Romanı daha önceki edebi türlerden, mesela destan ve trajediden veya hikâyeden ayıran ne? Onlarda olmayıp romanda olan şey ne?
Zaman ve para! Önceki türlerin kurgusal yapısında zaman yoktur. Kahramanlar adeta zamanüstü, evrensel yaratıklardır. Ve asla para uğruna yaşamaz, para için mücadele etmezler. İstisnalar bir yana, zamanı ve parayı edebiyata sokan roman oldu. Tuhaf olan şu ki, modernlerin nazarında bu ikisi de aynı şeydir. Biri diğerine tahavvül ediyor.İktisat diye adlandırdığımız, bilim olma iddiasındaki modern simyacılığın özü bu dönüşümün analizidir. Fakat dönüşümün kendisi gerçek değil, kurgusaldır. “Let’s imagine” demişlerdir…

Nasıl yani?
Benjamin Franklin “Time is Money” demiyor mu? Vakit nakittir! Niye ki? Bu sözün Türkçeye ne zaman girdiğini araştıran bir iktisat tarihçimiz var mı? Romanın daha önceki edebî türlerden farkı zaman ve para ise; ve bunlar da çağımızda aynı gerçekliğin tersi ve yüzü sayılıyorsa; iktisatçı romanla uğraşmaz da ne yapar Allah aşkına?

Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanını hatırladık birden…
Zamanın modern durumla bağını ilk kavrayan romancımız, hayır düşünürümüz, Tanpınar’dır. Saatleri Ayarlama Enstitüsü 20. yüzyılın en büyük romanlarından biridir. Attila İlhan haklı: Hele Türkiye iktisaden bir dünya gücü olsun, siz o zaman Tanpınar’ların kaç dile çevrildiğini görürsünüz. Tam yirmi yıl önce Yeni Şafak’ta, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü ders kitabı olarak okutacak iktisat hocasının elini öpeceğim diye yazmıştım. Henüz dudaklarıma değen bir el olmadı maalesef. (Buna sonradan Huzur’u da ekledim ve hâlâ sözüme sadığım!)

Romana mert, (sosyal) bilime namert dediniz. Hakikaten romancının gerçekliği bilim adamlarından daha iyi kavrayıp aktarabildiğini mi düşünüyorsunuz?
Düşünen insanları çok farklı kategoriler altında tasnif etmenin bile çok yakın bir tarihe ait olduğunu göremeyecek kadar körleştik. Modernler bu körleşmeye uzmanlık diyorlar. Bugünkü sosyal bilimlerin çoğu ancak 19. yüzyılda kurumsallaştı; kurumsallaşınca da kurumlarından geçilmez oldu. Her biri monolojik bir yaklaşımla, gerçeği kavrama ve dillendirme yarışına girdi. Yukarıda değindik: Roman mültilojiktir. Romancı hem çok farklı bakışaçılarına sahip kişileri konuşturur, hem kendi konuşur, hem de okuyucunun konuşmasına kapı açar. Sosyal bilimciler hâlâ “bu makalenin amacı” diye başlayıp, “tezimi ispat için” diyerek devam eden yazılar kaleme alıyorlar. Bunları “bilimsel” dergilerde yayınlayıp puan topluyor; o puanlarla doktor, doçent, profesör filan oluyorlar. İstisnalar bir yana, bunların birçoğunun gerçek amacı hakikatın dile gelmesine kapı aralamak değil, kendilerine terfi sağlayacak olan “tez”lerini bir tek bakış açısıyla “kanıtlamak”tır. Bunun içindir ki Cemil Meriç, 19. yüzyılın bütün toplum bilimcilerini toplasanız bir Balzac etmez diyordu. Karl Marx da, kapitalist sistemi anlama arayışımda Balzac’tan öğrendiklerim, bütün diğer tarihçi ve sosyal bilimcilerden öğrendiklerimden daha ağır çeker, demiyor muydu?

mustafa-ozelİki otoriteye sığınıp toplum bilimcileri biraz kolay harcamış olmuyor musunuz?
Üçüncü bir otorite şart diyorsanız, bu sefer size bir romancı önereyim: Tolstoy. Savaş ve Barış baştan sona bir hesaplaşmadır. Sadece Napolyon’la değil, tarihçi ve sosyal bilimcilerle. Romancının, aradan uzun yıllar geçse bile, mesela bir savaşı, o savaşı yaşayan askerlerden ve onu inceleyen tarihçilerden çok daha iyi anlayabileceğini/anlatabileceğini söylüyor.

Hocam biraz “nesnel” olalım lütfen: Bir savaştan yıllar sonra, hiçbir zaman titiz bir tarihçi veya toplum bilimcinin kılı kırk yaran araştırmacılığıyla mukayese edemeyeceğimiz bir kurgu çalışmasının, gerçeği daha doğru dile getirebileceğine nasıl itimat edebiliriz?
Ben de biraz “öznel” olalım lütfen, diyorum! Savaşmış askerler kadar öznel değil, pek tabii. Romancının daha az güvenilir bir malzemeyle yola çıktığı ve hayal gücüne fazlaca bel bağladığı doğrudur. Tolstoy arada bir “Öykümün asıl kahramanı hakikattır, “ der. Ve ilave eder: “Ruhumun bütün gücüyle sevdiğim ve olanca güzelliğiyle canlandırmaya çalıştığım hakikat.”

Bir yazarın, yani düşgören bir insanın, hakikatı, onu yaşayan (asker) veya enine boyuna araştıran (tarihçi) insandan daha iyi anlatabileceği bize ilk elde inandırıcı gelmez. Kendisi de bir düşgören olan Hemingway, romancının hakikate bağlılık ölçüsü o denli yüksek olabilir ki, kurgusu her türlü gerçeğin olabileceğinden daha doğru bir izah üretebilir, diyor. Yaşayan, gerçekleri kötü biçimde gözlemleyebilir; fakat “iyi bir yazarın, bir şey yaratırken, onu mutlak hakikat yapmak için bol vakti ve görüş sahası vardır!”

Romancının anlattığı savaşın hakikatı değil de, kendi hakikatı olmasın?
İnsanın hakikatı. Önemli olan bu, savaş bu hakikatın yüzlerce tezahüründen biri.

Peki, nedir Tolstoy’un Savaş ve Barış’ta “canlandırdığı” insanlık hakikatı?Tarihin akışının büyük insanların iradesine bağlı olmadığı! “Büyük Adamlar” tarihin akışına yön veriyor olsalardı; yahut sonuçlar esas olarak, bu büyük adamların hükmettiği bir takım güçlü sistemlerin mantığına tâbi olsaydı, beşerî iradenin hiçbir anlamı kalmazdı. Napolyon veya Çar, tarihin efendileri değil, köleleridir.

Biz romanın başlangıcına geri gidelim, en iyisi. Don Kişot’u çok önemsiyorsunuz.
Son dört asrın en ciddi kahramanıdır bu “komik” adam! Ciddiyeti hüznünde saklı, hüzün ve aşkında. Haydar Ergülen’in bazı şairler için söylediği “Vazifeli” ifadesini en çok hak eden kurgu kahramanı Don Kişot’tur. İkinci cildin sonlarında, silahtarına şöyle diyordu: “Sen uyu Sanço, sen uyumak için doğmuşsun. Ben nöbet beklemek için doğmuşum!”

Ne nöbetidir bu?
Adalet nöbeti. İlk İngiliz romancı sayılan Daniel Defoe’nun roman kahramanlarını harekete geçiren, büyük ölçüde, paradır. Don Kişot’u harekete geçirense aşkıyla sarıp sarmaladığı adalet duygusudur. Yaşadığı çağ, şövalye ideallerine uygun değildir. Hiç unutmam, onbeş yıl kadar önce MÜSİAD’ın düzenlediği İslam ülkeleri fuarındaydık. Galada beni Amerika ve Avrupa’dan gelen Müslüman işadamlarının masasına oturttular, Türkiye ile iş imkanlarını konuşuyoruz. Derken kılıç kalkan ekibiyle program başladı; ardından hançer barı. Bir an baktım, işadamlarının beti benzi solmuş, hepsi gerilmiş vaziyette, iki adım ötemizde uzanan bir delikanlıya, ağzıyla hançer fırlatan başka bir delikanlıyı seyrediyorlar. Gülümseyerek, nasıl buldunuz dedim. Cevap net oldu: “Brother, we thought we had come for business!” (İş yapmak için geldiğimizi sanmıştık!)

Cervantes, yeni bir çağa girdiğimizi, bu çağda şövalye idealleriye yaşamanın, tıpkı Müslüman ama modern işadamlarına kılıç kalkan seyrettirmek gibi, gülünç kaçtığını hissettirmek istiyor. Fakat pek matah bir çağ da değildir bu. Eskiye tutunmak komik, yeniye teslimiyet berbat. Cervantes bu çelişkiyi farkeden ilk büyük Avrupa’lıdır. Böylesine bozulmuş, fesada uğramış bir dünyada, hakikatı dile getirmek ve adaleti savunmak ancak delilerin harcı olabilir, diyor!

Don Kişot’u delirten, kitaplar. Kendisine sabit bir ücret ödenmesini talep eden Sanço’ya ateş püskürür: “Hangi kitapta yeri var?” Don Kişot, ilkeli yaşamanın, Kitab’a göre yaşamanın timsalidir. Bunun içindir ki ne İsa’ya yaranır, ne Musa’ya. Zalimler kadar mazlumlardan da hakaret görür. Geçen yıl Sivas’ta bir sohbette bunları anlatırken emekli bir öğretmen “Bana Gulibik’i hatırlattınız” dedi. Gulibik 1950’lerde Sivas’ta yaşayan bir meczup. “Dünya bir tuhaf oldu dostlar,” dermiş; “guçükken yalan söylemeye gorkardık. Böyüdük, şimdi doğruyu söylemeye gorkuyok!” Don Kişot’luk Doğrucu Davut’luktur; doğruyu söylemeye korkmamanın adıdır.

Bize Don Kişot’la alakalı müstakil bir yazı veya söyleşi sözü verin de, Daniel Defoe’ya geçelim.
18. yüzyıl İngilteresinin en ilginç edebî karakteri belki Daniel Defoe’nun kendisidir. Girişimci (daha doğrusu, projeci), gazeteci, romancı, casus ve şair.

Şair mi?
Defoe’nun hiç te yabana atılamayacak “roman tadında” şiirleri hacım olarak Alexandre Pope’tan aşağı kalmaz. Kısa bir örnek çevireyim size (Anadan Doğma İngiliz, 1703):

Nereye bir mabed kursa Tanrı
Şapelini yanıbaşına kondurur Şeytan
Şöyle bir göz atanlar görüverir ki
İkinciye girilmez kalabalıktan
Aklı ilk çeldiği günden beri
Avucuna almıştır ben-i ademi
Tekdüze bir hizmetle yürüyor
İşini umum seçkinlerle görüyor
Etmiyor hükmüne hiçbir hizip itiraz
Boyunduruğundan şikayetçi olanlar pek az.

Dünya bu şairi Robinson Crusoe ile tanıyor daha çok.
Don Kişot gibi, Faust gibi, Robinson Crusoe da modern dünyanın birkaç etkili mitinden biri oldu. Birkaç tema birden işleniyor kitapta: Babaya (Geleneğe) isyan, serüven ruhu, kazanç hırsı, emperyalizm. Babaya isyanla atılıyor hayata Crusoe. Babası kendisine “geleneksel” orta halli, risksiz hayatı öneriyor; alt ve üst tabakadakilerin genelde yıkıma uğradıklarına işaret ediyor.

Babasına kulak vermeyen Crusoe, ilk seferinde fırtınaya yakalanıyor. Fakat “komşulara karşı mahçup olmamak”, “ana babanın karşısında yüzü kızarmamak” için eve dönmekten yan çiziyor. “Bireyliğinde” ayak diriyor, yani.

Bir akrabadan borçlanarak yeniden yola çıkıyor, bu parayla süs eşyası alıyor. Kaptanın yardımıyla bu eşyayı satıyor, dönüşte altın tozu getiriyor ve Londra’da 300 Pound kazanmış oluyor. Bu serüven sayesinde “hem bir denizci, hem bir tüccar” olup çıkıyor. Ve bu kazanç aklını, gözünü boyayıp sonraları yıkımıma yol açan, o göz kamaştırıcı düşüncelerle dolduruyor. Serveti arttıkça hırsı da artıyor. Kafası gücünün ötesinde tasarılarla dolup taşmaya başlıyor. Brezilya’da çiftlik sahibi olması yetmiyor; Afrika’da köle ticaretine sulanıyor. Malum adaya düşüyor. Adadaki serüvenini İbn Tufeyl’in Hayy bin Yakzan hikâyesiyle karşılaştırmak, iki medeniyetin insan ve tabiata bakışını karşılaştırmak bakımından çok öğreticidir.

Nihayet dergisinde bunları yazdınız. Robinson Crusoe için aynı zamanda sömürgeciliğin destanı deniyor.
Öyledir. Adada neredeyse çokuluslu bir imparatorluk kuruyor kahramanımız. Tebası arasında Protestanlaştırlmış bir siyah adam (Cuma), onun putperest kalmış babası, Katolik bir Portekizli gemici filan var. Adayı terkedeceği zaman, araziyi bunlara paylaştırıyor. Fakat tapusunu elde tutuyor!

Bu kitap 1719 yılında yayınlandı, yaklaşık 300 yıl önce. Kitapta yazılan “senaryo” üç asırdır milyonlarca İngiliz tarafından oynanıyor. Büyük romancılar geleceğin tarihini yazarlar!

Hem Dostoyevski’yi hem de Tolstoy’u çok önemsiyorsunuz. Hangisi daha büyük desek, çok mu acemice bir soru olur?
Acemilik büyük sanattır. Çocuklar bu bakımdan en özgün sanatçılardır. Ben de çocukça bir duyguyla, ikisinden de önce Gogol diyorum. O tarz bir toplumda Gogol’ün ortaya çıkması neredeyse bir mucizedir. Şu oda dolusu bembeyaz kimyasal madde düşünün; bir çay kaşığı boya maddesi hepsini kıpkırmızı yahut masmavi yapıyor. O kısacık Paltove bilhassa Burun hikâyesi de sonraki tüm Rus edebiyatına bu şekilde renk vermiştir. “Hepimiz Gogol’ün paltosundan çıktık” sözü sırf laf olsun diye söylenmemiştir. Yarım kalmış Ölü Canlar dünya edebiyatının zirvelerinden biridir.

Dosto ile Tolstoy da Gogol’e çok şey borçludurlar. Özellikle Dostoyevski. Tolstoy’la mukayese ettiğim zaman, insan ve düşünür olarak tercihimi Tolstoy’dan yana kullanıyorum. Daha evrensel bir kafa, daha sevimli bir insan. Fakat bir romancı olarak Dostoyevski’yi öne alıyorum. Çünkü Tolstoy çok fazla kendini gösteriyor, Kemal Tahir gibi çok konuşuyor. Kendilerine katlanıyoruz, çünkü çok konuşuyor ama boş konuşmuyorlar. Çok ve öz konuşuyorlar. J

Nabokov “sıkıcı vaiz” diyor Tolstoy için…
Vaiz ama sıkıcı değil. Nabokov’un aksine, bir derdi var. Kafası ulusuyla, insanlıkla meşgul. Nabokov gibi gamsız da değil, milyonlarca yahudi soydaş veya dindaşı yok edilirken, sadece bireysel bunalımlarına odaklanmıyor. ‘Toplumcu’ bir fikir adamı pozisyonu var. Tolstoy’un bizdeki o türde devamcıları Kemal Tahir ile Necip Fazıl’dır. Kemal Tahir’i, Necip Fazıl’ı okuduğunuz zaman, ikisinin de önemli birer mütefekkir olduğunu hissediyorsunuz. Fakat ortada çoğunlukla sağlam kurgular yok; bir vaaz var, sürekli konuşuyorlar. Necip Fazıl’ın bütün kahramanları birer ağır ceza reisi; Kemal Tahir’inkiler birer gardiyan. Halid Ziya öyle mi, Yakup Kadri öyle mi? Bunlarda kurgu, fikri önceliyor. Yahut fikir kurguda eriyor. Gerçekliğin tercümanı kurgudur, fikir değil. Ben fikrî bakımdan Necip Fazıl ile Kemal Tahir’i diğerlerine tercih ediyor olabilirim. Fakat çağının ruhunu, ruh ve sıkıntısını derinliğine aksettirenler diğerleridir. Romanın kendisinin, romandaki beşerî etkileşimin bize o devrin mesele ve mesajını iletmesi lazım, buyurgan romancının değil. “Batıcı” ama gerçekçi Halid Ziya ilk İslamî romanımızın yazarıdır, mesela! 

Yapmayın! Büyük Doğu’cular bu sözlerinize çok kızabilir…
Benden âlâ Büyük Doğucu olan varsa, beri gelsin. Lise yıllarım neredeyse Necip Fazıl’ı ezberlemekle geçti. Eee, hep lisede kalacak değiliz ya! Üstad, “Batıcılar” karşısında bize başımızı dik tutmayı öğretti. Bunun sevabı onun dünya ve ahiretini şenlendirmeye yeter bence. Fakat aşırı öfkesi, Namık Kemal’den Halid Ziya’ya kadar birçok önemli şahsiyeti tarihsel bağlam içinde doğru kavramamızı imkânsızlaştırdı. Sahte kahramanlar diye etiketleyip, hepsini bir kalemde silip attık. Benim neslimin dindarları, Halid Ziya’ları sadece sınavlarda çıkabilecek edebiyat sorularını bilebilmek için okudu. Öfkemiz haklı, hükmümüz hatalıydı!

Zira Halid Ziya’sız Türk romanı ve romansız modern Türk düşüncesi muhaldir. Dickens’ı gözünüzün önüne getirin bir an. Bu “fantastik” hikâyeciyi görmezseniz, 19. asır İngiltere’sinin sanayileşme tarihini de, düşünce tarihini de “gerçekçi” bir gözle okuyamazsınız. Evet, fantastik Dickens 19. asrın en büyük gerçekçisi olduğu gibi, 20. asır gerçekliğini bile birçok yönüyle öngörebilmiştir. Mesela Zor Günler’deki (Hard Times) sendikacı tipi adeta daha sonraki onyıllarda ete kemiğe bürünmüştür. Biz son yarım asırda böyle nice sendikacı gördük. O mert işçi ve kendi annesine bile tahammül edemeyen bencil patron, manzara-i umumiyenin mütemmim cüzleri. Dickens gibi, Balzac gibi romancılar, kendilerini kurgularına öylesine kaptırırlar ki, sanki daha sonraki “olaylar” onların öngördüğü gibi gelişmek “zorunda” kalır. Bireysel ve toplumsal gelişmenin ruhuna öylesine nüfuz ederler. 

İslamî romanımıza döneceğiz, merakımızı zaptedip Dickens’ın bizde devamcısı var mı diye soralım?
İngiltere’de var mı? Dickens o kadar nevi şahsına münhasır ki, onu taklit ederek dişe dokunur bir şey söylemek çok zor. Fakat bizde bildiğim üç roman var ki, ancak onlardan “Dickens tadı” alabildim diyebilirim. Gerçeğin en iyi matraklık yoluyla ifşa edilebileceğinin üç modern Türk destanıdır bunlar: Araba Sevdası, Miskinler Tekkesi, Fahim Bey ve Biz. Tabii, bir bakıma Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile Tutunamayanlar’ı da bu listeye ekleyebiliriz. Başka? Bilmiyorum gerçekten. Ben fukara bir iktisatçıyım, kaç roman okudum ki? Selim İleri’ye sorun!

İslamî roman meselemize geri dönecek olursak…
Bana göre Hançerli Hanım Hikayesi’nden İntibah’a kadar Halid Ziya öncesi yazılanlar, kendisinin ilk üç hikâyesi de dahil, ilk romanımız olan Mai ve Siyah’a hazırlıktır. İlk romanımızın bir “intihar ilacı” olarak kurgulanması ise, henüz berhayat olan İslam/Osmanlı ruhuna uygundur. Yazarın fikriyatını değil, cemiyetin hissiyatını yansıtıyor. Türk realizminin başlangıcı ve hala zirvelerinden biri. İntihar, 18/19. asır Avrupa romanının başat temalarından biridir. Bireyliğini, yani herhangi bir ilahî ve/veya içtimaî bütünün parçası olmadan da var olabileceğini kanıtlamanın trajik eylemidir intihar. O kadar yaygındır ki, modern toplumbilim bile bir intihar kitabıyla başlama ihtiyacı duymuştur. (Durkheim, Le Suicide, 1897.)

Mai ve Siyah’ın Ahmet Cemil’i mahçup bir Werther, arlı bir Faust, müstağrib bir Don Kişot’tur. Werther, kalbinin sırrını Lotte’ye açabilmişti; Ahmet Cemil, Lamia’ya açılamadı. Faust, Şeytanla imzaladığı akitten sonra her türlü ahlakî endişeden uzak davrandı; Ahmet Cemil şöhret isterken bile ikbal emellerinden utandı. Don Kişot, şövalye romanları okuyarak sınırı aşmıştı; Ahmet Cemil modern şairleri sayıklayarak ummana daldı. Hiçbir emeli gerçekleşmedi. Böylece Batılı benzerleri için tek yol olarak görünen intihara yaklaştıkça yaklaştı. Fakat içinde yaşadığı toplum (henüz) intiharı benimsemeye hazır değildi; o da bütün edebiyle hatt-ı memnu’da kaldı. Unamuno’nunSis romanına nispet edersek, yazarı, ilk roman kahramanımızı intihar ettirtemedi!

Oysa romanın yayın tarihinden iki yıl evvel, devrin en etkili üdebasından Beşir Fuad elim bir tantana ile hayatına son vermişti. Fakat, Ahmed Midhat Efendi’nin romantizmine bayrak açtığı, onun batakhanelerden kurtarmaya çalıştığı kötü yola düşmüş kızları gerçek yüzleriyle resmettiği halde, Halid Ziya bu münferit vakanın büyüsüne kapılmadı. Osmanlı bireyinin intiharına daha vakit vardı. On yıl sonra Bihter (Aşk-ı Memnu), yirmi yıl sonra ise Süleyman Nüzhet (Nesl-i Ahir) canlarına kıydıklarında, kimse garipsemeyecekti.

Ahmet Cemil vakıa bütün yönleriyle “birey”dir. Müslüman bir toplum içinde ne namaz kılıyor, ne dua ediyor; hiçbir dinî referansı yok. İçtimaî bir referansı da: “Herkesten uzak, herkese yabancı.” Fakat intihar etmiyor, edemiyor. Son anda “anne sesi” imdadına yetişiyor. Düşünebiliyor musunuz: İntihara karşı, anne sesi! Üzerinden Aydınlanma silindiri geçmiş hiçbir Avrupalı romancı tasavvur edemezdi bunu. Bundan ileri dinî hassasiyet, bundan sahici İslamî roman olur mu? Evet, ilk İslami romanımızı ilk Batıcı romancımız yazmıştır. Gerçekçiliği bunu gerektirmiştir…mustafa-ozel-3

Werther, Faust demişken, en başa dönelim izninizle. Faust’un büyük sermayedarlarımızın hikâyesini neredeyse iki asır önce anlattığını söylüyorsunuz. Biraz açalım bu konuyu.
Goethe 1749’da doğmuş. 25 yaşlarındaWerther’i yazmış ve bir anda büyük bir şöhret olmuş. Büyük bir şair ama Werther bile tek başına onu bir “kurgu yazarı” olarak bir anda Avrupa’nın gündemine taşımaya yetmiş. Herkes Werther gibi giyinmeye, hatta Werther gibi intihar etmeye başlamış. Yani muazzam bir toplumsal, kültürel etki yaratmış. Bütün bu etkilerin sebebi Goethe mi? Hayır. Toplum bütün bunlara hazır; Goethe tetiği çekmiş belki, tabanca dolu ve hazır. Silahı kullanmak elbette kabiliyet istiyor; herkes o romanı yazamaz. Daha sonra Wilhelm Meister kitaplarını yazıyor. Bir ticaret medeniyetinin sanatla hesaplaşması, bu hesaplaşmanın bir nevi destanı. Kapitalist girişimci, modern medeniyetin motorudur. Goethe bu tipin basit anlamda bir girişimci değil, aynı zamanda bir sanatçı olduğunu ifşa ediyor. Söz konusu olan şey, şu veya bu işadamının şu veya bu sanat dalına olan ilgisi değildir. Biri klasik müzik dinler, diğeri tablo toplar, vesaire. Hayır. Modern girişimciler, işlerini yaparken birer sanatçıdırlar.

Ayn Rand prototipi gibi mi?
Ondan çok ileride. Ayn Rand bir nevi propagandist. Tabii çok geç, 150 yıl sonraki bir olay. 1780’lerde Faust’u yazmaya başlıyor Goethe, 20 yılda ancak birinci cildi bitiriyor; 40 yıl da ikinci cildine harcıyor. Bir yandan böyle bir kurgu üstadı kimliği var; bir yandan da iktisatçı kimliği. Weimar Dükünün maliye ve bayındırlık bakanı. Ali Babacan, Binali Yıldırım, Mehmet Şimşek; hepsinin toplamı. Yol, su, köprü gibi projelerden ve bunların finansmanından sorumlu. Gününü bunlarla geçiriyor. Dolayısıyla iktisadî realiteyle, edebi, düşünsel, felsefi realite arasında çok rahat köprü kurabiliyor. Biz Faust’un genellikle birinci cildini okuruz. Ama iktisadi açıdan, genelde modernliğin tarihi ve kaderi bakımından daha büyük öneme sahip olan ikinci cilttir.

Faust, ruhunu Şeytana satan adam. Genelde bilinen bu.
Bu birinci cildin meselesi. İkinci ciltte, ruhunu Şeytana satan devlet ile karşı karşıyayız. İlkinde, aşağı yukarı ben yaşlarda bir adam. Felsefe, hukuk, tıp “ve hatta ilahiyat” okumuş; fakat hayatın anlam ve amacına dair hiçbir güvenilir bilgiye sahip değil. Ayrıca, ne mal mülk edinebilmiş; ne doğru doğru dürüst zevk alabilmiş. O zaman nedir bu hayatın anlamı? Böyle bir açmaz içinde. Derken şeytan giriyor, diyor ki, bunların çaresi bulunur. Madem böyle bir açmazdasın ben sana bütün bunları sağlayayım. Güveneceğin bilgi vereyim, hemen uçup gitmeyen haz vereyim. 24 yıl sana hizmet edeyim, karşılığında ruhun benim olsun. Ruhunu, bilgi ve haz karşılığında şeytana satmış oluyor; sonuç hüsran.

İkinci ciltte ferdin fikrî ve manevî iflasından sistemin iflasına geçiyoruz. İkinci cilt kapitalist sistemin mahiyetini, açmazlarını, açmazdan çıkmayı ve o çıkışın da niçin daha büyük bir açmaz olduğunu en iyi gösteren kurgudur. Goethe bu yönüyle 19. yüz yılın en büyük iktisatçısıdır. Goethe’nin iktisadi derinliğine ne Adam Smith, ne David Ricardo, ne John Stuart Mill ulaşabilmiştir.

Marx?
Marx’ı harcadık. O da buna çanak tuttu belki. Yazdıklarının yüzde 99’u kapitalizmin tahlili olduğu halde, bir sosyalizm filozofu olup çıktı. Halbuki sosyalizme dair, son derece afaki bir iki spekülasyondan başka bir şey söylemiyor. Kimse söyleyemez! Marx’ı kapitalizmi anlamak için okumalıyız, sosyalizm hakkında ileri geri konuşmak için değil. Ancak o şartla Goethe ile mukayese edebilirim!

Bir karnavalla başlıyor ikinci ciltteki olaylar, memleket ahalisi isyan halinde; askerler sokaklarda bağırıp çağırıyor. İmparator kızgın, neden yapıyorlar bunu diyor? Maaşlarını ödeyemedik haşmetmeab. Niye ödeyemedik Mehmet Şimşek? Efendim, saraydaki simyacılar hâlâ altın yapamadılar; masraflar da çoğaldı. Bu sıkıntı içindeyken, Mefisto (Şeytan) ve çırağı Faust giriyorlar. Elinde bir kâğıt; şuna bir imza atıverin haşmetmeab, bütün dertler çözülsün. Ne var kağıtta, kim niçin kabul edecek bunu? Efendim, siz bir imparatorsunuz; yerin üstünde çok sayıda derdiniz var ama buna karşılık yerin altı size ait hazinelerle dolu. Yeraltı zenginliklerinizi rehin gösterip, bu kağıt parçalarını askerlere maaş olarak dağıtacağız. Bi imza atıverseniz, gerisi kolay.

Faust II’deki bu sahne 19. yüzyılın bütün iktisat kuramlarından ağır çeker. İktisat bu asra kadar bir “siyasî” iktisat idi, yani “siyasetin belirlediği iktisat” idi. Bundan sonra cari olan “iktisadî” siyasettir diyor Goethe, belirleyici olan iktisat ve özellikle paradır. Hem de kâğıt para! İmparator hafif çakırkeyftir, olan biteni farkedecek durumda bile değildir neredeyse. Fakat durumu tam kavramasa da imzayı basar ve memleket bir anda kurtuluverir! Luther, para insan ile Şeytan arasında imzalanan bir akittir demişti. Goethe, kâğıt paranın devlet ile Şeytan arasında imzalanan bir akit olduğunu ilave ediyor. Siyasi liderler, para gücüne (mahiyetini pek de kavrayamadan) itaat eden yarı esrik oyunculardır, Goethe’ye göre…

Siyasiler tam anlamasa da, kağıt para iktisadi sorunu çözüyor ama!
Sadece geçici olarak! Goethe şunu haber veriyor: Kapitalizm (o bu kelimeyi kullanmıyor, pek tabii) öyle bir sistem ki, onu ancak sanal/simgesel araçlarla ayakta tutabiliriz. Fakat bu şekilde geliştirdiğimiz her çözüm, başlıbaşına bir problem olup çıkar. Nitekim İmparatorun imzaladığı kâğıdın hemen o gece binlerce kopyası çıkarılıp askerlere maaş olarak dağıtılır. Böylece ayaklanma önlenir. Paraları alan asker hanımları çarşılara hücum ederler; ekonomi canlanır. Nereye kadar? Yolun sonunda “enflasyon canavarı” bekliyor…

Kâğıt para, ilm-i simyanın son nefesidir. Goethe’nin kendisi de bir simyacıydı; ömrünün son yıllarına kadar laboratuvarında adi metallerden altın elde etme ümitlerini sürdürdü. Simya fizik düzlemde altın, metafizik düzlemde ise ölümsüzlük arayışıydı. Jung, Faust’un baştan sona simya süreçlerine göre kurgulandığını söylüyor. Goethe, kâğıt paranın devreye girmesiyle simyanın sona erdiğine, simyacılara artık ihtiyaç kalmadığına işaret ediyor.

“Büyük Sermaye”ye de sıra gelecek herhalde. Faust onların da hikâyesi demiştiniz…
Mefisto ile Çırağı Faust sadece kâğıt para ile yetinmiyor, İmparator’a düzmece bir imparatorla savaşında da yardımcı oluyorlar. Bu hizmetlerine karşılık, İmparator “dile benden ne dilersen ey Faust!” deyince, o da bir iki çuval para istemiyor. Aslında isteyecek gibi oluyor, fakat soytarı imdadına yetişiyor; parayı boş ver, toprak iste diyor! Goethe’nin kurgusunda soytarı, akıllı insanlara nispetle gerçeğe daha yakın duruyor.

Sonuçta aslolan reel şeylerdir, fiktif (kurgusal) şeyler değil, öyle mi?
Aynen. Romanlara (fictions) dalıp gitsek de, aslolan hayattır. Faust, soytarının ikazıyla, İmparator’dan kağıt para (fiction) değil arazi (hayat sahası) istiyor. “Benim sadık yarim kara topraktır” diyor. Hem de denizden doldurulmuş toprak. Şu denize kafam bozuluyor diyor. Azgın dalgalar boyuna güzelim kıyıları dövüp duruyor. Bunlara hadlerini bildirmek lazım. Denizi dolduracak, şu yamaca da bir köşk kurup, büyük bir zevkle dalgaların nasıl dizginlendiğini seyredeceğim. Küçücük bir sorun çıkıyor: Yamaçta yaşlı bir çiftin minnacık bir kulübesi var. TOKİ’ye haber verin, şu yaşlı amcayla teyzeye yirmi katlı bir apartman yapsın, bir katında oturup diğer katlarını da kiraya versinler, diyor.

Trajedi bu ya (Faust’un alt başlığı: Bir Trajedi), yaşlı çift kulübelerinden ayrılmak istemiyorlar. Böyle bir fikir onlara o kadar anlaşılmaz geliyor ki, dilleri tutuluyor adeta. “Bizim bütün işimiz kıyıya vuran kazazedelere yardım etmek. Onları yaşatmakla hayat buluyoruz. Başka yerde nasıl yaşarız?” Bu “akıldışı” gerekçe Faust’u küplere bindiriyor, gereğini yapın diyor adamlarına. Onlar da kulübeyi yakıyorlar, içinden çıkmayı kabul etmeyen (= kapitalizmin yeni dilini anlamayan) çağı geçmişlerle beraber! Sonradan suçu da kabullenmiyor tabii, ben yakın demedim ki, gereğini yapın dedim!

Zola Kadınların Cenneti’nde aynı hikâyeyi anlatıyor bir bakıma. Alışveriş mağazası büyüdükçe etrafındaki binaları yutmaya başlıyor; arada sıkışıp kalan şemsiyeci, kendisine teklif edilen çok yüksek bir parayı, zanaat ve şerefine hakaret sayarak reddediyor: “Ben orospu değilim!” Zola Tazı Payı’nda 1860’ların Paris’inin yeniden inşasının sosyo/ekonomik romanını yazıyor; Dreiser Kız Kardeşim Carry’de 1890’ların Chicago’sunun. İkisinin de naturalizm ve materyalizmini paylaşmıyorum. Daha doğrusu eksik buluyorum; hayat bunlardan ibaret değil. Ama ikisini de okuyun, yüz yıl sonrasının İstanbul’unu “görüyor” gibi olursunuz. Romancılar toplumun radarlarıdır; olan kadar, olacağı da haber verirler. Çünkü asıl inceleme alanları insan ruhudur.

Söyleşi: Yunus Emre Tozal, Cemil Üzen, İsa Karaaslan

Not: Arka Kapak dergisinin 4. sayısında (Ocak 2016) yayınlanan röportajın tam metnidir.

İZDİHAM