3 Ocak 2017

John Berger: Türkiye’nin farkı, tükenmeyen trajedi

ile izdiham

Bu söyleşi, Berger’ın “Kral” adlı kitabının Türkiye’de yayımlanmasının ardından Serhan Yedig tarafından yapılmış ve daha önce yayımlanmamıştır.

 

John Berger, sokakta yaşayanlar ve artan yoksulluğa dikkat çekmek için yazdığı son romanının kapağına Fransa ve İspanya’da isim koymadı. Köpeğin ya da köpekleşen insanın gözünden çöplükteki yaşamı anlattığı “Kral” hakkında konuşmak için Berger’i 20 yıldır yaşadığı Fransa’daki dağ köyünden aradık. Bir pazar günü ekin biçmeye gitmeden önce, Zapatista lideri Marcos’la diyaloğu, köylüler, yazma alışkanlıkları, tanrı ve ziyaretine gelen hayaletlerle ilgili yazmakta olduğu öyküleri konuştuk.

Kitap piyasasının İngiltere ya da Fransa kadar zengin olmadığı Türkiye gibi bir ülkede 10 yılda 16 kitabınızın yayımlanması sizi şaşırttı mıı?

Önce biraz şaşırdım. Sonra çok sevindirici buldum. Şimdi tüm kitaplarımın Türkçe’de yayımlanmasından çok gurur duyuyorum. Kafamın neden karışmadığına gelince: Yıllardır dünyanın büyük güç merkezlerinin dışındaki gelişmeleri anlatan eserler yazıyorum. Her geçen gün bu merkezlerde yaşayan biraz daha fazla insan dünyada neler olduğunu öğreniyor, anlıyor. Artık gerçekler saklanamaz halde, güç merkezlerinin kıyısındakilerin yanısıra dünyanın en uzak köşelerinden de algılanabiliyor. Benimle aynı yaklaşımı paylaştığını düşündüğüm iki yazar daha var. Çok çağdaş anlatım tekniği geliştirebilen bu yazarlar Latife Tekin ve Emine Sevgi Özdamar. Üsluplarımızın farklı olmasına karşın onları çok takdir ediyorum. Üçümüz de marjinal öykülerin ne kadar önemli olduğunu gösteriyoruz.

Kral’ın sonundaki teşekkür listesinde ilk ismiyle andığınız kişi Latife Tekin mi?

Evet. Kitaplarından etkilendim, benden çok genç olmasına karşın, onlardan bir şeyler öğrendim. Yaşayan bir yazarı takdir ederseniz, bu ona esin verir.

Türkiye’ye birkaç kez geldiniz, okuyucularınızla buluştunuz. Türk okuyucularla aranızda Portekizli ya da İsveçli okuyucularınızla olandan farklı bir iletişim olduğunu düşünüyor musunuz?  

Evet, diğerlerinden farklı. Tabii “nasıl” diye soracaksınız. Düşünmem gerekiyor. (Uzun bir sessizlik) Türkiye’de çok farklı, özel bir şekilde okunduğumu hissediyorum. Bir seferinde İstanbul’da küçük bir otelde kalıyordum. Gece saat birde geri döndüğümde resepsiyondaki genç, siz yazar John Berger misiniz, diye sordu. Herhalde öğrenciydi. Kitabımı çıkardı ve imzalamamı rica etti. Dünyanın hiçbir yerinde, bir otelde, geceyarısı böyle hoş karşılanmamıştım. Bunun nedeni düşünüyorum… Belki… (sessizlik) Kitaplarımın yazdığım duyguya çok yakın okunduğunu hissettiğim bir başka ülke İspanya. İki ülkenin Avrupa haritasındaki benzerliklerinin yanısıra bir başka benzerliği kültürlerindeki trajedinin kaybolmamış olması. Sadece edebiyat değil, öncelikle hayatta varlığını sürdürmesi. Trajikle kötümserliği, abartılı duyarlılığı, yanlış yargıları kastetmiyorum. Kuzey Atlantik kültüründe trajedi artık kategorik olarak yok.

İlginç gelen, unutamadığınız tepkiler aldınız mı?

Türkiye’ye geldiğimde birçok insanla tanışıyor, sohbet ediyorum. Fikir alışverişinde bulunuyoruz. Özellikle birini hatırlamak zor. Yine yıllar önce İstanbul’da bir arkadaşımın çok yoksul bir gecekondu bölgesinde yaşayan dostunu ziyarete gittik. Barakada yaşayan kişi Almanya’ya göçmen işçi olarak gitmeye hazırlanıyordu. İçeri girdik, yere oturduk. Birkaç kap kacak, bir yatak vardı içeride. Kitap raflarında göçmen işçilerle ilgili kitabımı gördüm. Benim için çok sıradışı bir olaydı. Çok etkilendim. Kitap roman değildi, bir grup insanla ilgiliydi ve o gruptan biri tarafından okunuyordu…

14’ümde Nâzım’ı okudum, çok etkilendim  

Artık kitaplarınızda hiç beklenmedik yerde Anadolu kültürüyle ilgili birşeyler çıkıyor karşımıza. Kral’daki köpeğin ve dostlarının yaşadığı çöplükte bir barakanın duvarını süsleyen Konya işi halı gibi. Salt Anadolu kültürü ya da bu coğrafyanın insanları üzerine bir kitap yazmayı düşünüyor musunuz?

Önümüzdeki yıl Nâzım Hikmet’in 100. doğum yılı için Fransızca ve Türkçe yayımlanacak bir kitap için yazı istendi. Eserlerini Türkçe okuyamadığım için edebiyat eleştirmeni gözüyle yazı yazamayacağımı söyledim. Bunun yerine şiirlerini keşfettiğimdeki günleri, onun o günlerde nasıl göründüğünü anlatan bir yazı yazdım. Aslında Hikmet’in şiirlerini çok erken yıllarda, 1940’larda, II. Dünya Savaşı’nın başında keşfetmiştim. Şair Lantern Swingler ve bir arkadaşı çevirmişti. Marjinal komünist bir yayınevi yayımlamıştı. Okuduğumda çok etkilenmiştim.

Biraz yazma sürecinden bahsedebilir miyiz; izole ortamlarda, kapalı kapılar ardında mı çalışırsınız; yoksa havaalanında uçak beklerken bile yazabilir misiniz; kağıt kalem mi kullanırsınız, üzerinde düzeltme yapmak yerine oturup her sayfayı yeniden mi yazarsınız, uzun yürüyüşlere çıkar mısınız kafanızı toplamak için?

Dolma kalemle yazarım. Benim için kalem çok önemli. Desenlerimi de aynı kalemle çiziyorum. Ucu genişçe. Siyah mürekkep kullanırım. Eşim Beverly bilgisayara geçirir yazdıklarımı. Çıkışları okur, yüzlerce düzeltme yaparım. Bunları Beverly bilgisayara geçirir. Mutlaka izole bir ortam gerekmez çalışmam için. Havaalanında değil ama, trende yazmayı çok severim mesela. Eğer gürültülü bir ortamda yazıyorsanız sorun yoktur, bir süre sonra alışır ve konsantre olursunuz. Evde yazarken en kötü şey, müthiş konsantre olduğunuz, düşünsel olarak çok uzaklara, derinlere gittiğiniz bir anda  telefonun çalmasıdır… Bir de hata yapıp cevap vermişseniz, karşınızdaki birşeyler soruyorsa ansızın günlük gerçekliğe dönüp cevap üretmeniz öyle felaket bir şeydir ki… Tüm sinir sisteminiz altüst oluverir. Aniden yüzeye çıkan dalgıç gibi vurgun yersiniz. Uzun yürüyüş yapma iyi fikir. Yürüyüşün ritmi anlatıya, anlık düşünceye çok uygun. Bazen uzun yürüyüşlere çıkarım ama sistematik yürüyüş alışkanlığım yok.

Yaratıcılığınızı bileyen günlük uğraşılarınız var mı? Bahçeyle uğraşmak, röportajdan sonra gideceğinizi söylediğiniz ot biçmek gibi.

Hayır yok. Yüzlerce çiçeğin, sebzelerin bulunduğu harika bir bahçesi var evimizin. Bahçeyle eşim ve kızı ilgileniyor. Bazen ben de onlara yardım ediyorum.

Bir dağ köyünde yaşarken dünyada olan bitenleri nasıl izliyorsunuz: internet, gazeteler?

Le Monde ve Guardian okuyorum. Bence Avrupa’nın en iyi analiz gazetesi Le Monde Diplomatique’i takip ediyorum. Arada bir buraya yazı da veriyorum. Bazen takip ettiğim konularda daha fazla bilgi edinmek için diğer gazeteleri de alıyorum. Mesela Yaşar Kemal’in başı derde girdiğinde ne olduğunu öğrenmek için gazete sayısını artırmış, haberleri dikkatle takip etmiştim. Interneti çok ender kullanıyorum.

Köylüler üniversitem oldu

55 yıl kentte yaşadıktan sonra Fransa’da bir köye yerleşmeniz ilgi alanlarınızı genişletti mi; mesela takım yıldızlar, bulutlar, çevrenizdeki bitkiler ya da kaldıysa yaban hayvanlarına kafanız tutku düzeyinde takıldı mı?

Daha önce de bir süre kırsal kesimde yaşamıştım. Doğayla ilgiliydim. Buraya geldiğimde dağ köylüleriyle doğanın büyülü ilişkisine çok yakından tanık oldum. Birlikte yaşarken, bazen çalışırken çok şey öğrendim. Gençken üniversiteye gitmek istememiştim. Köylüler üniversitem oldu. Sözleriyle, örneklerle bana sadece ağaçları, bitkileri öğretmediler. Doğadaki gizemli dönüşümü kavrayacak bakış açısını kazandırdılar. Yıldızlarla ilgileniyorum tabii. Haritalarım yok. Fakat bulutlardan havayı okumayı, ertesi günün tahmini yapmayı öğrendim. Mesela şu anda hasat zamanı, biçilmiş kuru ekini tarlalardan kaldırıyoruz. Camdan bakıyorum… Gördüğüm kadarıyla bu akşam hava yağmayacak, fırtına da olmayacak. Tabii hata yapmak çok tehlikeli. Yağmur samanın kalitesini çok düşürüyor.

“Biz” dediğinize göre çevredeki köylülerle geniş bir aile olmuşsunuz.

Evet, doğru. ( Gülüyor) Biraz uzun ve karmaşık hikaye. Oğlumun yalnız yaşayan bir arkadaşı var. Tarladan tam yirmi kule saman çıktı. Bunu tek başına taşıması imkansız. Yardım ediyoruz.

Sol literatürden geliyorsunuz ve köylülerden çok şey öğrendiğinizi söylüyorsunuz. İngiltere’de etkin olan Troçkist yaklaşım köylülere sınıf olarak güvenilemeyeceğini söyler. Köylülerle ilk iletişim kurduğunuz günlerde geçmişinizdeki öngörüleri, önyargıları aşmakta zorlandınız mı?

Bilgeliklerinin yanısıra bazen ne kadar kurnaz, esrarengiz olduklarını da söylemekte yarar var. Sadece köylüleri değil, hiçbir insan grubunu idealize etmemek lazım. Troçki gibi Marks da eleştirel bakar köylülere. Patates çuvalına benzetir. Kentle köyler arasındaki sevgisizlik, saygısızlık yüzyıllar öncesine uzanıyor. Kiliseye bakın: Yoksulların peygamberi İsa’yla Vatikan’ın İsa imgesi de birbirinden farklıdır. Tıpkı Türkiye’de Yunus Emre’nin Kuran’a bakışının, sultanların bakışından farklı olması gibi. Harika bir ozan Yunus. Köyde yaşamaya başlarken hafızanız çeşitli fikirlerle dolu olabilir. Öncelikle öğrenmeye hazır hale geliyorsunuz. Bu açık olmak, dinlemek demek. Bazen hızlı yargılar vermeniz gerekir. Sanki, yaşlandıkça anlık yargılarınız karmaşıklaşıyor. Kendilerini çözmek zor bu yargıların, değil ki teorik çıkarsamalar yapmak… İnsanların size sunduklarına, çevrenizde olanlara kendinizi açtıkça sezgisel iletişim kanalları canlı kalıyor. Entelektüel sıfatlar, tezler çoğu kez içinde bir tür iğneleme eğilimi taşır. Dostane olmayan, iten bir eğilim. Eğer Marksizmden bahsediyorsak, bence bu teorinin hala dünyada olan bitenler hakkında söyleyeceği çok şey var. Fakat kapitalizmle bir de ortak noktası mevcut: Köylülerin dünyasını tamamen yanlış algılamış olması. Bu nedenle Stalin döneminde köylülüğün şiddet kullanılarak dönüştürülmesi, kolhozlara zorlanması gibi büyük insanlık suçları işlendi. Tüm bunlar gerçeği gören bazı bolşeviklerin uyarılarına karşın yapıldı.

Şarkı söyleyebilmek için neler vermezdim?

Son roman hariç kahramanlarınız pek müzikle ilgili değil, siz de müzikle ilgili yazmıyorsunuz; neden? Bir enstrüman çalmayı denediniz mi; ne dinlersiniz?

Herhangi bir enstrüman çalmıyorum. Şarkı söylemek çok isterdim. Hatta bazı yeteneklerimi verebilirdim karşılığında. Fakat sesim çok kötü. Şarkıyla insanlara çok hızlı ulaşmak mümkün. Müzik benim için çok önemli. Müzikle ilgili yazmıyorum. Çünkü hiç kolay bir iş değil. Ayrıca bu alanda derinlemesine çalışmam olmadı. Müzik beğenim epeyce eklektik. Bach’tan Şostakoviç’e oradan Nick Cave’in Bad Seads’ine dek uzanıyor dinlediklerim. Türk Müziği de ilgimi çekiyor.

Kral’ı okurken gözümün önüne Vittorio De Sica’nın Milano Mucizesi geldi. İzlediniz mi o filmi? Kral’ı senaryolaştırmayı düşünür müsünüz?

Milano Mucizesi’ni en az birkaç kez izledim. Çok beğendiğim bir film. Fakat söylediğiniz çok tuhaf: Çok duyarlı bir bakış. Bir önceki kitabım Düğüne’de küçük bir ithaf var De Sica’ya. Hatırlarsanız Mino, Milano’da AIDS olduğunu öğrenir. Katedralin hemen yanındaki pasajdadır. Bu bölümü yazarken De Sica’nın filmini düşünüyordum hep. King’e dönersek, üç yıl önce Costa adlı genç Portekizli bir yönetmen tarafından Kemikler adlı bir film çekildi. Lizbon gecekondularını anlatıyor. King’i yazarken bu filmi gördüm. Benim için King ve film arasında derin bir ilişki olduğunu söyleyebilirim.

DeSica müthiş bir kara mizahla anlatıyor konuyu. Siz mizahtan uzak durmuşsunuz. Neden; espri gerçeğin acısını hafifleştiriyor mu?

Hayır. Kişisel duygularla ilgili bir konu bu. Böyle bir konudan kara mizahla bahsetmek bugün de mümkün. Fakat bana böyle bir esin vermiyor.

Sinemayla aranız nasıl, yeni senaryolar yazmayı düşünüyor musunuz?

Salgado’nun fotoğraflarıyla ilgili Umudun Gözcüsü adlı belgeselin metnini yazdım. 12 yıl önce Bana Bir Şeyler Çal’ı yazmıştım. Aynı yönetmenle globalleşmeyle ilgili bir film yaptık. Çok güzel oldu. Görmenizi tavsiye ederim. Yeni bir proje yok. Çünkü aslında senaryo yazmayı sevmiyorum. Sebebi işin içine hep çok fazla girmesi, çok fazla insanı omuzlarınızda taşımanız. Para sonunda herşeyin içine yapıveriyor. Kuşkusuz bunun istisnaları da var.

Para, sinemanın içine yapıyor!

Senaryosunu yazdığınız filmler sizi bu işe girdiğinize pişman etmiş anlaşılan.

Bana Bir Şeyler Çal’ın her aşamasına katıldım. Filmde oynadım. Montajı birlikte yaptık. Yani ortak çalışmamızdı. 20 bin pound gibi çok küçük bir bütçeyle çekildi ve bence güzel oldu. İngiliz Hasta’ya ne olduğunu gördüm… Aslında hayatımın ilk yarısında hep film yapmak istedim. Belki film çekecek param olmadığı için öyküler, romanlar yazdım. Şimdi yazı hayatımın ikinci bölümünde beni tiyatro ilgilendiriyor. Uzun zamandır Londra’da Theatre de Complesite adlı harika bir toplulukla çalışıyorum. Onlara şimdi yeni bir oyun yazıyorum. Toplulukta dünyanın dört bir yanından oyuncular var. İçlerinde Türk yok şimdilik. Molliere, Shakeaspeare döneminin tiyatrosu gibi pragmatik yöntemle çalışıyoruz. Provalarda bir sahnede iki kişi yan yana gelince boşluk oluyorsa beni arıyorlar. Onlara on satırlık soru ya da diyalog yazıyor, fakslıyorum. Hemen prova salonuna gidiyor kağıt, uygulanıyor. İsterlerse değiştiriyorlar. Sonra görüp onaylıyorum.

Yazdığınız oyunun konusu üzerine konuşabilir miyiz?

Daha projenin çok başındayız. Açıklamam grubu üzer. Son proje hafıza üzerineydi. Nymnonic bir oyun değil. Çeşitli şeyleri bir araya getiriyorlar. Bunları birleştirmek için söz, diyalog gerekiyor. Önemli bölümünü ben yazdım. Takım çalışması yaptık. New York, Paris’te sahnelediler, Tokyo’da oynayacaklar.

King’den bahsederken, roman için farklı bir ses aradığınızı, sonunda King adlı köpek “ya da kendine köpek diyen bir kahramanı” seçtiğinizi söylüyorsunuz. Bu tanımda çok önemli bir mesaj gizli gibi geldi bana.

Önce köpek imgesi nereden geliyor, buna bakalım: Sokakta, çöplüklerde yaşamaya zorlananların çoğu köpek edinir. Koruma, arkadaş ve kışın biraz sıcaklıktır köpek. Evsizler yalnızdır; özel hayatları, dolayısıyla sıcak ilişkileri yoktur. Köpekle tuhaf şekilde  sıcak ilişki kurulabilir. Dışlanmışların hayatında köpeğin varlığının birçok nedeni var. King aklıma geldiğinde, onu mümkün olduğunca köpeğin bakış açısından yazmaya çalıştım. Koku duygusu örneğin. Bazen insanlar hakkında sadece hayvanların yapabileceği şekilde yorumlar yaptı. Evet o bir köpek. Aynı zamanda onun sokaklarda yaşayan bir evsiz olduğunu düşündüm. Köpek taklidi yapan, köpeğe dönüştüğünü hisseden ya da köpek olduğuna inanan bir evsiz. King hangisi, bilmiyorum. Bana da bu nokta belirsizmiş gibi geliyor. Okuyucu istediğini seçebilir.

Hayret, Zapatista Marcos kitaplarımı okumuş

İspanya, İngiltere ve Fransa’da romanınız kapağına isim yazılmadan, sadece en sonunda isminiz zikredilerek yayımlandı. Sonuç ne oldu?

Bir kitap yazdığınızda mümkün olduğunca fazla kişinin okumasını istersiniz. Üstüne ismimi koymama düşüncem sokağın gerçeğini doğrudan, edebiyata sapmadan yansıtma arzusuydu. İnsanların bunu roman gibi ele almasını, diğer kitaplarımla karşılaştırmasını, bunu tartışmasını istemedim. Sokağın gerçeğini, yoksulların her gün biraz daha yoksullaşmasını, hiç yokmuş gibi görünmez hale gelmelerini, yaşamak zorunda kaldıkları korkunç şeyleri konuşsunlar istedim. Sonunda küçük harflerle adımın yazılmasını istedim. Yayımcıların kapısını çaldığımda nedenini sordular. Alman, İsveçli ve Türk yayımcılar ismimin önemli olduğunu söylediler. Bu işin uzmanı oldukları için önerilerine kulak verdim. Diğerleri önerime katıldı. Kitap kapakta isimsiz yayımlandı. Fransa ve İspanya’da kitap hakkında birçok yerde yazı çıktı. Eleştirmenler konuyla ilgilendi. İspanya’da ciltli, pahalı edisyon 14 bin civarında sattı. İngiltere’de pek iyi gitmedi. Sanırım nedeni İngiliz yayımcıların tanıtım konusunda çaba göstermemesi. Sadece Glasgow’da büyük ilgi gördü.

Zapatistaların lideri Subcomandate Marcos’un yazısında size gönderme yapması sürpriz oldu mu sizin için; makalelerden sonra kişisel olarak haberleşmeye başladınız mı?

Sürpriz olmadı. Çünkü uzun zamandır Zapatistaları izliyorum. Bir İspanyol gazetesinde Marcos’un Fransızca metni yayımlandı. Ben de bir makale yazarak cevap verdim. Ardından bu mesajı bir başka makaleyle cevapladı. Beni şaşırtan ise cevabında köylüler hakkında yazdığım üçlemeden bahsetmesiydi. Kitabımı okumuş olması büyük sürprizdi.

Meksika’daki köylü hareketi liderinin bu kadar entelektüel olması, Fransa’da globalizme direnen köylülerin liderinin ise bu işlerle hiç uğraşmaması size tuhaf gelmiyor mu?

Marcos ve Zapatista hareketi çağımız için aşırı derecede önemli bir örnek teşkil ediyor. Çünkü hızla gelişen totaliter globalizme karşı farklı koşullarda direnmek isteyenlerin nasıl bir yol seçmesi gerektiği konusunda fikir veriyor. Silahı alıp dağa çıkmaktan çok farklı yollar olabilir. Marcos, hiçbir politik programın global ölçekte geçerli olamayacağını düşünüyor. Bu yolla fanatik ve ütopyacı hareketleri engelliyor. Ayakları yere basan bir eylem biçimi geliştiriyor. Medyayı kullanma biçimi, herşeyi başaşağı çevirmesi, çok yetenekli soytarı, akrobat ve oyunculuk zincirini politik bir mesaja bağlaması sonucu yeni dünya düzenini savunan partilerin, kurumların siyaset gündemini belirleyen rolleri yerini sivil girişimlere bıraktı. Çok çeşitli, farklı renklerden sivil girişimlere. Markos bunu anladı. Ayrıca o bizim için değil, herşeyi o köylüler için söyleyen bir insan. Yunus Emre’den çok uzak olmayan tuhaf bir fani…  Beni Marcos’la Fransız köylü liderin farklılıkları değil, ortak noktaları çarpıcı geliyor. Birbirlerini tanımıyorlar. Ama koşullara uyum sağlayıp, direniyorlar, mücadele için farklı yöntemler geliştiriyorlar.

Kâr hırsı anılarımızı siliyor

Kral’da kahramanlarınız günlük hayatın yükselen temposundan ve anıların silinmesinden yakınıyor. Hayatımızın hızlandıkça sığlaşmasından bahsediyorsunuz sanki…

Bunu Marcos’a sorsanız saatlerce konuşabilirdi. Tüm yazdıkları bu konuyla ilgili. Sevgi Özdamar ve Latife Tekin de hatıraların korunmasına çok önem veriyor. Bu yüzden ikisine de saygım büyük. Hız ve hatıralar çabukluk kavramında bir araya geliyor. Eski model Marksist gibi düşünelim bir an: 19. yy’da sistem öngörüsünü on, elli, yüz yıl için yapıyordu. Şimdi öngörüler yarın, nadiren altı ay, en fazla bir yıl için yapılıyor. Yani gelecek yokmuş gibi yaşanıyor. Aynı şekilde geçmiş de yok. İnsan hayatında en önemli şey karlılık olduğunda, üretimin birgün herkesin tüm gereksinimlerini karşılayacağına inanırmış gibi yapıldığında, geçmişe hiç gerek yok. Geçmiş, deneyimlerin ışığında değer yargılarımızı oluşturmamız için önemli. Kârlılık tek değer olmuşsa geçmişe ne hacet. Hatıraların kaybolup gitmesi birer canavar gibi tüm dünyayı saran alışveriş merkezleriyle doğrudan ilişkili. Onlar yayıldıkça direnişin adacıkları, cepleri oluşuyor hayatımızda. Birkaç hafta sonra Londra’da yayımlanacak kitabımın adı bu: “The Shape of  Pocket” Denemelerden oluşan kitaba Cebin Şekli ismini koyarken direniş adacıklarından bahsediyorum tabii.

Deneme kitabınız Fotokopiler’de dinsel temalara gönderme yapıyorsunuz. Kral, içinde tanrı korkusu olan bir köpek; bunu gerekçeleriyle ifade ediyor. Dine karşı bakışınız değişti mi?

Ben dinsel kurumların güçlerini hep eleştirdim. Hıristiyan, Müslüman ya da Yahudi farketmez. Bu kurumların gücünden hep nefret ettim. Çoğunlukla liderlerinin güç hırsıyla kavrulan, aç gözlü, aşağılık adamlar olduğunu düşünüyorum. Bunların ruhlarımız, gökyüzü ve tanrı arayışımızla hiç ilgisi yok. Bir kez daha Yunus’a geri dönebiliriz. Bu açıdan değiştiğimi sanmıyorum. Mistik ozanların eserleri hep ilgimi çekmiştir. İncil’i dikkatle okurum. Hiç saldırgan bir ateist olmadım.

Yıllardır bir rahibeyle yazışıyorum

Meditasyon yapar mısınız, herhangi bir şekilde ibadet eder misiniz?

Meditasyon yapmıyorum, bildiğimiz ibadetlerden herhangi birisiyle ilgim yok. Ama dua ederim. Kiliseye giderim bazen; sessiz olduğu için ya da birilerinin ruhu için mum yakmaya. Amerika’da bir manastırda yaşayan Benetiktin rahibesiyle mektuplaşıyorum. 15 yıl önce buraya yakın bir Benedikten manastırında bir rahip yaşardı. Ünlü Fransız psikolog Laco’nun kardeşiydi. Ziyaretine gider, manastırda birkaç gün kalırdım. Sohbet ederdik. Bu sürede tüm günlük ritüellere katılırdım. Bir süredir kuantum fiziğiyle ilgileniyorum. Kuantum fizikçileri şimdilerde tanrı kavramından çekinmeden bahsedebilen yegane bilimadamları. Çünkü gerçek ve gerçek olmayan kategorilerinin müthiş değişkenliğini, herşeyin nereden bakıldığına bağlı olduğunu görüyorlar. Evren değil birbirine paralel evrenleri düşünüyorlar. Bu insanlar için tanrı kavramı doğal bir şey. Bunlar dünyada şu anda ne olduğunu görmemizi engellemiyor. Fotokopiler’de bu yüzden Simone Weil’e göndermeler yaptım. İnsanların çektiği acıya karşı çok duyarlıydı. Palavralar yerine çok pratik önlemler öneriyordu. Aklımda kaldığı kadarıyla, şöyle sorular soruyordu: “Eğer birileri acı çekiyorsa sözcükler ne yapabilir? Sadece acının hikayesini anlatabilir, iç dünyada olanları bir ok gibi dış kabuğu yararak dışarı çıkarabilir. Hep duyulabilecek şu soruyu gündeme getirebilirler: Neden yaralandım?” (sessizlik)

Röportajın başında sizi zorlamayacak, kafanızı karıştırmayacak, hafif sorular soracağımı söylemiştim. Fakat tüm sorularım birer sorunsala dönüştü, sözümü tutamadığım için özür dilerim.

(Kahkahalar) Çünkü birbirimizle son derece samimi konuşuyoruz. Ve hayat bir bilmece. Kendinizi suçlu hissetmeyin. (Gülüyor) Gayet güzel bir sohbet oldu.

Son  soru: Ne yazıyorsunuz, ne okuyorsunuz?

Çoğunlukla şiir okuyorum. Aynı şairler. Birkaç yıl önce ölen Roberto Juarroz’un şiirlerini keşfettim yakınlarda. Harika bir şair. Bir de Maricius’da yaşayan bir kadın yazarın, Lindsey Collen’in yeni yayımlanan harika bir kitabını okudum: “Mutiny” Roman, hapishane hücresindeki üç kadının konuşmaları üzerine. Tanrıya şükür İngiliz romanlarına hiç benzemiyor. Türk okuyuculara özellikle tavsiye ederim. Şu anda bir öykü kitabı hazırlıyorum. Öyküler bir araya geldiğim insanlar üzerine. Mesela biri Lizbon’daki bir karşılaşma. Ölü bir insan karşılaştığım: Annem. Sanırım hayatında hiç Lizbon’a gitmemişti. Yaklaşık bir yıldır yazıyorum. Tuhaf bir duygu: Yazarken yaptığınızın ne olduğunu bilemiyorsunuz. Hep berbat bir şey olduğunu düşünüyorsunuz yazdığınızın. Sonra herşey iyice kötüleşince, birşeyler görünür hale geliyor. Çünkü insanoğlu hata hata üstüne yapıp hep gelişir. Şimdilik vaziyet bu. Herzaman olduğu gibi…

Kitapta kaç öykü olacak; kahramanların ötesinde öykülerin ortak teması var mı; kaçı hazır; ismi belli mi?

10’dan az olacak sanıyorum, emin değilim. İkisi bitti. Üçü neredeyse bitti. Bazıları 40 sayfa kadar. İsmini bilmiyorum şimdilik. Annemle ilgili öykünün ismi belki “Her Gülüşünü Farklı Tarif Edebilirdim” olacak. (gülüyor)  Tema için şu söylenebilir: Öykülerin tüm kahramanları benim için önemli insanlar.

Serhan Yedig, Kaynak: http://kulturservisi.com/

İZDİHAM