28 Şubat 2016

Mustafa Akar, Bizi Sınıf Çatışmasına Kurban Ettiler

ile izdihamdergi

Muhasebeci olarak Karl Marx, kasap olarak Darwin.

***

Bu isimlerin günümüzde böylesi mesleklerde çalıştıklarını duysak epey yadırgardık. Muhasebeciler arasından ekonomi teorileri üreten birilerinin çıkmaması, kasaplar arasından da biyologların türememesi hiç de doğal bir şey değildir. Sadece iktisadi bir şeydir. Hayatımızdaki karmaşa bizi sürekli acı hanesi dopdolu bir şekilde yaşatacak kadar döngüsel… Uçaklar ilk yapıldığında düşme ihtimaline karşı yolcu bölümünü kurtaracak büyük bir paraşüt sistemi düşünülmüş. Masraf çok çıkınca hooop doğal olana kalmış çare; uçaklarda business class bölümünde uçanlarla ekonomi class bölümünde uçanlar da bir şekilde sınıf çatışmasından kurtulmuşlar böylece, ölümün koca eliyle tokalaşmak zorunda kaldıklarında…

***

Mülkiyetin icadıyla başlayan sınıf çatışması teorisi savaşların ana sebebi sayılıyor elbette. Bu durum bize gelindikte karmaşıklaşıyor, içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Bizde sınıflar yoktur, cemaatler mi vardır yoksa? Bizde mahalleler sınıfsal sayılara bölünerek tanımlanmıyor ya, o yüzden Amerika’daki sayısal mahalle kavramı bizde kahraman isimleriyle donatılan şehirlere tosluyor. Proletarya, sınıflı toplumları yıkmayı başaramadı diyor eski tüfekler; ama hiçbiri bir gerçeği göremiyor, kahraman isimleri verilen mahalleler kendi içlerinde bu isimleri deforme ederek takılmış, bir şekilde kabul ettirilmiş bilgiyi yıkıma uğratıyorlar. Fareli mahalle diyor okuma yazması olmayan bir dilenci bizim mahalleye. Karşı mahalleyi sorduğumda benim fırlama berbere, cevabı ani ve atik; saçı-esmer-uzun-işveli-kızlar mahallesi oluyor.

***

Lev Bronştayn Davidoviç Troçki katıldığı bir konferansta kendisini dinlemeye gelenleri süzüyormuş. Çömezlerinden biri meraklı bakışlarını yakalamış Troçki’nin. Ve sormuş ne aradığını. Şöyle demiş: Paltomu asacak bir yer ve bir komünist… Ayakkabı cilalayan parmaklar oy vermeye itildiğinde de neden komünist olamazlar? Çünkü ilk önce elit değildirler. Ne Lenin onları ilgilendirir ne de Stalin’in yavşak sırıtışı… Ayakkabı boyacıları bizi hayatın bütün renklerinden kurtaracak çevikliğe sahiptirler. Bizi imparator gibi hissettirirler bir bakıma. Siz oturağa kurulduğunuzda ayaklarınızın hizasında sizinle ilgilenen birisinin olması sizi onandırır. Belki de bundandır istatistiksel olarak ayakkabı boyacıları arasında suç işleme oranı fazladır. Modern bir köleliğin parodisidir bu. Yoksulluğun en naif hali… Bir gün herkes bir kereliğine de olsa ayakkabı boyacısıyla yer değiştirmeyi istemeden bu memleketin yüzü gülmez.

***

Çekin uşaklar çekin

Hemen aldık ırgatı

Geliyor bir sert poyraz

Vuralım iki katı
***

Irgatlar da ameleler de kendi sıfatlarına hiçbir zaman ısınamadılar. Hatta belki bu sıfatlar en ısınılamayan hatta meslek olarak bile en alta itilmiş meslekler oldular. Tıpkı güzelim çaycılık gibi… Memlekette işçinin tarafını tuttuğunu söyleyenler ise önce kendi terazilerini dengeye kavuşturmalıydılar, oysa onlar bir ırgat bile olmayı beceremeden halka birtakım zevkleri öğreteceklerini iddia ederek, halkın dinine de geleneğine de üst yapı çerçevesinde bakan sonradan görme yavşaklar sırasındaki yerlerini aldılar. Sonunda tatlı bir romantizme dönüştüler, şarkılarda, şiirlerde bir enteresan esinti oldular. Onlar sayesinde biz de bir halkın doğum sancısını falan çekmek laflarından şükür ki uzak kaldık. Halkın doğum sancısı… Zaten bu topraklarda yaşayan halka yeni bir doğum sancısı yaşatmak… Bunu hem sağcılar ve hem de solcular yapmaya kalkıştı. Her iki taraf da halkın akrabası olmaktan ziyadesiyle uzaktaydı. Kimse memleketine akraba olmaya kalkışamadı, birkaç iyi adam kalkıştı, halkın akrabası da oldu; fakat bu sefer de halk onları akrabalık kütüğüne kaydetmedi, onlarla beraber anılmak istemedi. Yalnız kaldı halk, ayakkabı boyacıları da, ırgatlar da yalnız kaldı…

***

Çöpçü Keynes, muskacı Benjamin…

***

Kuzeyde geçen çocukluğumda gözümün önünden silinmeyen birkaç görüntü var. Bu görüntülerden en acısı, bir çocukluk arkadaşımın ölümüne şahit olmak dehşeti… Denize gitmek için evden kaçmayı becerebilmek mahirliğindeydik. Benjamin demiş iyi de demiş: Hiçbir zaman telafi edilemeyecek tek şey, on beşindeyken evden kaçmamış olmaktır. Biz kaçardık ama geri de dönerdik. Denize inerdik çünkü. Bu ifadeyi seviyorum. Denize doğru küçüle küçüle inen evlerin arasından geçmek, bunu da… Denize inerdik ve hepimiz bir denizkızı görmek gibi ayıp ve saçma hayaller peşinden gitmezdik. Daha iyi dalabilmek… Denizler altında soluksuz yüzebilmek balıklar gibi, öylesine belleksiz, öylesine hür ve civan olmak yani; böylesine çabalarla bitirimliğin ilk adımını atardık. Büyükler, ‘o Allah’ın belaları’ anlamazdı bizi: Ölürsün lan! Ölürdük tabii ki, çocukluk ölmekle yaşamak arasındaki dengenin en korkusuz, en sakınmasız dönemiydi. Ne devlet ne de büyükler ölmeyi bile zulme çevirmeden rahat edemediler. Ölürüz lan! Sınıf çatışması yeni başlamıştı. Çizgi filmlerde gördüğümüz çocuk kulübü denilen örgütlenmeyi biz fındık ağaçlarının altında yapardık… Ercan sabisi. Nerden gördüyse görmüş. Birkaç eski tahtadan sörf yapmak hevesine kapılmıştı. Uygun dalgayı da bulmuş, denizlerden ölüme ölüme sürmüştü. Kıyıdaki devlet damgalı büyük kayaların arasında buldular cesedini. Tabut zay olmasın diye karton bir kutuya koydular Ercan sabisinin ölüsünü. Pasaklı sörf tahtasıyla dalgalardan ölüme doğru süren fakirlerin kahramanlığını yazmaz kimse. Ve cennete doğru yuvarladılar bir güzel. Toprağın altından her gece en korkusuz arkadaşımız olduğunu gösterdi bize. Ölmeyi göze almadı sadece, ölümü bile yoksulluktan çatlattı nerdeyse. Bir bu anlaşılsaydı… Hiçbirimiz ölmeyi göze alarak indirilmedik bu hayat sezonuna, ama yaşamayı göze alıyoruz. Bize sorulmadan bölünmüş kıtalar arasında, farklı hayallerin insanları olarak sıramızı bekliyoruz. O kadar. Aramızdaki çatışma ise, bizim üzerimizden bize karşı oynanan en kahredici oyun… Sürekli büyümek ve demokrasiyle yüz yüze gelerek koca bir ömürde pörtleye pörtleye yaşlanmak tarafgirliği.

***

Bizi sınıf çatışmasına kurban ettiler.

Mustafa Akar
İzdiham