11 Ocak 2018

Michel Foucault, Arkeoloji ve Düşüncelerin Tarihi

ile izdiham

Bir disiplini düşüncelerin tarihi olarak belirginleştirmek kolay değildir: Belirsiz bir konu, iyi çizilmemiş sınırlar, sağdan soldan ödünç alınmış yöntemler, ne doğruluğu ne de değişmezliği olan bir gidiş. Bununla birlikte öyle görünüyor ki, ona iki rol verilebilir. Bir yandan, o ikinci dereceden işlerin ve kıyıda köşede kalanların tarihini anlatır. Bilimlerin tarihini değil de, bilimselliğin biçimini asla tam anlamıyla bir sürekliliğe kavuşturamamış olan şu eksik, iyi temellendirilmemiş bilgilerin tarihini (kimyadan ziyade kimyanın tarihi, psikolojiden ziyade hayvansal ruhların ya da frenolojinin tarihi, fiziğin değil de atomculukla ilgili temaların tarihi) anlatır.

Edebiyatlarda, sanatta, bilimlerde, hukukta, ahlâkta ve insanların günlük hayatına kadar her yerde sık sık görülen bu belirsizlik felsefelerinin tarihini; katı ve bireysel bir sistemin içinde asla belirginleştirilmemiş, ama felsefe yapmayan kişilerin spontane felsefesini oluşturan bu seküler temaların tarihini anlatır. Edebiyatın değil de, bu yanal söylentinin, ve hiçbir zaman eser statüsü kazanmamış ya da bu statüyü çok çabuk kaybetmiş bulunan, günlük ve böylesine bir hızla ortadan silinen bu yazının tarihini anlatır: alt-edebiyatların, takvimlerin, dergilerin ve gazetelerin, geçici başarıların, utanç verici müelliflerin çözümlenmesi. Böyle tanımlanmış -fakat onun kesin sınırlarını tespit etmenin ne kadar zor olduğu hemen fark ediliyor- düşüncelerin tarihi bütün bu yanıltıcı düşünceye, insanlar arasında ortak olarak cereyan eden bütün bu temsiller oyununa başvurur; bütün bu büyük söylemsel yapıların küçük aralığında, o kendisine dayandıkları ufalanıp toz haline getirilebilir zemini gösterir. Bu, istikrarsız dillerin, biçimsiz eserlerin, bağlantısız temaların disiplinidir. Bilgiden ziyade kanıların, doğruluktan ziyade yanlışlıkların, düşünce biçimlerinin değil de zihniyet tiplerinin çözümlenmesidir.

Fakat öte yandan düşüncelerin tarihi kendini varolan disiplinlerin içine nüfuz etme, onları inceleme ve yeniden yorumlama işi olarak görmektedir. O zaman o ikinci dereceden bir alandan ziyade, bir çözümleme stilini, bir bakış açısı içine konuluşu oluşturur. Düşüncelerin tarihi bilimlerin, edebiyatların ve felsefelerin tarihsel alanının sorumluluğunu yüklenir: Fakat o orada empirik temele dayanmış ve daha somaki biçimlenmeler üzerinde düşünmemiş olan bilgileri betimler; söylemin kopyaladığı dolaysız tecrübeyi yeniden bulmaya çalışır; o, kabul edilmiş ya da kazanılmış temsillerden hareketle, sistemlere ve eserlere yol açacak olan doğuşu izler. Buna karşılık, düşüncelerin tarihi böylece kurulmuş olan bu büyük biçimlerin nasıl yavaş yavaş bozulduğunu -temaların nasıl çözüldüklerini, birbirlerinden soyutlanmış varlıklarını nasıl sürdürdüklerini, yürürlükten nasıl kalktıklarını ya da yeni bir biçim üzerinde nasıl birleştiklerini-gösterir.

Düşüncelerin tarihi, o halde, başlangıçların ve bitimlerin disiplini, belirsiz sürekliliklerin ve geri dönüşlerin betimlenmesi, tarihin çizgisel biçiminin içindeki gelişmelerin yeniden kuruluşudur. Fakat düşüncelerin tarihi aynı zamanda her alandaki bütün karşılıklı ilişkiler ve aracılar oyununu betimleyebilir; o bilimsel bilginin nasıl yayıldığını, felsefî kavramlara nasıl yer verdiğini, ve muhtemelen edebî eserlerde nasıl biçim kazandığını gösterir; problemlerin, kavramların, temaların dile getirildikleri felsefî alandan bilimsel ya da siyasal söyleme doğru nasıl yer değiştirebildiklerini gösterir; eserleri kurumlarla, alışkanlıklarla ya da sosyal davranışlarla, tekniklerle, ihtiyaçlarla ve sessiz pratiklerle ilişkiye sokar; söylemin en çok özümsenmiş biçimlerini, somut görünüm içinde, onların doğuşunu görmüş olan büyüme ve gelişme ortamında, yeniden canlandırmaya çalışır. Bu durumda düşüncelerin tarihi birbirinin içine girmelerin disiplini, eserleri çevreleyen, onları belirginleştiren, yeniden birbirlerine bağlayan ve kendileri olmayan her şeyin içine onları yerlestiren aynı merkezli dairelerin betimlenmesi olmaktadır. Düşüncelerin tarihinin bu iki rolünün nasıl birbirine eklemlendiği iyice görülmektedir. En genel biçimi altında, onun sürekli olarak -ve gerçekleştiği bütün yönlerde- felsefî olmayandan felsefî olana, bilimsel olmayandan bilime, edebiyat-dışı olandan eserin kendisine geçişi betimlediği söylenebilir.

O kendini pek belli etmeyen doğuşların, uzak uygunlukların, apaçık değişmelerin altında direnen sürekliliklerin, bir sürü kör karmaşıklıklardan yararlanan ağır oluşumların, yavaş yavaş kurulan ve eserin en sonunda birden bire özetlenen bu global biçimlerin çözümlenmesidir. Doğuş, süreklilik, toplama; bunlar düşünceler tarihinin büyük temalarıdır, ve bunlarla o tarihsel çözümlemenin, şimdi geleneksel olan, belirli bir biçimine bağlanır. Bununla birlikte, tarihten, onun yöntemlerinden, gerekliliklerinden ve olanaklarından gelen her kişinin, artık biraz solmuş olan bu fikrin düşüncelerin tarihi gibi bir disiplinin terk edilmesini kavrayamaması, veya daha ziyade söylemlerin çözümlenmesinin büsbütün başka bir biçiminin bizzat tarihin bir ihaneti olduğunu düşünememesi normaldir. Oysa arkeolojik betimleme açıkça düşünceler tarihinin terk edilmesi, onun postülatlarının ve karar verme yollarının sistemli bir biçimde reddedilmesi, insanların söyledikleri şeylerin büsbütün başka bir tarihinin yapılmaya girişilmesidir. Bazılarının bu girişimde çocukluklarının tarihini hiç bilmemeleri, onların buna ağlamaları, ve artık tarih için oluşturulmamış olan bir çağda, bir zamanların bu büyük gölgesini yardıma çağırmaları, hiç kuşku yok ki, onların bağlılıklarının en son noktasını gösterir. Fakat bu muhafazakâr çaba söylediğimde beni haklı çıkarıyor ve yapmak istediğim şeye kesinlikle inanıyorum.

Arkeolojik çözümleme ile düşüncelerin tarihi arasındaki paylaşım noktaları çok sayıdadır. Bana temelli görünen dört ayrımı biraz soma ortaya koymaya çalışacağım: yeniliğin tahsisi konusunda; çelişkilerin çözümlenmesi konusunda; karşılaştırmalı betimlemeler konusunda; nihayet dönüşümlerin tespiti konusunda. Arkeolojik çözümlemenin özelliklerini bu farklı noktalar üzerinde yakalayabileceğimizi, ve muhtemelen onun betimleme gücünü ölçebileceğimizi umuyorum. Şimdilik bazı ilkelere işaret etmekle yetinelim.

1. Arkeoloji söylemlerin içinde gizlenen ya da apaçık görünen düşünceleri, temsilleri, imajları, temaları, saplantıları değil de bu söylemlerin kendilerini, kurallara uyan pratikler olarak bu söylemleri tanımlamaya çalışır. O söylemi belge olarak, bir başka şeyin işareti olarak, şeffaf olmak zorunda bulunmakla birlikte, nihayet, saklı tutulduğu yere, özsel olanın derinliğine ulaşmak için can sıkıcı donukluğun içine sık sık nüfuz etmesi gereken eleman olarak incelemez; o, yapıt sıfatıyla, kendi oylumu içindeki söylemi ilgilendirir. Bu yorumsal bir disiplin değildir: o çok daha iyi gizlenmiş bir başka söylemi araştırmaz. O «istiareli» olmayı kabul etmez.

2. Arkeoloji söylemleri kendilerinden önce gelen, onları çevreleyen ya da onları izleyen şeylere, tatlı meyilli bir biçimde, bağlayan sürekli ve hissedilmez intikali yeniden bulmaya çalışmaz. O, henüz var olmadıkları andan itibaren, varoldukları şey olmuş oldukları anı gözetlemez; biçimlerinin sağlamlığı bozulduğunda, yavaş yavaş aynılıklarını kaybedecekleri anı da gözetlemez. Onun problemi, tam tersine, söylemleri özellikleri içinde tanımlamak; kullandıkları kurallar oyununun başka hiçbir şeye indirgenemez olduğunu göstermek; dışa olan çıkıntıları boyunca ve daha iyi belirginleştirmek için onları izlemektir. O, yavaş bir ilerlemeyle, düşüncenin karışık alanından sistemin benzersizliğine ya da bilimin kesin değişmezliğine gitmez; o asla bir «doksoloji» değildir; ama söylem biçimleri hakkında ayrımsal bir çözümlemedir.

3. Arkeoloji eserin egemen biçiminde düzenlenmez; o eserin egemen biçiminin genel görüş alanından kurtulduğu anı yakalamaya çalışmaz. Arkeoloji bireyselin ve toplumsalın birbirinin içinde ters yüz edildikleri bilmecesel yeri keşfetmek istemez. O ne psikoloji, ne sosyoloji, ne daha genel olarak yaradılışın antropolojisidir. Eser arkeoloji için, global bağlamının ya da kendisine desteklik eden sebepler ağının içine onu yeniden yerleştirmek söz konusu olsa bile, uygun bir parça değildir. Arkeoloji bireysel eserlerin içine nüfuz eden, bazen bütünüyle onları yöneten ve hiçbir şeylerini eksiltmeksizin onlara egemen olan; bazen da ancak onun bir parçasını yöneten, söylemsel uygulamaların tiplerini ve kurallarını tanımlar. Bir eserin varlık nedeni ve onun birliğinin ilkesi olarak, yaratıcı öznenin dâvası ona yabancıdır.

4. Nihayet arkeoloji, içinde söylemi haykıracakları anın kendisinde, insanlar tarafından düşünülebilen, istenebilen, hedeflenebilen, denenebilen, arzulanabilen şeyi yeniden kurmaya çalışmaz; o müellifin ve eserin kimliklerini değiş tokuş ettikleri, düşüncenin hâlâ kendiliğin çok yakınında, aynılığın henüz bozulmamış biçiminin içinde kaldığı, ve dilin söylemin uzaysal ve ardışık dağılımının içinde henüz yayılmadığı bu geçici özü elde etmeye niyetlenmez. Bir başka ifadeyle, o kendi aynılığının içine onu eklemek suretiyle söylenmiş olan şeyi tekrar etmeye çalışmaz. Arkeoloji uzak, geçici, kaynağından hemen hemen kopmuş ışığı, saflığı içinde, geri getirecek olan bir okuyuşun anlamı belirsiz alçak gönüllüğü içinde kaybolmak istemez. Üstelik o bir yeniden yazılımdan başka hiçbir şey değildir: yani dışarıdalığın sürekli biçiminin içinde, daha önce yazılmış olan şeyin belirli bir dönüşümü. Bu, kaynağın aynı gizine geri dönüş değildir; bir nesne-söylem hakkındaki sistematik betimlemedir.

Michel Foucault, Fransızca Aslından Çeviren: Veli Urhan

İZDİHAM