23 Aralık 2017

Kasım Ocak, Gökdelenler Kalbe Sığar mı?

ile izdihamdergi

Bu şehri nasıl yapmışlar böyle üstüste, ne gökyüzü koymuşlar, ne günaydın, ne buldularsa getirmişler…”

Turgut Uyar

Necip Fazıl, İstanbul’un ‘soylu tarihi’nin iki bahtiyarlık ve bir bedbahtlık olmak üzere üç büyük devre ayrılabileceğini, yeni bir devrenin eşiğinde çile çektiğimizi belirtir bundan yetmiş önce.

Çile şairi, Bizans ve Osmanlı’nın Tanzimat devrine kadarki dönemini bahtiyarlık, Tanzimat ve Meşrutiyet’i ise bedbahtlık dönemi olarak niteler. Eşiğinde çile çektiğimiz devir ise Cumhuriyet devridir. Bu tespitin yapılışından bu yana geçen yetmiş yıldan dolayı, artık eşiği geçtiğimizi söyleyebiliriz ve fakat çilenin bittiğini söylemek mümkün değil, bilakis katlanarak arttı.

Necip Fazıl bu dönemleştirmesinde Topkapı Sarayı’na bitişik yapılan Mecidiye Köşkü’nü bedbahtlık döneminin başlangıcı olarak görür ve ağır bir şekilde tenkid eder. Bu köşkün yapılışını “Süleymaniye’nin kubbesinden herhangi bir çeşmesinin lülesine kadar avaz avaz şehadet ettiği kemal devresinin arkasından, birdenbire, bin senelik an’aneden gelen hanımefendinin, nefsinde halayığına hizmetçilik etmek liyakatini bile kaybetmesi şeklinde yaman bir soysuzlaşma başlar” diyerek acımasızca mahkûm eder.

Başka hiçbir özelliği olmasa dahi ‘Canım İstanbul’ şiirinin hatırına Necip Fazıl’ın İstanbul ile ilgili söylediği her şeyi dikkate almamız gerekir. Necip Fazıl’ın Mecidiye Köşkü özelinde yapmış olduğu eleştiri, mimaride devam edegelen yabancılaşma konusunda bir feryattır, beğenmemişliğin ifadesidir. Bu yönüyle, yabancılaşmadan duyulan rahatsızlığın ifadesi olan ‘eleştiri çizgisi’ni ne başlatandır, ne de çizgiyi nihayete erdirip sonlandırandır.

Şurası bir gerçek ki Necip Fazıl ve eleştiri çizgisinin bu denli feveran etmesinin temel sebebi, asırlarca yoğrulmuş, bize has bir mimari üslubun terk edilmesi değildi sadece. Bu terk edişin ardında gözüken belirsizlik ve bilinçsizlik edilen feveranın şiddetini artırdı. Bugün hala bu feveranların kulağımızı çınlatması bundandır. Bugün geldiğimiz nokta itibariyle, şehirlerde yaşam süren vatandaşlardan usta mimarlarımıza kadar herkes, aradan geçen zamana rağmen mimari bir üslup oturtamadığımızı itiraf edecektir. Yapılan acı itiraf ise edilen feveranların, kopan çığlıkların hiç de boşa olmadığını gösterir bize.

Necip Fazıl’ın bu ağır tenkidini akılda tutarak iz sürmeye devam edelim. Günümüzden Mecidiye Köşkü’ne bakarsak, toplumdaki yeri ile ilgili ne söyleyebiliriz? Aynı köşke biz bugün baktığımızda bir rahatsızlık mı duyuyoruz yoksa artık o köşkü de gönlümüzde Topkapı Sarayı’na dahil mi ediyoruz?

Topkapı Sarayı’nı gezenler bilecektir, Mecidiye Köşkü’nün balkonu ziyaretçilerine Kadıköy, Salacak, Üsküdar, Boğaz, Galata çizgisinde eşsiz bir manzara sunar. Bugün kimsenin Mecidiye Köşkü hakkında Necip Fazıl’a benzer hissiyatlar taşıdığını düşünmüyorum. Mimarideki farklılığı usta gözler tespit edebilir ve fakat kalplerdeki yeri bakımından Mecidiye Köşkü de artık Topkapı Sarayı’na dâhildir. Dolayısıyla şu tezi öne sürerek devam edebiliriz: Zamanın geçmesi ile mimarideki üslubun yabancılığı baki kalmakla birlikte, mimari yapılar halk tarafından benimsenerek ‘biz’leştirilir. Burada zamanın yabancı bir şeyi/yapıyı bize ait kılması özelliğinden bahsediyorum. Yabancı dillerden, Türkçeye geçen ve zamanla bize ait olan kelimeler de bu minvaldedir. Her dilde yaşanan bu alışveriş ve sonrasında gerçekleşen içselleştirme itiraza mahal bırakmayacak kadar tabiidir.

Tezimize birçok örnek verilebilir. Barok üslubun ilk kullanıldığı Nuruosmaniye Cami’nin bize ait olmadığını ileri sürebilir miyiz? Yahut Haydarpaşa Garı’nın İstanbul tasavvurumuzda yeri olmadığını kim söyleyebilir? Hepimiz bir boğaz turunda Beylerbeyi veya Dolmabahçe’yi hayranlıkla fotoğraflamadık mı?

Necip Fazıl’ın ‘sütbeyaz güvercinlerin ikliminde dumanlı ve puslu havalara mahsus, yenmez ve yutulmaz bir bulamaç’ olarak nitelediği Haydarpaşa Garı’na bir zarar gelmesin diye, turizme kurban edilmesin diye endişe etmiyor muyuz? Çatısının yandığında hepimiz ‘Aman ha, bu bari bize kalsın’ diye düşünmedik mi? Kabul edelim, Haydarpaşa artık Boğaz’ı süsleyen ve kalbimizde yer etmiş bir güzelliktir.

Yapıldığı zaman beğenilmeyen ve acımasızca eleştirilen yapılar, zamanın geçmesi ile yılların şaraba kazandırdığı gibi bir güzellik kazanıp bize ait olabiliyor, kalbimizde yer ediniyor. Yıllar ‘yabancı’yı da kalbimize sığdırabiliyor.

Peki, öne sürdüğümüz ve örneklerle desteklediğimiz bu tezi, ‘Bugün yerden yere vurulan, bağrımıza saplanan bir hançer gibi gördüğümüz garabetler, gökdelenler de ileride kalbimize sığar mı? Onları da zamanla benimser, kendimize ait gibi hissedebilir miyiz?’ gibi sorularla sınarsak nasıl bir sonuç ile karşı karşıya kalırız? Dolmabahçe, Beylerbeyi, Haydarpaşa gibi onlarcasını sığdırdığımız kalbimizde gökdelenleri de koyacak bir yer bulur muyuz?

Bu sorulara olumlu bir cevap veremeyiz. Sebebine gelince, verdiğim örneklerde ‘biz’ ve ‘yabancı’ arasında bir çatışma ve ‘biz’e ait olmayan yabancıyı beğenmeme, eleştirme durumu vardır. Biz ve yabancıdan bahsederken her halükarda insana ait bir şeylerden bahsediyoruz demektir. Yani her ne kadar beğenmesek ve eleştirsek de yabancı olarak gördüklerimiz de ‘biz’im dışımızdaki insanların elinden çıkan ve insani şeylerdir. Ancak insanın elinden çıkan her ürün/yapı insana ait değildir. Bizim dışımızdaki insanların yaptığı, insanî olan ancak bize ait olmayan yapıları zamanın geçmesi ile sevip kalbimize koyabilirsek de bizim elimizden çıksa dahi insana ait olmayan, insanî olmayan yapıları ne kadar zaman geçerse geçsin sevmedik, sevemeyiz.

Her devrin zevk anlayışı değişebilir. Bugün beğenilen bir şey zamanın geçmesi ile beğenilmeyebilir, tersi de mümkündür. Fakat gökdelenler bize ait olmayıp, kendi mimarimize uygun olmadıkları için değil, ne ‘biz’e ne de bizim dışımızdakilere ait olmadıkları için, insan elinden çıksa da insana ait olmadıkları için, insani bir yerleşim modelinde yerleri olmadığı için aradan ne kadar zaman geçerse geçsin onları sevemeyiz. Yabancıyı bizden yapar severiz ama insani olmayan bir şeyi bizden yapamayız, sevemeyiz.

Biliyorum gönlü geniş olmak övülen, güzel bir özelliktir. Hepimiz, haydi Erdem Beyazıt gibi söyleyelim, yüreğimizin Akdeniz gibi geniş olmasını isteriz, belki de daha fazlasını. Ama gönlümüzün genişliği ne kadar fazla olursa olsun onda gökdelenlere yer yok ve olmayacak.

İsimleri ile müsemma, onlar gökyüzümüzü delmeye niyet etmişler. Bize çok yukarıdan bakıyorlar. Zamanla yabancıyı bile sevebiliriz ama gökyüzümüze delme niyetinde olan kibirlileri asla sevemeyiz.

Not: Rezidanslar da bu hükme dâhildir.

Kasım Ocak
İZDİHAM