27 Kasım 2016

Jane Jacobs, Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve Yaşamı

ile izdiham

Bu kitap mevcut şehir planlaması ve yeniden inşasına bir saldırı niteliği taşıyor. Ayrıca ve en önemlisi de, mimarlık ve şehir planlaması fakültelerinden tutun da, pazar ekleri ve kadın dergilerine kadar her yerde öğretilenden farklı, hatta onların tam tersi olan yeni şehir planlaması ve yeniden inşası ilkeleri ortaya atmayı deniyor. Benim saldırımın temelinde yeniden inşa yöntemlerine dair safsatalar ya da tasarım modalarına dair kılı kırk yaran itirazlar yatmıyor. Modern, ortodoks şehir planlaması ve yeniden inşasını şekillendiren ilkelere ve hedeflere yönelik bir saldırı bu.

Farklı farklı ilkeler öne sürerken çoğunlukla bilinen, sıradan şeylerden bahsedeceğim: örneğin, hangi tür şehir sokakları emniyetlidir, hangileri değildir; şehir parklarından bazıları harikayken neden bazıları cürüm ve ölüm tuzaklarına dönüşür; niçin bazı gecekondu mahalleleri(1) değişmeden kalırken diğerleri mali ve resmi engeller karşısında bile yenilenip gelişirler; şehir merkezlerinin yer değiştirmesinin sebebi nedir; mahalle nasıl bir şeydir ve büyük şehirlerdeki mahallelerin ne gibi işlevleri vardır… Kısacası, şehirlerin gerçek hayatta nasıl işlediğinden bahsedeceğim; çünkü hangi planlama ilkelerinin ve hangi yeniden inşa pratiklerinin şehirlerdeki toplumsal ve ekonomik canlılığı artırmakta işe yarayacağını, hangi ilkelerin ve pratiklerin bu canlılığı azaltacağını öğrenmenin tek yolu budur.

Hüsnükuruntu ürünü bir efsaneye göre, yeterince paramız olsaydı –genellikle yüz milyar dolar üzerinde uzlaşılır– on yılda tüm gecekonduları yeryüzünden silebilir, dünün ya da dünden önceki günün banliyöleri olan geniş, tekdüze, gri kuşaklardaki çürümeyi tersine çevirebilir, sürekli yer değiştiren orta sınıfı ve onun peşinden giden vergileri bir yere bağlayabilir, hatta belki trafik sorununu bile çözebiliriz.

Ama gelin ilk birkaç milyar dolarla neler inşa ettiğimize bir bakalım: sözde yerini aldıkları gecekondu mahallelerinden daha beter suç, vahşet ve genel sosyal umutsuzluk yuvaları haline gelen sosyal konut projeleri. Tam anlamıyla yavanlık ve tekdüzelik kuyuları olan, şehir hayatının neşesini ya da canlılığını asla içeri sızdırmayan, orta gelirlilere yönelik konut projeleri. Manasızlığını sönük bir kabalıkla azaltan, daha doğrusu azaltmaya çalışan lüks konut projeleri. İyi bir kitapçının bile tutunamadığı kültür merkezleri. Eğleşecek yer bulma imkânı nispeten kısıtlı avarelerden başka kimsenin uğramadığı sosyal merkezler. Banliyö tipi standart zincir alışveriş merkezlerinin donuk kopyaları olan ticaret merkezleri. Hiçbir yerden hiçbir yere gitmeyen ve kimsenin kullanmadığı gezinti yolları. Büyük şehirlerin bağırsaklarını deşen otoyollar. Şehrin yeniden inşası böyle olmaz. Buna şehrin talan edilmesi denir.

Bu projelerin çirkin yüzeyinin altına baktığımızda daha da feci bir manzarayla karşılaşırız. Teoride, projelerin çevrelerindeki şehir alanlarına faydaları dokunacağı varsayılır, ama bu nadiren gerçekleşir. Bu kolu bacağı kesilmiş alanlar umumiyetle kangrene çevirir. Bahsettiğimiz planlama tarzına göre, insanlara konut bulmak için halka fiyat etiketleri iliştirilir ve etiketli kitlelerin ayıklanıp atılan kısmı çevresindeki şehre karşı giderek artan bir şüphe ve gerilim hissi duyar. Bu türden iki ya da daha fazla düşman adacık bitiştiğinde ortaya çıkan sonuç “dengeli bir mahalle” diye adlandırılır. Tekelci alışveriş merkezleri ve anıtsal kültür merkezlerinin, halkla ilişkiler şamatasıyla örülmüş bir örtünün altında sakladığı şey, şehirlerin samimi ve kendiliğinden hayatından hem ticaretin hem de kültürün çıkartılmış olduğudur.

Bu dünya harikalarının yapılması için, plancıların üzerine çarpı attığı insanlar oradan oraya savrulur, evleri istimlak edilir, ülkeleri işgal edilmişçesine köklerinden kopartılırlar. Binlerce, on binlerce küçük işletme yok edilir, sahipleri batar ve genellikle de tazminat filan alamazlar. Koca koca topluluklar parçalanıp rüzgâra savrulur ve karşılığında ancak duyulup görüldüğünde inanılabilecek türden bir kötümserlik, hınç ve umutsuzluk doğar. Chicago’da şehrin planlı yeniden inşasının meyveleri karşısında şaşkına dönen bir grup din adamı soruyordu:

Acaba Eyüp Chicago’yu düşünerek mi yazdı şunları:

İşte komşusunun çizdiği sınırı değiştirenler… yoksulları bir yana itenler, dostu olmayanı ezmek için tezgâh kuranlar.

Kendisinin olmayan tarlayı biçenler, sahibinden haksızlıkla alınmış bağın üzümünü toplayanlar…

Yerde yatan yaralı adamların inim inim inlediği şehir sokaklarından bir çığlık yükselir…

Eğer bu doğruysa, herhalde aklında New York, Philadelphia, Boston, Washington, St. Louis, San Francisco ve daha bir sürü başka yer de vardı. Mevcut şehir yeniden inşasının ekonomik dayanağı külliyen sahtedir. Şehir yeniden inşasının ekonomisinin arkasında, kentsel yenilenme teorisinde ifade edildiği üzere sadece halktan toplanan vergilerin mantıklı bir şekilde yatırıma dönüştürülmesi değil, aynı zamanda proje alanındaki çaresiz kurbanlardan zorla alınan destek de vardır. Ayrıca, bu “yatırım” neticesinde böyle alanlardan elde edilecek yüksek vergilerin şehrin kasasını dolduracağı fikri de hayalden ibarettir, canice altüst edilen şehrin parçalanması ve istikrasızlaşmasıyla savaşmak için gereken kamu harcamalarının sürekli yükselmesi karşısında acınacak derecede yetersiz kalır. Planlı şehir yeniden inşasının araçları da en az amaçları kadar içler acısıdır.

Bu arada, şehrin çok daha geniş bir kesiminde çürümeyi –ve çürümeyi önceleyen ruhsuzluğu– engelleme konusunda tüm şehir planlama sanatı ve bilimi çaresizdir. Ayrıca bu çürüme, planlama becerilerini kullanma fırsatının kolay kolay bulunamamasına da dayandırılamaz. Bu becerilerin kullanılıp kullanılmaması pek önemli görünmüyor. New York City’deki Morningside Heights alanını ele alalım. Planlama teorisine göre hiçbir sorunu olmamalıydı; çünkü bolca yeşil alanı, kampüsü, oyun alanı ve başka açık alanları var. Çimen de fazla fazla mevcut. Muhteşem nehir manzarasına bakan yüksek ve keyif verici arazilere sahip. Göz kamaştırıcı kurumların bulunduğu meşhur bir eğitim merkezi olmuş; Columbia Üniversitesi, Union İlahiyat Okulu, Juilliard Müzik Okulu ve daha yarım düzine saygın ve önemli eğitim kurumu burada bulunuyor. Burada iyi hastaneler ve kiliseler de var. Sanayi tesisi yok. Sağlam yapılı, ferah, orta ve üst sınıf apartmanlarının istihkâmlarına “uyumsuz kullanımların” tecavüzünü engellemek için sokaklarında bölgeleme (zonaj) çalışması yapılmış. Ama 1950’lerin başında Morningside Heights’ın hızla gecekondulaşması, üstelik insanların sokakta yürümeye korktuğu sert gecekondu mahallelerinden birine dönüşmeye başlaması bu kurumlarda bir kriz yarattı. Kurumlar ve şehir idaresinin planlama kolları bir araya gelerek daha çok planlama teorisini hayata geçirdiler; bölgenin en kötü durumdaki yerlerini haritadan silip yerine orta gelirlilere yönelik, alışveriş merkezine varıncaya kadar tastamam kooperatif projeleri ve havadar, ışık alan, güneşli, manzaralı bir sosyal konut projesini koydular. Bu çabalar büyük bir şehir kurtarma gösterisi olarak selamlandı.

Bundan sonra Morningside Heights daha da hızlı bir çöküşe geçti.

Üstelik bu haksız ya da münferit bir örnek değildir. Pek çok şehirde planlama teorisi uyarınca çürümemesi gereken alanlar çürümektedir. Ayrıca daha az dikkat çeken ama aynı önemde bir gerçek daha vardır: Pek çok şehirde planlama teorisi uyarınca çürümesi gereken alanlar çürümeyi reddetmektedir.

Şehir inşası ve tasarımı alanında en muazzam deneme-yanılma, başarı-başarısızlık laboratuvarı şehrin ta kendisidir. Şehir planlamasının ders çıkarması gereken, teorilerini oluşturup sınaması gereken laboratuvar budur işte. Oysa bu disiplinin (eğer bir disiplin denebilirse) uygulayıcıları ve öğretmenleri gerçek hayattaki başarı ve başarısızlığı incelemeyi ihmal etmiş; onun yerine kasabaların, banliyölerin, sanatoryumların, panayırların ve hayali rüya kentlerin –şehirlerin ta kendisi dışında her yerin– hareket tarzları ve görünümlerinden çıkartılan ilkeleri rehber edinmişlerdir.

Şehirlerin yeniden yapılan kesimlerinin ve şehirlerin dışındaki sonu gelmez yeni yapılanmaların, hem kenti hem kırı yavan ve faydasız bir çorbaya çevirmesi hiç de tuhaf değildir. Bu düzenlemelerin altında aynı düşünsel çorbanın ikinci, üçüncü, dördüncü kez ısıtılmasından başka bir şey yatmaz; büyük şehirlerin nitelikleri, zorunlulukları, avantajları ve davranışları ile daha atıl yerleşim türlerinin nitelikleri, zorunlulukları, avantajları ve davranışları fena halde birbirine karıştırılmıştır.

Eski şehirlerin çürümesinin ya da yeni gayri-şehirsel şehirleşmenin hemen yozlaşmasının ekonomik veya toplumsal bakımdan kaçınılmaz olduğu kesinlikle doğru değildir. Aksine, ekonominin ve toplumun başka hiçbir kesimi, tam da mevcut halimize ulaşmak için çeyrek yüzyıl boyunca bu kadar kasıtlı bir şekilde manipüle edilmemiştir. Bu ölçüde bir tekdüzeliğe, verimsizliğe ve bayağılığa ulaşmak için hükümetin olağanüstü mali teşviklerine ihtiyaç duyulmuştur. Biraz yeşillik eklenince böyle bir çorbanın faydalı olacağına bizi ve hükümetteki temsilcilerimizi ikna etmek için uzmanlar yıllar boyu konuşmalar yapmış, makaleler yazmış ve tavsiyelerde bulunmuştur.

Şehir planlamasının yarattığı hüsran ve nafilelik hissinin, ayrıca şehrin daha birçok probleminin sorumluluğu çoğu zaman pat diye arabaların üstüne atılır. Ama arabaların yıkıcı etkileri şehir inşasındaki beceriksizliğimizin nedeninden ziyade belirtisidir. Aralarında çuvalla parası ve müthiş gücü olan müteahhitlerin de bulunduğu plancılar, arabalar ile şehirleri birbirine uyumlu hale getirmenin yolunu bir türlü bulamamaktadır. Şehirlerdeki arabaları ne yapacaklarını şaşırmış haldeler, çünkü –arabalı ya da arabasız– işleyen ve canlı şehir planlamayı bilmiyorlar.

Şehirlerin karmaşık ihtiyaçlarına nazaran otomobillerin basit ihtiyaçları çok daha kolay anlaşılır ve karşılanabilir; dolayısıyla bir tek trafik sorununu çözerek şehrin sorunlarını büyük ölçüde halletmiş olacağını düşünen plancı ve tasarımcıların sayısı artıyor. Şehirler araç trafiğinden çok daha karmaşık iktisadi ve toplumsal sorunlara sahiptir. Şehrin kendisinin nasıl işlediğini ve sokaklarına başka hangi işler için ihtiyaç duyduğunu bilmeden trafik sorununda nasıl bir çözüme gideceğinizi bilebilir misiniz? Bilemezsiniz.

Belki de artık neyin nasıl işlediğini değil, şöyle bir bakınca dışarıdan nasıl göründüğünü önemseyen kayıtsız bir toplum olduk. Eğer öyleyse, şehirlerimiz ve toplumdaki diğer birçok şey için pek umut yok. Ama ben bu hale geldiğimize inanmıyorum.

Özellikle şehir planlaması alanında, çok sayıda iyi niyetli ve hevesli insanın inşa ve yenileme konusunu cidden önemsediği açık. Yer yer yozlaşmalar olmasına ve başkasının bağına göz dikmelere rastlanmasına rağmen, yarattığımız karmaşaya dair maksatlarımız genelde parmakla gösterilecek türdendir. Kentsel tasarımın mimarları olan plancılar ve peşlerinden sürükledikleri kişiler neyin nasıl işlediğinin önemini bile bile küçümsemiyorlar. Aksine, modern ortodoks plancılığın azizlerinin ve bilgelerinin şehirlerin nasıl işlemesi gerektiği, şehirlerdeki insanlar ve işletmeler için neyin iyi olması gerektiği konusunda söylediklerini ezberlemek için büyük çaba harcıyorlar. Bunu öyle kendilerini adayarak yapıyorlar ki ezberleriyle çelişen bir gerçeklik karşılarına çıkıp da güç bela öğrendikleri bilgileri yalanlama tehdidi yaratırsa hemen o gerçekliği bir yana itmek zorunda kalıyorlar.

Örneğin Boston’daki North End semtine verilen ortodoks planlama tepkisini ele alalım.(2) Burası kıyıdaki ağır sanayi bölgesiyle iç içe geçmiş eski ve kiraların düşük olduğu bir semttir; resmi bakış açısına göre Boston’ın en berbat gecekondusu, şehrin yüzkarasıdır. İşin erbapları kötü olduğunu söylediği için tüm okumuş insanların kötü bildiği özelliklere sahiptir. North End yalnızca sanayi bölgesine toslamakla kalmamıştır, daha da kötüsü her türlü işyeri ve ticari işletme konutlarla karmakarışık bir şekilde iç içe geçmiştir. Boston’daki tüm meskûn bölgeler içinde, hatta Amerikan şehirlerinin tamamı içinde konut yoğunluğunun en yüksek olduğu yerlerden biridir. Yeşil alanı azdır. Çocuklar sokakta oynar. Bu semtte süper-bloklar yoktur, hatta büyük sayılacak bloklar bile yoktur; onun yerine çok küçük bloklar bulunur; planlama jargonunda bu duruma “şehrin yapı dokusu içinden çok sayıda lüzumsuz sokağın geçirilmesi” denir. Binalar eskidir. North End’de akla gelebilecek her şeyin yanlış olduğu varsayılabilir. Ortodoks planlama açısından, bozulmanın son evrelerinde bir “megalopolis” olarak ders niyetine okutulabilir. Bu yüzden North End M.I.T. ve Harvard’ın planlama ve mimari öğrencilerine sık sık ödev olarak verilir; zaman zaman hocalarının rehberliğinde bu semti kâğıt üzerinde süper-bloklar ve gezinti parklarıyla doldurur, çevreyle uyuşmayan kullanımları ortadan kaldırır, iğne ucuna çizilebilecek sadelikte bir düzen ve mutenalık idealine dönüştürürler.

Yirmi yıl önce North End’i ilk defa gördüğümde binalar –dairelere ayrılmış farklı tip ve boyda konaklar;(3) önce İrlanda’dan, sonra Doğu Avrupa’dan ve nihayet Sicilya’dan akın akın gelen göçmenleri barındıran akaretin bulunduğu dört beş katlı apartmanlar– hep dip dibeydi ve genel olarak yarattığı izlenim fiziksel açıdan korkunç bir bozguna uğramış, gerçekten yoksulluktan çaresiz kalmışların yaşadığı bir semt olduğu yönündeydi.

North End’i 1959’da tekrar gördüğümde değişiklik karşısında şaşkına döndüm. Yüzlerce bina tadilattan geçmişti. Pencerelere dayanan döşeklerin yerini Venedik tarzı perdeler ve yeni boyanmış iç mekân görüntüleri almıştı. Dairelere ayrılmış olan konaklarda eskisi gibi üç-dört kalabalık aile değil, sadece bir ya da iki aile yaşıyordu. Apartmanlardaki ailelerden bazıları (daha sonra evleri ziyaret ettiğimde öğrendiğim üzere) eski dairelerden ikisini birleştirip bunlara banyolar, yeni mutfaklar vs. ekleyerek sıkışıklığı gidermişlerdi. En azından o eski, bakımsız North End’i bulurum diye dar bir sokağa girdim, ama yok: yine muntazam örülmüş tuğlalar, yeni perdeler ve açılan bir kapıdan gelen müzik sesi. Hatta, park yerine bakan tarafları boyasız ve güdük bırakılmayıp görülen taraflar gibi tadil edilip boyanmış binaları olan tek semtti burası – hâlâ da öyledir. Konutların arasında bir sürü muhteşem gıda dükkânının yanı sıra döşemeciler, demirciler, marangozlar, gıda işleme tesisleri bulunuyordu. Sokaklar cıvıl cıvıldı; çocuklar oynuyor, insanlar alışveriş ediyor, geziniyor, sohbet ediyordu. Soğuk bir ocak günü olmasaydı kesinlikle dışarıda oturan insanlar da görecektim.

Sokaklardaki canlılık, dostluk ve sıhhat öyle bulaşıcıydı ki sırf gevezelik etmek için insanlara yol sormaya başladım. Son birkaç günde Boston’ın büyük bir kısmını görmüştüm, çoğu yeri fena halde bunaltıcıydı ve buranın şehrin en sıhhatli yeri olduğunu görmek beni hayli rahatlatmıştı. Ama bu tadilat için gereken paranın nereden geldiğini anlayamıyordum, çünkü günümüzde emlak fiyatları yüksek olmayan ya da banliyöleri taklit etmeyen Amerikan semtlerinde ev kredisi almaya imkân yok. Soruma cevap bulmak için (balıkçılıkla ilgili ateşli bir tartışmanın yapıldığı) bir restorana girip tanıdığım bir Bostonlu plancıyı aradım.

“Ne işin var senin North End’de?” dedi. “Para mı? Hayır, North End’e ne para ne de iş imkânı gitti. Orada hiçbir şey olduğu yok. Bir gün olur belki, ama henüz değil. Orası gecekondu semti!”

“Bana hiç de gecekondu semti gibi görünmedi,” dedim.

“Aksine, şehrin en kötü durumdaki çöküntü alanı ve gecekondu semtidir. Dönüm başına 68 konut birimi düşer! Boston’da böyle bir şeyin olduğunu düşünmek bile istemezdim, ama var işte.”

“Elinde başka rakamlar var mı?” diye sordum.

“Evet, tuhaf rakamlar var hem de. Şehirdeki suç, hastalık ve bebek ölüm oranının en düşük olduğu yer de bu semt. Ayrıca gelire kıyasla kiraların en düşük olduğu yer de burası. Bu insanlar çok iyi pazarlık ediyor olmalı. Çocuk nüfusu şehir ortalamasının birazcık üzerinde. Ölüm oranı düşük; şehrin genelinde oran binde 11.2 iken bu semtte 8.8. Veremden ölüm oranı çok düşük, binde birden daha düşük; işte bunu anlayamıyorum, Brooklin’dekinden bile düşük. Eskiden North End şehrin en çok verem vakası görülen yeriydi, ama bu durum tamamen değişti. Oranın halkı bayağı güçlü kuvvetli olsa gerek. Ama elbette orası korkunç bir gecekondu semti.”

“Size böyle gecekondu semtlerinden daha çok lazım,” dedim. “Bu gecekondulardan kurtulmak için planlar yaptığınızı söyleme sakın. Olabildiğince ders çıkarmak için buraya gelmelisin.”

“Neler hissettiğini biliyorum,” dedi. “Ben de sık sık oraya gider, ortalıkta dolaşıp o şahane, neşeli sokak hayatının varlığını hissederim. Bak ne diyeceğim, eğer şimdiki durumunu beğendiysen geri dön ve yazın tekrar gidip bir de o zamanki halini gör. Yazları orada kalsan bayılırsın. Ama eninde sonunda orayı yeniden inşa etmek zorundayız elbette. İnsanları sokaklardan koparmak zorundayız.”

Doğrusu tuhaf bir durumdu. Arkadaşımın içgüdüleri ona North End’in iyi bir yer olduğunu söylüyordu, toplumsal istatistikler de bu görüşü destekliyordu. Ama plancı sıfatıyla insanların ve mahallelerin iyiliği hakkında öğrendiği her şey, onu uzman yapan her şey North End’in kötü bir yer olması gerektiğini söylüyordu.

Arkadaşımın para meselesini soruşturmak için beni yönlendirdiği önde gelen Boston tasarruf bankacısı, yani “iktidar yapısının çok yukarılarındaki adam”, aradan geçen sürede North End halkından öğrendiklerimi doğruladı. Para yüce Amerikan bankacılık sisteminin lütfuyla gelmemişti, zira bu sistem de en az plancılar kadar planlamaya hâkimdi ve bir gecekondu semtini şıp diye tanıyordu. “North End’dekilere para vermenin hiçbir mantığı yok,” diyordu bankacı. “Orası bir gecekondu semti! Hâlâ göç alıyor! Üstelik Büyük Buhran sırasında orada çok sayıda haciz yaşandı, sicili kötü.” (Tabii ben bunu da duymuş, ayrıca ailelerin nasıl çalışıp kaynaklarını birleştirerek o haczedilmiş binaları geri aldığını öğrenmiştim.)

Büyük Buhran’dan bu yana geçen çeyrek yüzyılda, 15 bin nüfuslu bu semte verilen ev kredilerinin en büyüğü üç bin dolarlıktı ve bankacının dediğine göre “çok çok az kişi bu kadarını alabilmişti”. Borç alabilenlerin pek çoğu bin dolar ya iki bin dolar almıştı. Tadilat çalışmaları neredeyse tümden semt içindeki işletme ve kira gelirlerinin tekrar semte yatırılmasına ve vasıf gerektiren işlerin semt içindekiler ve onların akrabaları arasında takas edilmesine dayanıyordu.

Bu zaman zarfında öğrendiğim kadarıyla, iyileştirme amaçlı borç alamamak North End’lileri giderek daha çok kaygılandırıyordu; hatta bazı North End’liler, öğrencilerin Cennet Bahçesi düşleri tarzında projelerle hem kendilerinin hem semtin silinip atılması dışında bir yeniden yapılaşma şansı kalmamasından endişe ediyorlardı. Bunun salt akademik bir felaket düzeyinde kalmayacağını biliyorlardı, çünkü bitişikteki toplumsal açıdan benzer –ama fiziken daha geniş– West End semti bu şekilde tamamen yerle bir edilmişti. Ayrıca başka bir şey yapmadan tamir ve tadilatla sonsuza dek devam edemeyeceklerini bilmek de onları kaygılandırıyordu. “North End’de yeni inşaatlar için kredi alma şansı var mı?” diye sordum bankacıya.

“Hayır, kesinlikle yok!” dedi. Bu kadar kalın kafalı olmama sinirlenmeye başlamış gibiydi. “Orası bir gecekondu mahallesi!”

Tıpkı plancılar gibi bankacılar da faaliyet yürüttükleri şehirlere dair teorilere sahiptir. Bu teorileri plancılarla aynı düşünsel kaynaklardan almışlardır. Bankacılar ve hükümetin kredilere garanti veren idari memurları planlama teorileri ortaya atmazlar, hatta şaşırtıcı ama, şehirlere dair iktisadi doktrinleri dahi yoktur. Günümüzde aydınlanma sürecine girdiler ve idealistlerin fikirlerini bir nesil geriden takip ediyorlar. Neredeyse bir nesilden uzun bir zamandan beri şehir planlama teorisinde önemli yeni fikirler ortaya çıkmadığından, teorik planlama yapanlar, finansörler ve bürokratlar günümüzde eşit durumdalar.

Meseleyi açıkça ortaya koymak gerekirse, içinde bulundukları evre, tıp biliminin geçen yüzyılda içinde bulunduğu, kılı kırk yararak üretilmiş hurafelere inanç evresidir. Bu evrede doktorlar hastadan kan alma yöntemine, yani hastalığa sebep olduğuna inandıkları kötü salgıları vücuttan atma tedavisine körü körüne inanıyordu. Kan alma yönteminin kullanıldığı yıllar içinde hangi belirtiler karşısında tam olarak hangi damarların hangi ritüellerle açılması gerektiği öğrenildi. Öyle manasız ayrıntılarla dolu bir teknik komplikasyon üstyapısı oluşturuldu ki literatürün geneline bakınca insanın bugün bile ikna olası geliyor. Ama insanlar gerçeklikten sapan gerçeklik tanımlarının ağına yakalanmışken bile nadiren gözlem ve bağımsız düşünme güçlerinden yoksun kaldıkları için, uzun süre hüküm süren kan alma yöntemi genellikle belli bir sağduyu tarafından dizginlenmiş gibi görünüyor. Daha doğrusu dizginleniyordu, ama ABD’de bu yöntem en yüksek zirvelerinden birine ulaştı. ABD’de kan alma yöntemi kontrolden çıktı. Hâlâ devrimci ve federal dönemlerin en büyük devlet adamı-doktoru ve tıbbi uygulama dehası olarak saygı gören Dr. Benjamin Rush amansız bir kan alma taraftarıydı. Dr. Rush Her İşi Halleder. Hallettiği işlerden bazıları iyi ve faydalıydı, ama öte yandan sağduyunun ya da merhamet duygusunun öteden beri kan almayı kısıtladığı vakalarda kan almayı salık veren, öğreten ve yaygınlaştıran da o oldu. Dr. Rush ve öğrencileri çok küçük çocuklardan, veremlilerden, çok yaşlılardan, onun nüfuz sahibi olduğu yerlerde hastalanma talihsizliğine uğrayan herkesten kan aldılar. Onun aşırıya kaçan uygulamaları, kendileri de kan alan Avrupalı doktorların telaşa ve dehşete kapılmasına yol açtı. New York Eyalet Meclisi’nin atadığı bir komite 1851’de bile kan alma uygulamasını hâlâ ciddi ciddi savunuyordu. Dr. Rush’ın doktrinlerini eleştiren bir risale yazma cüretini gösteren doktor William Turner da komite tarafından alaya alınıyor ve sansürleniyordu. Turner’a göre “hastalardan kan almak sağduyuya, genel deneyimlere, aydınlanma aklına ve Takdiri İlahi’nin açık yasalarına aykırıydı”. Hastaların kanını çekmek değil, bünyelerini kuvvetlendirmek gerekir, dediği için bastırıldı.

Toplumsal organizmalar konusunda tıbbi benzetmeler kullanmak genelde maksadını aşan sonuçlar doğurur, üstelik bir şehirde olup bitenlerle memelilerin kimyasını kıyaslamanın âlemi yok. Ama hiç anlamadıkları karmaşık fenomenlerle uğraşan ve sahtebilimle işi idare etmeye çalışan hevesli ve uzmanlaşmış kimselerin kafasında olup bitenler için benzetme kullanmanın bir anlamı var. Tıpkı kan alma sahtebiliminde olduğu gibi kentsel yeniden inşa ve planlama sahtebiliminde de yıllar süren öğrenme sürecinin ürünü olan incelikli ve karmaşık dogmalar tam manasıyla saçmalık temelinde yükselmiştir. Tekniğin araçları zaman içinde kusursuzlaştırılmıştır. İlk safsataları yutan ve gerekli araçları edinip kamunun güvenini kazanan etkili ve kudretli insanlar, hayranlık duyulan idareciler, sağduyu ve merhametin daha önce kısıtladığı alanlarda zaman içinde haliyle işi mantıki sonucuna vardırıp yıkıcı aşırılıklara gitmiştir. Kan alma yöntemi ancak kazara ya da kendi kurallarını çiğnediği zaman iyileşme sağlayabilirdi; en sonunda bir yana bırakılınca, yerini adım adım bir araya getirmek, denemek, sınamak gibi zorlu ve karmaşık işler aldı; işlerin nasıl olması gerektiğine değil de nasıl olduğuna bakılarak yapılan hakiki gerçeklik tanımları ortaya çıktı. Şehir planlama sahtebilimi ve ona eşlik eden kentsel tasarım sanatı, gerçek dünyada sınanma macerasına atılmamış hüsnükuruntuların, bildik hurafelerin, aşırı sadeleştirmelerin ve sembollerin aldatıcı rahatlığından kurtulabilmiş değil.

Dolayısıyla bu kitapta biz kendimiz ufak ufak gerçek dünyada maceralara atılacağız. Şehirlerin görünüşte gizemli ve sapkın davranışlarının altında neler olduğunu anlamak için bence en sıradan manzaralara ve olaylara daha yakından bakmak ve işin en başında mümkün olduğunca az beklentiye sahip olmak gerekir; belki böylece ne anlama geldikleri ve aralarında ilkesel bağlar belirip belirmediği anlaşılabilir. Kitabın birinci kısmında bunu yapmaya çalışacağım.

Bu ilkelerden biri öyle yaygındır, öyle çok ve karmaşık biçimlerde ortaya çıkar ki kitabın ikinci kısmında, yani argümanımın merkezini oluşturan kısımda onun yapısı üzerinde duracağım. Bu yaygın ilkeye göre şehirler, hem ekonomik hem toplumsal bakımdan sürekli olarak karşılıklı birbirini destekleyen kullanımların son derece girift ve sıkı dokunmuş bir çeşitliliğine ihtiyaç duyar. Çeşitliliğin unsurları son derece farklı olabilir, ama bazı somut şekillerde birbirlerini desteklemeleri şarttır.

Benim gözümde başarısız şehir alanları bu tür girift bir dayanışmanın bulunmadığı alanlardır ve şehir planlama bilimi ile kentsel tasarım sanatının, gerçek hayattaki gerçek şehirlerde bu sık dokunmuş işleyiş ilişkilerini kolaylaştırma ve besleme bilimi ve sanatı olması gerekir. Bulabildiğim kanıtlardan yola çıkarak, büyük şehirde faydalı bir çeşitlilik yaratmak için başlıca dört şart olduğu ve bu dört şartı özenli bir şekilde yerine getiren planlamanın şehre canlılık kazandırabileceği kanaatindeyim (sadece plancıların planları ya da sadece tasarımcıların tasarımları bunu asla başaramaz). Birinci kısım esasen şehirlerdeki insanların toplumsal davranışlarıyla ilgilidir ve kitabın devamını anlamak için okunması zorunludur. II. Kısım ise esasen şehirlerin ekonomik davranışlarıyla ilgilidir ve kitabın en önemli kısmı budur.

Şehirler müthiş dinamik yerlerdir, hele başarılı kısımları özellikle dinamiktir, çünkü buralar binlerce insanın planlarını gerçekleştirebileceği bereketli topraklardır. Bu kitabın üçüncü kısmında şehirlerin nasıl kullanıldığı, ayrıca şehirlerin ve içindeki insanların gerçek hayatta nasıl davrandığı soruları ışığında çürüme ve yenilenmenin bazı veçhelerini inceleyeceğim.

Kitabın son kısmında konutlaşma, trafik, tasarım, planlama ve idari uygulamalar konusunda değişiklikler öneriliyor ve son olarak da şehirlerin ortaya koyduğu problem türü, yani örgütlü karmaşıklıkla başa çıkma problemi tartışılıyor.

Şeylerin görünüşü ile işleyiş tarzı kopmaz bağlarla birbirine bağlıdır ve bu bağların en sağlam olduğu yerler de şehirlerdir. Ama şehirlerin sadece nasıl görünmesi “gerektiğiyle” ilgilenip nasıl işlediğini ilginç bulmayanlar bu kitapta hüsrana uğrayacaktır. Bir şehrin görünümünü planlamak, daha doğrusu ne tür bir içsel, işlevsel düzeni olduğunu bilmeden ona hoş bir düzen görünümü kazandırmaya dair spekülasyonlar yapmak beyhudedir. Görünümü öncelikli amaç ya da ana mesele yapmak beladan başka bir şey getirmez.

New York, Doğu Harlem’deki bir konut projesi uyarınca yapılan, dikdörtgen şeklindeki hemen göze çarpan yeşil alandan tüm proje sakinleri nefret ediyordu. Bölgeyi sık sık ziyaret eden bir sosyal hizmet görevlisi, yeşil alan meselesinin sık sık gündeme gelmesi, hatta görebildiği kadarıyla gerekli gereksiz yeşil alandan laf açılması, kiracıların nefretlerini ifade ederek yeşil alandan kurtulmak istediklerini söylemeleri karşısında şaşırıp kalmıştı. Sebebini sorduğunda genellikle, “Ne işe yarıyor ki?” ya da “Kim istiyor ki?” şeklinde cevaplar alıyordu. Günün birinde ağzı diğerlerinden daha iyi laf yapan bir kiracı şöyle dedi: “Burayı inşa ederken kimse bizim ne istediğimizi düşünmedi. Evlerimizi yerle bir edip bizi buraya, dostlarımızı başka yerlere tıktılar. Bir fincan kahve içip gazete okuyacak, ya da üç-beş kuruş borç alacak bir yerimiz yok. Kimse neye ihtiyacımız olduğunu düşünmedi. Buraya gelen büyük adamlar çimenlere bakıp şöyle diyorlar: ‘Ne kadar şahane! Artık yoksulların her şeyi var!'”

Kiracının söylediği şey binlerce yıldır ahlak hocalarının söylediğiyle aynıydı: Parlayan her şey altın değildir.

Başka şeyler de söylüyordu: Düpedüz çirkinlik ya da düzensizlikten daha aşağılık bir şey vardır ki o da düzen varmış gibi yapmak, hem de bunu var olmaya çalışıp ihtiyaçlarını dayatan gerçek düzeni de görmezden gelerek ya da bastırarak yapmaktır.

Şehirlerin görünmez düzenini izah etmeye çalışırken ağırlıkla New York’tan örnek veriyorum, çünkü orada yaşıyorum. Ama bu kitaptaki temel fikirler başka şehirlerdeyken dikkatimi çeken ya da bana söylenen şeylerden doğdu. Örneğin şehirdeki belli işlevsel karışımların güçlü etkileri olduğuna dair ilk ipucunu Pittsburgh’de yakaladım, sokakların asayişiyle ilgili ilk düşüncelerimin kaynakları Philadelphia ve Baltimore, şehir merkezinin kıvrımlı yollarıyla ilgili ilk fikirlerimi Boston’da edindim, gecekondu semtlerinin yıkılmasıyla ilgili ilk ipuçlarını Chicago’da buldum. Bu düşüncelerin malzemesi büyük ölçüde kapımın önündeydi, ama en kolay şey öncelikle gözünüzün alışmadığı şeyleri görmektir belki de. Şehirlerin görünüşteki düzensizliğinin altında yatan girift toplumsal ve ekonomik düzeni anlamaya çalışmak için temel alınacak fikir benden değil William Kirk’ten çıktı. Doğu Harlem’deki yardım kuruluşu Union Yardımlaşma Derneği’nin yöneticisi olan Kirk, bana Doğu Harlem’i göstermek suretiyle başka mahallelere ve hatta şehir merkezlerine farklı bir gözle bakmanın bir yolunu öğretti. Bir şehirde ya da mahallede duyduklarımı her seferinde başka şehir ve mahalledekilerle kıyaslayarak her bir şehirden ya da mekândan çıkarılacak derslerin kendi özel durumu dışında geçerli olup olmadığını görmeye çalıştım.

Bilhassa büyük şehirlere ve bu şehirlerin iç bölgelerine yoğunlaştım, çünkü planlama teorisinin en çok kaçındığı problemler buralardadır. Ayrıca bunun zaman geçtikçe daha da faydalı olacağını düşünüyorum, çünkü günümüzde en kötü ve ilk bakışta içinden çıkılmaz görünen çöküntü alanları daha düne kadar ya banliyöydü ya da kıymetli ve sakin konutların bulunduğu alanlardı. Günümüzün yepyeni banliyöleri ya da yarı-banliyöleri de eninde sonunda şehir tarafından kuşatılacak, semt gibi davranmaya adapte olup olamamalarına göre ya başaracak ya da felakete sürüklenecekler. Ayrıca, dürüst olmak gerekirse, en çok yoğun şehirleri seviyor ve onlara değer veriyorum. Ama okurların benim gözlemlerimi kılavuz edinip kasabalara, küçük şehirlere ya da şehir dışı niteliğini koruyan banliyölere uygulamasını kesinlikle istemem. Kasabalar ve banliyöler, hatta küçük şehirler büyük şehirlerden tamamen farklı organizmalardır. Kasabaların davranışlarına ve muhayyel davranışlarına bakarak büyük şehirleri anlama çabasından yeterince çektik zaten. Büyük şehirlere bakarak kasabaları anlama çabası karmaşayı artırmaktan başka işe yaramayacaktır.

Bu kitabın okurunun benim söylediklerimi sürekli olarak ve şüpheciliğini kaybetmeden kendi şehir ve şehir davranışı bilgisiyle kıyaslamasını umarım. Gözlemlerimde hata varsa ya da çıkarımlarım ve vargılarımda yanılmışsam bu hata ve yanılgıların bir an önce düzeltilebilmesini umuyorum. Asıl mesele şudur: Şehirler hakkında doğru ve faydalı bilgileri olabildiğince hızlı öğrenip uygulamaya müthiş ihtiyacımız var.

Ortodoks şehir planlama teorisi hakkında sert laflar edip duruyorum, yeri geldikçe de böyle laflar etmeyi sürdüreceğim. Bu ortodoks fikirler artık folklorun bir parçası haline geldi. Onları verili sayıp baştan kabul ettiğimiz için bize zarar veriyorlar. Bu fikirleri nasıl edindiğimizi ve ne kadar az işe yaradıklarını göstermek için, ortodoks modern şehir planlaması ve mimari kent tasarımının verili doğrularına katkı yapan en etkili fikirleri genel hatlarıyla anlatacağım.(4)

En önemli etkilenme zinciri, vakit geçirmek için planlamayla uğraşan İngiliz saray raportörü Ebenezer Howard’la başlar diyebiliriz. Howard on dokuzuncu yüzyıl Londra’sındaki yoksulların yaşam koşullarına bakmış, burnuna gelen berbat kokudan ya da görüp duyduğu şeylerden haklı olarak hoşlanmamıştı. Sadece şehrin yanlışlarından ve hatalarından nefret etmiyordu; şehrin ta kendisine nefretle bakıyor, bu kadar çok insanın toplaşıp bir yığın haline gelmesini düpedüz kötü ve doğaya hakaret niteliğinde bir şey sayıyordu. Onun insanları kurtarma formülü şehri bitirmekten ibaretti.

1898’de önerdiği program, Londra’nın büyümesini durdurmayı ve yeni bir tür kasaba inşa ederek köylerin azaldığı kıra nüfus aktarmayı içeriyordu. Bahçeşehir adını verdiği bu kasabalarda, şehrin yoksulları yeniden doğaya yakınlaşabilecekti. Bu sayede geçimlerini sağlayabileceklerdi; ayrıca bahçeşehirlere sanayi de kurulacaktı, çünkü Howard’ın planladığı şey şehir değildi, hele insanların zamanlarının çoğunu şehrin başka yerlerinde çalışarak geçirdikten sonra neredeyse sadece uyumak için döndükleri evlerinin bulunduğu uyku banliyöleri hiç değildi. Howard’ın niyeti kendine yetebilen küçük kasabalar yaratmaktı; uysal davranırsanız ve kendi planlarınız yoksa, ayrıca kendi planları olmayan başkalarıyla birlikte hayatınızı geçirmekte sakınca görmüyorsanız pek de şirin kasabalardı bunlar. Tüm ütopyalarda olduğu gibi, anlamlı planlar yapma hakkına sadece görevli plancılar sahipti. Bahçeşehir bir tarım kuşağıyla çevrelenecekti. Sanayi de sadece planlanan alana yerleştirilecekti; okullar, evler ve yeşil alanlar yaşama alanlarına inşa edilecekti; merkezde de ortak kullanılan ticari mekânlar, kulüpler ve kültürel mekânlar bulunacaktı. Arazi spekülasyonu yapılmasını ve toprak kullanımındaki muhtemel akıldışı değişiklikleri engellemek, ayrıca nüfus yoğunluğunu artıracak faktörleri devre dışı bırakmak için –kısacası kasabanın şehir haline gelmesini önlemek amacıyla– kasaba ve yeşil kuşağın tamamı kasabayı inşa eden kamu otoritesinin sürekli kontrolünde olacaktı. Kasabanın nüfusu azami otuz bin olacaktı.

Nathan Glazer Architectural Forum‘da bu vizyonu çok güzel özetler: “Kafadaki imaj İngiliz kasabasıydı – konak ve çevresindeki yeşilliğin yerine kasaba merkezi geçirilmiş, iş temin etmek için de ağaçların arkasına birkaç fabrika saklanmıştır.”

metis

Bahçeşehrin en yakın Amerikan muadili, kâr payı ilkesinin geçerli olduğu ve rutin, nezarete dayalı siyasi hayattan okul-aile birliklerinin sorumlu olduğu model şirket kasabasıdır herhalde. Çünkü Howard sadece yeni bir fiziksel ortam ve toplumsal hayat değil, paternalist bir siyasi ve ekonomik toplum öngörüyordu.

Gelgelelim, Glazer’ın da işaret ettiği üzere bahçeşehir “şehre alternatif bir şey ve şehrin sorunlarına bir çözüm olarak tasarlanmıştı; planlama anlayışı olarak sahip olduğu muazzam gücün temelinde bu yatıyordu ve hâlâ da yatıyor.” Howard iki bahçeşehrin, Letchworth ve Welwyn’in yapılmasını sağlayabildi; ayrıca İngiltere ve İsveç’in de İkinci Dünya Savaşı’ndan beri bahçeşehir ilkelerini temel alan uydu kasabalar vardı elbette. ABD’de New Jersey, Radburn’ün banliyösü, keza buhran döneminde hükümetin sponsorluğunda inşa edilen Yeşil Kuşak kasabaları (bunlar aslında banliyödür) hep aynı anlayışın yarım yamalak uyarlamalarından ibaretti. Ama Howard’ın kendi programını tam anlamıyla ya da makul ölçülerde kabul ettirme konusundaki tesiri, günümüzdeki tüm Amerikan şehir planlamasının altında yatan anlayışlarda yarattığı tesirin yanında solda sıfır kalır. Bahçeşehre hiç mi hiç ilgi duymayan şehir plancıları ve tasarımcıları düşünsel açıdan tamamen onun temeldeki ilkelerinin hükmü altındadır.

Howard son derece güçlü ve şehirleri yok edecek fikirler ortaya atmıştı: Şehrin işlevleriyle başa çıkmanın koca koca temel kullanım alanlarını ayıklayıp elemek ve her birini göreli kendi kendine yetme çerçevesinde düzenlemekle mümkün olduğunu düşünüyordu. Toplu konut teminini merkezi sorun olarak görüp ona yoğunlaştı, diğer her şey taliydi; üstelik toplu konut meselesini sadece banliyönün fiziki niteliklerine ve küçük kasabanın toplumsal niteliklerine bakarak değerlendiriyordu. Ticareti rutin, standart mal temini sayıyor, kendi kendini kısıtlayan bir piyasada işleyeceğini tasavvur ediyordu. Onun gözünde iyi planlama bir dizi statik edimden ibaretti; her koşulda, inşaat tamamlandıktan sonra neye ihtiyaç duyulacağı ve neyin korunacağı planda doğru tahmin edilmeli, sonradan sadece çok küçük değişiklikler yapılmalıydı. Ayrıca Howard’ın kafasındaki planlamanın düpedüz otoriter değilse de esasen paternalist nitelikte olduğu söylenebilirdi. Ütopyasına hizmet edecek şekilde soyutlanamayacak şehir veçhelerine en ufak bir ilgi göstermiyordu. Özellikle de metropolün girift, çok yönlü kültürel hayatını yok sayıyordu. Büyük şehirlerin kendi kendilerini nasıl koruyup emniyet sağladıkları, nasıl fikir alışverişinde bulundukları, siyaseten nasıl işledikleri ya da yeni ekonomik düzenlemelere nasıl ulaştıkları gibi konularla alakası yoktu; bu tip işlevleri güçlendirmek için yollar bulma arayışında değildi, ne de olsa bu türden bir hayat için tasarım yapmıyordu.

Howard gerek çok üzerinde durduğu konular, gerekse ihmal ettikleri bakımından kendi içinde tutarlıydı, ama bunların şehir planlaması açısından elle tutulur bir yanı yoktu. Yine de, neredeyse tüm modern şehir planlaması bu saçma fikirlerden uyarlandı ya da onun süslenmesi suretiyle ortaya çıktı.

Howard’ın Amerikan şehir planlaması üzerindeki tesiri şehre iki taraftan temas ediyordu: bir tarafta kasaba ve bölge plancıları, diğer tarafta mimarlar. Plancılık tarihinin bir noktasında İskoç biyolog ve filozof Sör Patrick Geldes, bahçeşehir fikrini aksi takdirde büyük şehir yaratacak nüfus artışını emen arızi bir yöntem olarak değil, çok daha büyük ve kapsayıcı bir örüntünün başlangıç noktası olarak gördüğünü açıkladı. Şehir planlamasını büyük bölgelerin planlaması ışığında değerlendiriyordu. Bölge planlama sayesinde bahçeşehirler çok geniş alanlara yayılacak, böylece doğal kaynaklarla uyumlu olacak, tarım ve orman alanlarıyla denge kuracak ve geniş kapsamlı bir mantıksal bütünlük yaratacaktı.

Howard ve Geddes’in fikirleri 1920’lerde Amerika’da coşkuyla benimsendi ve bir grup olağanüstü etkin ve gayretli kişi tarafından daha da geliştirildi. Bu kişiler arasında Lewis Mumford, Clarence Stein, merhum Henry Wright ve Catherine Bauer de vardı. Bu gruptakiler kendilerini bölge plancısı saysalar da, Catherine Bauer sonraları daha uygun bir tabir buldu: “ademi merkeziyetçiler”. Zira bu gruba göre bölge planlamanın başlıca neticesi büyük şehirleri ademi merkezileştirmek, seyreltmek ve gerek işletmelerini gerekse nüfuslarını daha küçük şehirlere, hatta mümkünse kasabalara bölmekti. O sırada Amerikan halkı yaşlanıyordu ve nüfus sabitlenmeye başlamıştı, dolayısıyla önlerindeki mesele hızla büyüyen nüfusa yer açmak değil, sadece sabit bir nüfusu tekrar düzgünce dağıtmaktı.

Howard’ın kendisinde olduğu gibi, bu grubun tesiri de programını tam anlamıyla kabul ettirmekten ziyade (hiçbir yerde tam anlamıyla kabul edilmedi) şehir planlaması ile iskân ve iskân finansmanı yasaları üzerinde oldu. Stein ve Wright’ın çoğunlukla banliyö ortamlarında ya da şehir kenarlarında yapılan model konut tasarıları ile Mumford ve Bauer’in ürettiği metinler, diyagramlar, taslaklar ve fotoğrafların ortak etkisi, artık ortodoks plancılıkta verili sayılan şöyle fikirleri sergilemek ve yaygınlaştırmak oldu: Sokak insanlar için kötü bir ortamdır; evler sokaktan uzaklaştırılmalı ve iç tarafa, yeşilliklere dönük inşa edilmelidir. Sık sokaklar yapmak müsrifliktir, evlerin değerini ön cepheye göre ölçen emlak spekülatörlerinden başka kimseye faydası yoktur. Şehrin temel birimi sokak değil blok ve özellikle de süper-bloktur. Ticaret alanı konutlardan ve yeşil alanlardan ayrı tutulmalıdır. Bir mahallenin mal talebi “bilimsel olarak” hesaplanabilir ve ticarete ayrılan alan bu hesabın gereğini aşmamalıdır. Çok sayıda başka insanın varlığı ister istemez katlandığımız kötü bir şeydir ve iyi şehir planlaması yalıtılmışlığın ve banliyö mahremiyetinin hiç değilse yanılsamasını yaratmaya yönelmelidir. Ayrıca ademi merkeziyetçiler Howard’ın bazı önermelerine de körü körüne bağlıydılar: Planlanmış topluluk kendi kendine yeten bir adacık olmalı, gelecekte yaşanacak değişimlere direnç göstermeli, her önemli ayrıntı en başından plancıların kontrolünde olmalı ve sonradan değiştirilmemeli. Kısacası, iyi planlama proje planlamasıydı.

Ademi merkeziyetçiler yeni düzenin zorunluluğunu daha çarpıcı hale getirip desteklemek için bilinen şehirlerin kötü yönlerine yüklendiler. Büyük şehirlerdeki başarı hikâyelerine hiç ilgi göstermiyorlardı. Onları sadece başarısızlıklar ilgilendiriyordu. Görünüşe bakılırsa her şey başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Mumford’un The Culture of Cities’i (Şehirlerin Kültürü) büyük ölçüde ürkütücü ve tarafgir bir kötülükler listesinden oluşuyordu. Büyük şehir Megalopol’ dü, Tiranopol’dü, Nekropol’dü, canavarlıktı, tiranlıktı, yaşayan ölüydü. Artık çekip gitmeliydi. New York’un orta kesimi “kaosun cisimleşmesi”ydi (Mumford). Şehirlerin biçimi ve görünümü “kaotik bir kazadan… kendini düşünen, yanlış bilgilenmiş pek çok bireyin zararlı ve kötücül kaprislerinin toplamından” ibaretti (Stein). Şehir merkezleri “gürültünün, pisliğin, dilencilerin, hatıra eşyalarının ve çığırtkan, rekabetçi reklamcılığın zemini” haline gelmişti (Bauer).

Bu kadar kötü bir şeyi anlamaya çalışmak da beyhudeydi elbette. Ademi merkeziyetçilerin analizleri ve bu analizlerin ürünü olan mimari tasarımlar ve konut tasarımları, ayrıca ulusal iskân ve ev finansmanı yasaları, hepsi de yeni vizyondan ciddi şekilde etkilenmişti – ama hiçbirinin şehirleri anlamak ya da başarılı büyük şehirleri desteklemekle bir ilgisi yoktu, zaten böyle bir niyet de yoktu. Bunların hepsi şehirleri ortadan kaldırma araçlarıydı ve ademi merkeziyetçiler de bu konuda dürüst davranıyordu zaten.

Ama ademi merkeziyetçi fikirler planlama ve mimarlık okullarında, ayrıca Kongre’de, eyalet meclislerinde ve belediyelerde, büyük şehirlerin imarında kullanılan en temel kılavuzlar olarak git gide daha çok kabul gördü. Bu üzücü hikâyenin içindeki en şaşırtıcı olay gerçekleşiyordu: Büyük şehirleri güçlendirmeyi içtenlikle isteyen kişiler, büyük şehirlerin ekonomisini baltalayıp bu şehirleri ortadan kaldırmayı amaçladığını dürüstçe kabul edenlerin reçetelerini benimsiyordu.

Tüm bu anti-şehir planlamalarını barbarlığın zirvelerine taşıyan en çarpıcı fikri ortaya atan kişi Avrupalı mimar Le Corbusier oldu. 1920’lerde ışıyanşehir adını verdiği bir rüya şehir ortaya attı; bu şehir ademi merkeziyetçilerinki gibi alçak binalardan değil, esasen bir parka yerleştirilmiş gökdelenlerden oluşuyordu. “Şehre Büyük Park’ tan geçerek girdiğimizi varsayalım,” diye yazıyordu Le Corbusier. “Hızlı arabamız, haşmetli gökdelenlerin arasından geçiyor, özel yükseltilmiş araç yoluna giriyor: Yakına geldiğimizde yirmi dört gökdelenin art arda göğe uzanmakta olduğunu görüyoruz; solumuzda ve sağımızda, meskûn alanın hemen dışında, belediye ve hükümet binaları bulunuyor; ortalara geldiğimizde ise müzeler ve üniversite binalarıyla karşılaşıyoruz. Şehrin tamamı bir Park’tan oluşuyor.” Le Corbusier’nin dikey şehrindeki insan yoğunluğu dönüm başına 300 kişidir; inanılmaz ölçüde büyük bir şehir yoğunluğudur bu, ama binalar çok yüksek olduğundan zeminin yüzde 95’i açıkta kalır. Gökdelenler toplam alanın sadece yüzde 5’ini kaplar. Yüksek gelirli insanlar avluların çevresindeki alçak, lüks konutlarda yaşayacaklar ve zeminin %85’i açıkta kalacaktır. Şuraya buraya lokantalar ve tiyatrolar yapılacaktır.

Le Corbusier’nin planladığı şey sadece bir fiziksel ortam değildi. Aynı zamanda bir toplumsal ütopya planlıyordu. Le Corbusier’ nin ütopyası, azami bireysel özgürlük dediği şey için şarttı; bu özgürlükten anladığı şey görünüşe bakılırsa bir şeyler yapma özgürlüğü değil, alışıldık sorumluluklardan kaçma özgürlüğüydü. Işıyanşehirde artık kimse bir diğerinin canının ve malının bekçiliğini yapmak zorunda kalmayacaktı. Kimse kendi planları pahasına başkaları hatrına bir şeyler yapmayacaktı. Kimse oraya zincirlerle bağlı kalmayacaktı.

Ademi merkeziyetçiler ve bahçeşehrin diğer sadık savunucuları Le Corbusier’nin kuleli ve parklı şehri karşısında şok geçirdiler, hâlâ da geçiriyorlar. Işıyanşehre verdikleri tepki, son derece kurumsal bir yetimhaneyle karşılaşan ilerici anaokulu öğretmenlerinin tepkisine benziyordu. Ama yine ilginçtir ki ışıyanşehir aslında doğrudan bahçeşehirden türetilmiş bir fikirdi. Le Corbusier bahçeşehrin temel imajını hiç değilse yüzeysel olarak kabul ediyor ve onu yüksek nüfus yoğunluğunda işleyebilir hale getirmeye çalışıyordu. Yarattığı şeyi işler hale getirilmiş bir bahçeşehir olarak tarif etmişti. “Bahçeşehir boş bir hayaldir,” diye yazıyordu. “Yolların ve evlerin istilası altında doğa eriyip gider, vaat edilen yalıtılmışlık kalabalık bir yerleşimle sonuçlanır… Çözüm ‘dikey bahçeşehir’dedir.”

Le Corbusier’nin ışıyanşehri bir başka açıdan da, yani kamuoyunda kolayca kabul görme açısından da bahçeşehre yaslanmıştı. Bahçeşehir plancıları ve konut reformcuları, öğrenciler ve mimarlar arasında sayısı giderek artan takipçileri bıkıp usanmadan süper-blok, toplu konut mahallesi, değişmeyen plan ve çimen, çimen, çimen fikirlerini popülerleştirmekle uğraşıyordu; üstelik bunları insancıl, toplumsal sorumluluk sahibi, işlevsel, yüce gönüllü planlamanın zirvesi olarak göstermeyi başarmışlardı. Gerçekten de Le Corbusier’nin vizyonunu insancıllık ya da şehirde-işlevsel olma bakımından gerekçelendirmesine hiç gerek yoktu. Şehir planlamasının en büyük hedefi Christopher Robin’in (Winnie-the-Pooh’un en yakın arkadaşı olan küçük çocuk) çimlerin üzerinde hoplayıp zıplamasıysa, Le Corbusier’de kusur bulmak mümkün müydü? Ademi merkeziyetçilerin kurumsallaşma, mekanizasyon, gayrişahsileşme çığlıkları diğerlerine budalalık derecesinde sekterlik gibi göründü.metis

Le Corbusier’nin rüya şehri, bizim şehirlerimiz üzerinde muazzam bir etki yarattı. Mimarlar bu anlayış karşısında adeta delicesine bir coşkuya kapıldı ve giderek daha çok etkisine girdikleri bu anlayışı, sosyal konut projelerinden tutun da işyeri projelerine dek sayısız projede hayata geçirdi. Le Corbusier’nin rüyası, bahçeşehir ilkelerinin en azından yüzeysel olanlarını nüfusu yoğun şehirlerde yüzeysel olarak uygulanabilir hale getirmesinin yanı sıra, başka mucizeler de barındırıyordu. Arabalar için plan yapmayı tasarımlarının bir parçası haline getirmeye çalışmıştı ki 1920’lerde ve 1930’ların başlarında bu yepyeni, heyecan verici bir fikirdi. Ekspres tek yönlü trafik için geniş ana arterleri planlarına dahil etmişti. Sokak sayısını azaltmıştı, çünkü “kavşaklar trafiğin düşmanıdır” diye düşünüyordu. Ağır vasıtalar ve taşımacılık için yeraltı yolları yapmayı önermişti ve elbette tıpkı bahçeşehir plancıları gibi yayaları sokaklardan uzaklaştırıp parklara yönlendirmişti. Le Corbusier’nin şehri harika bir mekanik oyuncağa benziyordu. Üstelik onun konsepti mimari bir çalışma olarak göz kamaştırıcı bir netliğe, sadeliğe ve uyuma sahipti. Çok düzenli, göz önünde ve kolay anlaşılırdı. Tıpkı iyi bir reklam gibi her şeyi tek hamlede söyleyiveriyordu. Plancıların, iskân uzmanlarının, tasarımcıların, hatta müteahhitlerin, kredi kurumlarının ve belediye başkanlarının bu vizyona ve cüretkâr sembollerine direnmesi mümkün değildi. “İlerici” bölgelemeciler üzerinde büyük bir çekim etkisi vardı; yazdıkları kurallarda, proje inşaatı yapmayanları bile bu rüyayı bir nebze yansıtmaya teşvik etmek için uğraşıyorlardı. Tasarım ne kadar kaba ve biçimsiz olursa olsun, açık alanlar ne kadar yavan ve faydasız olursa olsun, yakın plandan ne kadar boğucu görünürse görünsün, Le Corbusier’nin taklitleri “Bak ben ne yaptım!” diye bağırır adeta. Adeta kocaman, görmezden gelinemeyecek bir ego gibi, birilerinin başarısını haykırır. Ama şehrin nasıl işlediği konusuna gelince, tıpkı bahçeşehir gibi, onun da elinde sadece yalanlar vardır.

Mutlu mesut kasaba hayatı idealine gönül veren ademi merkeziyetçiler Le Corbusier’nin vizyonuyla asla barışamamış olsa da, öğrencileri bu engeli ortadan kaldırmıştır. Günümüzde karmaşık işlerle uğraşan şehir tasarımcılarının hemen hepsi iki anlayışı çeşitli permütasyonlarla birleştirir. “Seçmeli kaldırma”, “alan yenilemesi” ya da –kötüye giden alanı tümden düzlemekten kaçınma anlamına gelen– “planlı muhafaza” gibi çeşitli isimlerle bilinen yeniden inşa tekniği, söz konusu alanın kaç tane eski bina ayakta bırakılarak ışıyanbahçeşehrin kabul edilebilir bir versiyonu haline getirilebileceği üzerinde durur genellikle. Bölgelemeciler, anayol plancıları, yasa koyucular, arazi kullanımı plancıları, park ve oyun sahası plancıları (ki bunların hiçbiri ideoloji geçirmez bir fanusta değildir) bu iki güçlü vizyonu ve birleşmeleriyle ortaya çıkan daha sofistike vizyonu sabit referans noktaları olarak kullanırlar sürekli. Çizgilerinden sapabilirler, taviz verebilirler, kabalaşabilirler, ama kalkış noktaları bu vizyonlardır.

Ortodoks planlamada nispeten önemsiz kalan bir başka soyağacına daha kısaca bakalım. Bu seferki de aşağı yukarı 1893’te, yani hemen hemen Howard’ın bahçeşehir fikrini formülleştirdiği dönemde Chicago’daki büyük Kolomb Dünya Fuarı’yla başlar. Chicago fuarı o sırada Chicago’da beliren heyecan verici modern mimariye sırtını dönmüş, onun yerine gerici bir biçimde Rönesans tarzının taklidini sergilemişti. Tepsiye dizilen bayat çörekler misali, fuar parkına ağır, ihtişamlı anıtlar art arda tepsideki börekler gibi dizilmişlerdi; Le Corbusier’nin parktaki tekrarlanan kule dizilerinin basık, süslü öncellerine benziyorlardı. Zenginlikle anıtsallığın bu cümbüş misali birleşimi hem plancıların hem de halkın hayal gücünü tetiklemişti. Bu fuar güzelşehir adlı hareketin itici gücü oldu; nitekim fuarın planında ağırlığını koyan adam, yani Chicagolu Daniel Burnham önde gelen güzelşehir plancılarından biri oldu.

Güzelşehirin hedefi anıtşehirdi. Genellikle hiçbir işe yaramayan barok tarzı bulvar sistemleri inşa etmek için büyük planlar yapıldı. Bu hareketin neticesinde ortaya fuarı model alan Anıt Merkezi çıktı. Pek çok şehir art arda kendi sosyal ya da kültürel merkezini inşa etti. Bu binalar ya Philadelphia’daki Benjamin Franklin Bulvarı’ndaki gibi bir yol boyunca dizildi, ya da Cleveland’daki Hükümet Merkezi gibi dükkân sırası boyunca yapıldı; ya St. Louis’teki sosyal merkez gibi bir parka bitiştirildi, ya da San Francisco’daki sosyal merkez gibi parkla iç içe inşa edildi. Bu merkezler nasıl düzenlenirse düzenlensin, önemli olan anıtların şehrin geri kalanından ayrılması, mümkün olan en büyük etkiyi yaratacak şekilde bir araya getirilmesi, ayrı ve sınırları belli tek bir birim muamelesi görmesiydi.

Her ne kadar insanlar merkezlerle gurur duysalar da, bu yerler başarılı değildi. Bir kere, hepsinin de çevresindeki şehir alanı gelişmekten ziyade gerilemişti; dövmeciler ve ikinci el giysi satan dükkânlardan, ya da sadece sebebi anlaşılamayan cansızlık ve çürümeden oluşan, kendilerine aykırı düşen bir kuşakla sarılmışlardı. İkincisi, insanlar bu merkezlerden dikkat çekecek ölçüde uzak durmuştu. Yani fuar şehrin bir parçası haline geldiğinde, fuar gibi işlemeyi bırakmıştı.

Güzelşehir merkezleri mimarisinin modası geçti gitti. Ama merkezlerin arkasındaki fikir sorgulanmadı ve günümüzde bu fikir gücünün zirvesine ulaştı. Bazı kültürel ya da kamusal işlevleri ayıklama ve şehrin gündelik haliyle ilişkilerini pislikten arındırma fikri bahçeşehir öğretisiyle gayet güzel uyum sağladı. Tıpkı bahçeşehir ile ışıyanşehrin kaynaştığı gibi bu anlayışlar da gayet rahat kaynaşarak bir tür ışıyangüzelbahçeşehir haline geldi; New York’taki muazzam Lincoln Meydanı Projesi buna iyi bir örnektir. Bu projede bir dizi bitişik ışıyanşehir ve ışıyanbahçeşehir konut, alışveriş ve kampüs merkezinin yanı sıra anıtsal bir güzelşehir kültür merkezi bulunmaktadır.

Ayıklama ilkeleri –ve plancılarınkiler haricinde her türlü planı bastırarak düzen sağlama ilkesi– analoji yoluyla kolayca her türlü şehir işlevine doğru genişletilmiştir; günümüze kadar gelen anlayışa göre, büyük şehirde arazi kullanımı nâzım planı büyük ölçüde, pislikten arındırmaya yönelik –genellikle taşımacılıkla ilişkili– bir dizi ayıklama silsilesinin hayata geçirilmesi için yapılır.

Başından sonuna, Howard ve Burnham’dan kentsel yenileme yasasındaki son düzeltmeye kadar, tüm bu karışım şehirlerin işleyişine uygun olmaktan uzaktır. Üzerinde çalışılmayan, saygı görmeyen şehirler de feda edilmiştir.

Notlar

(1) Burada slum sözcüğü kullanılıyor. Bu sözcük için yeri geldikçe gecekondu mahallesi, gecekondu bölgesi, yoksul mahallesi, çöküntü bölgesi gibi karşılıklardan faydalandık, ama Türkiye’deki gibi şehri çevreleyen derme çatma mahallelerin değil şehrin ortasındaki yoksullaşmış bölgelerin kastedildiğini unutmamak gerek. –ç.n.
(2) Lütfen North End örneğini aklınızda tutun. Kitap boyunca sık sık bu semte gönderme yapacağım.
(3) Town House: ABD’de büyük şehirlerin banliyölerinde inşa edilmiş müstakil ya da yarı müstakil evler. Genellikle çok katlıdır ve birden fazla aile tarafından kullanılır. En yakın anlamı verdiğimizi düşünerek “konak” karşılığını kullanıyoruz. –ç.n.
(4) Daha ayrıntılı ve benimkinin aksine tarafgir açıklamalar görmek isteyen okurları çok ilginç kaynaklar beklemektedir. Bunların başlıcaları şunlardır: Garden Cities of Tomorrow, Ebenezer Howard; The Culture of Cities, Lewis Mumford; Cities in Evolution, Sör Patrick Geddes; Modern Housing, Catherine Bauer; Toward New Towns for America, Clarence Stein; Nothing Gained by Overcrowding, Sör Raymond Unwin; The City of Tomorrow and Its Planning, Le Corbusier. Bildiğim en iyi kısa araştırma şu başlık altındaki metinler grubudur: Charles M. Haar, “Assumptions and Goals of City Planning”, Land Use Planning, A Casebook on the Use, Misuse and Re-use of Urban Land içinde.

Jane Jacobs, Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve Yaşamı

İZDİHAM