10 Mart 2015

Mustafa Akar, Noterle Evlenen Dalgın Kızlar

ile izdihamdergi

 Pablo Neruda başlıktaki mısraı neden yazdı bilinmez. Şairlerin bazen ilhama güvenerek kendi yazdıkları mısralara bile bir anlam biçememeleri normaldir.

Şiir gelen bir şeyse, anlam gitmeye, okura varmaya yazgılı olduğunca kendi anlamını yitirir. Her mısra onu okuyan kadar anlam barındırır. Bir anlamlar döngüsüdür şiir. Hepsi bir anlamı kuşatan, bir anlamdan bütün anlamlara doğru seğirten, en sonunda da anlamsızlığın payandası altında ezilen bütün şiirler, aslına bakarsanız anlamsızlıklarıyla daha güzeldir, ki şiir, bize bir şey anlatmaz, bize bir şey söyler.

Anlatan kişinin anlama muhtaç oluşu onu da doğru anlatmak konusunda güdülendirir. Oysa şiir, yanlış anlatılan şeyin doğru söylenmiş halidir bazen, ama bazen. Şiir yanlışı söyleyerek bizi yanılıştan kurtarabilir dersek kerrelerce pekişen yanılgılarımıza bir yenisini daha ekleriz böylece. Şiir bize yanılışın provasını yapmış olarak gelir. Biz o provaya kendimizi kaptırmak isteriz. Şair açıkgözdür. Hazinelerini hemen dağıtmaz. Oyalar bizi. Sapaklara atar.

Bataklıklara batırır.

Boğulana bir kez daha boğul çağrısıdır şiir, ya da değildir; hayatta kalana, yaşamından onur duymalısın demez ama bunu biliyorum.

Hayata itilen, fırlatılan, indirilen bizler, şairin elindeki ipin çekimine kapılırsak avunmanın kapısında bekleriz biraz. Şair denilen maestronun orkestrasında bir çalgıcıya dönüşürüz ya o daha güzeldir. Anlamın peşinde gidişen bu serüven bizi hayatın içinde bir başka hayatla tanıştırır. Şiirin hallerinden geçerek kendi hallerimize varmanın esrik tatlarıyla dolar her yanımız. Şair bize bir hekim gibi yanaşır, hastalıklarımıza tanılar koyar. Biz de o hekimin dediklerini uyguladıkça şu gerçeğe tanıklık ederiz, şair, hekimlerin en acemisi, en hodbini, en kendini bilmezidir.

Adı konulmamış yasa koyucu dedikleri şair efendilerin, kederleriyle bizi oyalamalarının arkasında yatan gerçeğin, böylece süreduran bir şahit olma eylemi olduğunu görürüz. Bir şey demez şair. Hiçbir şey. Yanılıyorsunuz şiir okurları. Yıllardır, yüzyıllardır kandırdı sizi şairler.

Niçin böyle örtmüşler üstümü
Çok muntazam, ki bana hüzün verir
Ağarırken uzak rüzgârlar içinde
Oyuncaklar gibi şehir 

Gözlerim örtük fakat yüzümle görüyorum
Ağlıyorsun, nur gibi
Beraber duyuyoruz yavaş ve tenha
Duvardaki resimlerle, nasibi.

Şairlerimizin kadına bakışı, yaklaşımı her zaman biraz tehlikelidir. Bizde kadının ulaşılamayan yegâne varlık gibi algılanması gayet doğaldır ve daha güzeldir.

Doğu masallarında âşık maşukuna ulaşamadığınca has âşıktır biliyorsunuz. Oysa şairler kadının aile hayatındaki yerini, çocuk büyütmedeki Allah vergisi yetilerini, evin içini bir iyi niyet elçisi gibi huzura kavuşturmalarını yazmazlar. O zaman şiir mutlu bir şiir olur; ki mutlu aşk olmadığı gibi mutlu şiir de yoktur yahut az bulunur, azı da kıymetlidir. Ama mutlu evliliğin olabileceğini büyüklerimiz öğrettiler bize. Aşkın illa da imkânsızlıklardan değil de gündelik, sıradan, her günkü işlerden bir iş gibi gelişebileceğini şimdilerde modern ve kıt akıllarımızla eleştirdiğimiz büyüklerimiz gösterdiler.

Kadınlar. Aman Allah’ım. Düşünün bir, doğuyorsunuz ve sizi kadınlar karşılıyor. İlk beyazınızı kadınlar giydiriyor size, son beyazınızı da onlar giydirirler! Dikkat. Çocukken bizi ağırlayan, hayatın şamarlarından bir müddet koruyan annelerimiz, Freud’un falan sapık teorileriyle, Batı aklının insanı beşer olarak algılayan ve anne baba sevgisini öç alınmaya layık bir şeymiş gibi gösteren kompleksleriyle tanımlanamayacak kadar kutsaldır.

Ve Büyük Türk Şiiri anneler için yazılmış en güzel, en müstesna şiirleri barındıran inceliklerle süslü metinler ırmağıdır. Kadın, bizim şiirimizde böyle güzel tanımlanırken, artık modern zihniyetin zehriyle sulandırılmış beyinlerimizle yazdığımız şiirlerde nerdeyse kadınlardan intikam alıyoruz. Bahsetmiştim. Kadınlar bize iki beyazı giydiren vefalı insanlardır. Kundak ve kefen… Nadirle zenit. 

Bir ölüyle ilk karşılaşma deneyimini yaşamak, hayatı bir iki dakikada kavramaya eşdeğer. Ölünün elinden kayıp gidişini izleyen kadınlardaki metaneti epeyce garipserdim.

Ölmek başlayınca başı örtülü teyzeler ellerinde mushafla gelir, ölmek sürecinin içindeki insana ayetlerle bir zırh giydirmeye çabalarlardı. Hastanın başucunda bekleşen diğer kadınlar mushaf okuyan kadının ritmini gözetleyip, sessizce, huzur harflerinin odaya doluşunu, insan yüzlerinden bulutlana bulutlana geçişini izleyerek, acılı hallerini o huzura yatırarak kendilerini teskin etmenin yollarını bulurlardı.

Ölmesi başlamış hastanın acısını bile paylaşmaya yetecek gözü peklikteki bu cesur, korkusuz teyzelerin yaptıkları o şey bana bir kahramanlık gibi görünürdü. Hatta giderek ölmek süreci başlamış hastadan çok, o teyzeleri izlerdim. Ölüm süreci tamamlanana kadar ağlamazlardı. Uysal birkaç gözyaşına izin verirlerdi elbet. Keder ve acı demir gibi kızdığında, o uysal gözyaşları bin nehir olur acının da kederin de üzerinden bir sel gibi geçerdi.

Biz küçükler ölmekte olan kişinin hangi süreçten geçtiğini anlamaya çabalardık. Sanki o teyzelerin her şeyi bildiğini, aslında bizi kandırdıklarını, bu ölmek denilen şeyin çok çok normal bir şey olup, sadece ölmekteki kişinin uzağa gideceğini bildikleri için üzüldüklerini düşünür, kendileri de onun yerine geçemeyerek hafif bir kıskançlık bile duyduklarını düşünecek kadar ölüme tersinden ve aslında asıl olması gereken yerden bakan afacan, fırlama, bitirim, ufak adamlardık… Ve ölünürdü. Birer ikişer değil. Tek tek bir çivinin çakılması gibi acıtıcı ölünürdü. Tek bir nida duyulurdu o ara: Öldü. Bu kelimedeki korkuyu anladığım anda diğer düşündüklerimi unutur, bir şeylerin yanlış gittiğinin farkına varırdım.

Bazı kadınlar nöbeti devralırdı. Hastanın yakınları acıyı bile bastıramayacak gözyaşlarına boğulduğunda, diğerleri, ustalıkla büyüklerinden öğrendikleri, ölünün üstünü çıkartıp, son beyazını giydirirlerdi. Ve çevresine halka olur, kimi mushaf okur, kimi ölüyle ilgili güzel şeyler anlatır; yanisi bir ölümü bütün halleriyle yaşar ve oracıkta ölüm denilen gündelik gerçeğimizi yaşatırlardı. Erkeklerse dışarıda bekleşirdi. Evet. Birkaç yüz kere evet. Erkekler, kadınlar kadar ölüm karşısında metanetini koruyamazlardı. Konuyu futboldan siyasete devirir, böylece kendilerine de bir gün uğrayacak ölümden, burada bile olsa kaçmanın gene gündelik yollarını bulurlardı.

Erkekler kaçardı ölümden, kadınlar ölümü bekletirdi. Evin kapısından mezarlığa uzanan süreçte -aslında kundakla kefen arasındaki sürecin alegorisinde- topraktan gelindiği gibi ölü toprağa giderken, ahali de bu alegoriyi izler, bu işi hemencecik bitirip, kaçmanın yollarını ararlardı. Ağlamak gene kadınlara kalırdı. Doğarken, evlenirken, doğururken, ölürken kadınlara kaldığı gibi…

Eskiden darı ya da gelincik tohumu serperlerdi mezarlara
Kuş kılığında dönecek ölüleri beslemek için.
Buraya bu kitabı bırakıyorum bir zamanlar yaşamış olan sana
Bizi bir daha aramayasın diye

Halam ölüler dönerse diye beklettiği bakır tası kaldırdı.
Yerine çelikten bir şey ekledi.
Noterlerle evlenen dalgın kızlar boşandılar,
bankacılarla evlenmeye başladılar,
böylece maaş dengesi bir kez daha korunmuş oldu.
Büyük konutların büyük mahallelere benzetilme çalışması sonuç vererek,
sıhhatli ve steril siteler yapılmış,
insanın manavla,
bakkalla;
dolayısıyla mahalleyle özdeşleşmesinin önü kesilmiş oldu.
Kadınlar ölülerimizi kaldırmaz oldu,
dirimize sahip çıkmadı kadınlar.
Kadınlar, aman Allah’ım noterlerle evlenen dalgın kızlar.
Kadınlar, dalgınlıklarını yitirdiğinde son buldu her şey.
Kundak ve kefen yırtıldı.

 

Mantık kalbe hükmetti.

Sahi, bizim bir kalbimiz vardı değil mi?

 

 

Mustafa Akar

İZDİHAM