16 Ocak 2018

Jan Philipp Reemtsma, Dindarlığa Saygı Göstermek Gerekir mi?

ile izdihamdergi

“İnsan kendinden üstün bir şeyin varlığını ve kendi gücünün sınırlarını görmeyi reddettiğinde, daima hayata karşı suç işler: Önce Beytüllahimli çocukların ölüm fermanını veren Herodes, sonra milyonlarca insanı katleden Hitler ve Stalin; bugün ise, günümüzde, milyonlarca doğmamış çocuk öldürülüyor.” İşte böyle dedi Kardinal Joachim Meisner bir vaazında.

Bu cümle büyük yankı uyandırdı. Almanya Yahudileri Merkez Konseyi Başkanı Paul Spiegel, milyonlarca Holokost kurbanına ve çaresizlik durumunda bir karar vermek zorunda kalan kadına hakaret edildiğini dile getirdi. Bunun üzerine, Kardinal yanlış anlaşıldığını ifade etti ve vaazının yazılı metninden Hitler ismini çıkardı.

İnançlı bir Katolik için insan hayatı ana rahmine düşmeyle başlar. Onun için, yapılan işin alçaklığı açısından, bir embriyonun, bir çocuğun ya da bir yetişkinin öldürülmesi arasında bir fark yoktur. Bu bakış açısına göre, yüzlerce, binlerce, hatta milyonlarca kürtajın gerçekleştirildiği bir yerde, katliam gerçekleştirilmektedir ve bu katliamı tarihten bir katliamla, hatta Holokost’la karşılaştırmakta da bir sakınca yoktur. Bu sebeple, dini bütün bir Katolik için Kardinal’in sözlerinde skandal niteliği taşıyan hiçbir şey yoktur. O sadece dini kanaatlerini makamına uygun bir biçimde dile getirmiştir. Elbette Kardinal’in dini kanaatlerini inanılmaz bulanlar olabilir. Ne fark eder ki? Seküler bir toplumu belirleyen özellik, dini vecibelerin kişisel alanda ve kamusal alanda yerine getirilebilmesi ama kamusal alanın hiçbir din tarafından belirlenmemesidir. Dini vecibeler kamusal alanda yerine getiriliyor olsa bile, din kişisel bir meseledir. Seküler bir toplumda din kamusal alanda yaşanabilir, çünkü din kişisel bir meseledir ve seküler toplumlarda çeşitli kişisel fikirler kamusal alanın şekillenmesinde rol oynayabilirler.

“Dindarlık” ile neyi kastediyorum? Elbette, sadece Hıristiyanları, Yahudileri ve Müslümanları değil, Yehova Şahitleri’ni ve animistleri de içine alan, en azından baştan itibaren dışlamayan, geniş bir kavram kullanıyorum. Dindarlık, dünyanın kendi içinde ve kendisiyle anlaşılamayacağı inancına dayanır. Elbette, inançlı olmayan insanların birçoğu da, yer ile gök arasında tasavvur edebildiğimizden daha çok şeyin var olduğu fikrindedir. Ama bunun dindarlıkla bir alakası yoktur. Bildiğimiz doğal güçlerin yanı sıra başka (örneğin, homeopatik ilaçlarda etkisini gösteren) güçlerin de var olduğunu düşünen insan dindar değildir; ruhlara, telepatiye, telekineziye ve daha nelere nelere inananlar da dindar değildir.

Dünyanın Ulaşılabilir Olanla Transandantal Olana Bölünmesi

Dindar insan, şu ya da bu yoldan dünya hakkında öğrenebildiğimiz her şeyin, dünyayı bir arada tutan şey, dünyanın sırrı, anlamı – yani bir şekilde özü – olamayacağını düşünendir. Ve asıl mesele bu özdür. Çünkü bilimin bütün bu sorulara bir yanıt veremeyeceğini söyleyen ama bu durumu hiç de bir yoksunluk olarak algılamayan kişi kesinlikle dindar değildir. Dindar olan insan, dünyayı ikiye ayırır: Bizim bilgi açlığımızın erişebileceği ve tam da bundan dolayı dünyanın özü olmayan kısım ile dünyanın özü olan ve başka bir yoldan erişilmesi gereken kısım.

Bu yüzden, dindar olmayan biri, bir dindarın inancının bu bağlamda hatalı olduğunu kanıtlayamaz: Virchow, otopsilerinde ruhu bulamadı; ama dindar olan kişi için bu sadece beklenen sonuç değildir, Virchow’un ruhu bulması zaten imkânsızdır ve hiçbir uzay sondası Tanrı’nın var olmadığını, hiçbir kimyasal deney Dao’nun yokluğunu kanıtlayamayacaktır. Diğer taraftan, herhangi bir ritüel yoluyla Tanrısını kanıtlamaya çalışan kişi, dindar değildir. O –Meryem Ana’nın onu hedef alan kurşunların yönünü bizzat kendi elleriyle değiştirdiğini açıklayan eski Papa gibi– transandantal güçlerin varlığının kanıtı olarak herhangi bir olayı gösterecek, ama bundan ötesine girişmeyecektir.

Yani, dindar insan, dünya hakkında diğerlerinden daha fazla ve daha farklı bir şey bildiğini düşünen değildir, son kertede bu tür bir bilginin dünyayı bütünlüğü içinde –veya özünde ya da tam anlamıyla– kavrayamayacağına inanandır. Ancak asıl meselenin de bu kavrayış olduğuna ve bunun bir şekilde de – ancak bahsettiğimiz bölünmenin algılanması üzerinden ulaşılabilecek belirli bir yoldan – mümkün olduğuna inanır. Dinler bu algıda birleşir; bu algının ritüellerde, inançlarda, öğretilerde, metinlerde, sosyal davranışlarda ele alınış tarzında ise ayrılır. Dindarlık, imtiyazlı bir yola sahip olduğuna ve sadece ve sadece bu yol üzerinden bir bütün olarak anlaşılabilir bir dünyaya –ya da “hakikate” diyelim– erişebileceğine inanmaktır.

Seküler bir toplumda halk, hakikate böylesine imtiyazlı bir erişim düşüncesini tanımaz. Seküler toplum inançsız bir teokrasi değildir: Orada “bilimsel dünya bakışı” dinin yerine geçmez ve dindar insanlar kendileri hakkında düşünceleri ve gerçeğe ulaşabilecekleri imtiyazlı bir yola sahip oldukları fikrinden dolayı çılgın addedilmez ya da ayrı tutularak herhangi bir şekilde kötü muameleye maruz bırakılmazlar. Ama bunun sebebi, dinin bu tür bir davranışı, tabiri caizse, hak etmesi değildir. Bunun sebebi, seküler bir toplumun seküler bir toplum olmasıdır. Seküler toplum, din dışı belirli bir dünya görüşünü seçer ve anlamlandırma tekelini o görüşe yüklerse, kendi kendini sonlandırır, çünkü o tekele bu rol yüklendiğinde o da dini karakter kazanacaktır. Seküler bir toplumda –ve burada asıl mesele budur– her bir vatandaşın kamu alanındaki hakları, ne düşündüğüyle değil, vatandaş olma statüsüyle tanımlanır.

Seküler Bir Toplumda Anlam Yoksunluğuna Dair Asılsız İddia

Bu nedenle seküler bir toplum, dindar bir insan için – eğer gerçekten inanıyorsa – en önemli olan şeyle hiç ilgilenmez. Dindar bir insan için seküler toplum bir hatalar toplumudur. Tahran’ın ulemasıyla Kudüs’ün (ortodoks) din bilginleri ve Roma’nın din adamları bu konuda hemfikirdir. Bu seküler toplumla savaşmak, dünyanın her yerindeki İslamcı grupların açık hedefi, bununla İsrail’de savaşmak oradaki siyasi yelpazenin bir bölümünün hedefidir; bununla bütün dünyada savaşmak ise kısa süre önce ölen II. Papa Johannes Paul’ün açıkça beyan ettiği hedefidir. Seküler toplumla savaşmak dindar yapıda her insanın hedefidir demiyorum. Ancak, hakikate ulaşmanın imtiyazlı bir yolu olmadığını düşünen bir toplum ile hayat anlayışları bu yolun varlığı ve onların da bu imtiyaza sahip olduğu düşüncesi üzerine kurulu insanlar arasında belirli bir gerginlik olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir.

Saygı sorununun kökeni, birçok –özellikle de dindar– insanın, seküler toplumun dini bir öğeye ihtiyaç duyduğunu düşünmesinde yatar; bu insanlar her toplumun zorunlu şekilde ihtiyaç duyduğu şeyin ancak o dini öğede bulabileceğini ama seküler toplumun bunu kendiliğinden üretemeyeceğini düşünür. Bu öğenin ne olduğunu sorduğunuzda, şu cevabı alırsınız: “Anlam” ya da “bağlayıcı değerler” ya da “uyumlanma”. Bu noktada, dindarlığın ana yapısıyla ilgili bir tasarımın tekrarlandığına dikkat çekmek istiyorum – bunu bir James Bond filminin adıyla ifade edersek: Dünya yetmez.

Seküler toplumun, içinde dindarlık olmadan gerçekten hayatta kalmasının olanaksız olduğu doğru olsaydı, bu durumdan, dindarlığa gerçekten saygı duymak gerektiği sonucu çıkardı. Çünkü insan muhtaç olduğu bir şeyi hor görmemelidir. Şöyle de düşünülebilir: Kimin bir tanrıya ihtiyacı varsa, bu tanrıyı nereden bulacağı onun sorunudur ve bu onun kişisel meselesidir. Ya da şöyle düşünülebilir: İnsanlar transandantal yönlendirmeler olmadan iyi yaşayamazlar ve bu tür yönlendirmelerin sunulduğu kültürleri korumak, toplumsal bir görevdir. Dindarlığa saygı göstermek gerektiği sadece ikinci durumda söylenebilir.

Seküler bir toplumda anlam yoksunluğuna dair iddiayı anlamak için üç olasılık var kanımca. Bu iddiaya ilk yüklenen anlam bir köken sorunudur. Seküler toplumlar için önemli bazı kavramlar, normlar ve değerlerin din kaynaklı olduğu söylenir – biz, insanların eşitliği gibi (önceleri Tanrı önünde, sonraları yasalar önünde) bu dini temelden doğan bazı düşüncelerden besleniriz. Bu düşünce fazla uzağa varamaz, çünkü fikirler doğuş bağlamlarına bağlı kalmakla yükümlü değildir, farklı bağlamlarda tekrar tekrar doğarlar ve insanların yasalar önünde eşitliğinin, Hıristiyanlıktaki insanların Tanrı önündeki eşitliği fikrinin sekülerize edilmiş uyarlaması olup olmadığı da tartışmaya açıktır.

Anlam yoksunluğu iddiasına verilebilecek ikinci anlam, seküler bir toplumda bağlayıcı anlamlar sunulmadığı ama insanların buna ihtiyaç duyduğudur. Ancak bu yorumun ilk bölümü zaten “seküler toplum”un tanımıdır ve ikinci bölümle birlikte şu anlama gelir: İnsanlar seküler toplumlar için yaratılmamıştır. Seküler toplum modelinin tarihsel başarısının gösterdiği üzere, bu yanlıştır. Bu iddianın üçüncü anlamı bu anlayışın bir varyantı olabilir. O zaman bu anlam kuralcı-antropolojik değil, ampirik olur. Birçok insan belirlenmiş anlam yönlendirmelerine ihtiyaç duyar ve “Bu tür şeylere ihtiyacın varsa, biz sunuyoruz. Seç, al!” diyen bir toplumun gerçekliği onlara fazla gelir.

Modernizmle baş edemediklerini düşünen ve üstlenilen işlevselliklere göre değer kazanılan bir toplumda, rol çokluğunu, belirsiz değer hiyerarşilerini, rollerle bağıntılı aidiyet şekillerini çok zorlayıcı bulan ve bu yüzden dünya görüşlerini çok belirgin şekilde basitleştirmeye gayret eden birçok insan olduğu bir gerçek. En aşırı durumlarda, iyi ile kötü arasında net bir ayrım yapan, kendisini dünyadaki iyi olarak tanımlayan ve dünyanın geri kalanına savaş ilan eden çetelere katılırlar – bu çeteler El-Kaide, Kızıl Ordu Fraksiyonu, Manson Family ya da Aum Shinrikyo’dur. Michael Moore tarzı ideolojik paranoya gibi daha az saldırgan olan versiyonları da vardır. Bir olasılık da insanların geleneksel dinlerin ya da modern kültlerin sunduğu kolektif anlam saptamalarına yönelmeleridir.

İnsanların bunu yapma haklarının ve olanaklarının olmasını (terörizmi seçmedikleri, yasalara karşı gelmedikleri durumda) seküler toplum garantiler. Seküler toplum, teokratik toplumların aksine, hayatın anlamına dair ihtiyaçlar ne kadar değişikse, anlam olarak sunulan seçeneklerin de o kadar çeşitli olmasını sağlar. Seküler toplumun anlam yoksunluğunu kapatmak için dine gereksinim duyduğunu düşünmek konuyu yanlış tanımlamak olur. Sadece teokratik toplumda anlam dayatılır – ve seküler toplumda bu dayatma eksiktir. Ama bu eksiklik onun şerefidir. Bu eksiklik, herkesin istediğine inanabilmesini – ve inanmıyorsa da inanıyormuş gibi yapması gerekmemesini sağlar.

Seküler toplum dindarlığa karşı da dine inanmayanlara karşı da aynı saygıyı gösterir. Bu, insanların özel hayatlarına saygıdır. Prusyalı II. Friedrich’in ünlü deyişindeki gibi, “herkes kendi selametini bulmalıdır” ya da Thomas Jefferson’ın dediği gibi “komşumun yirmi tanrıya inanması da, hiçbir tanrıya inanmaması da beni ilgilendirmez; bu yüzden ne cebimden para çıkar ne de canım yanar.”

Seküler toplumu sadece kabullenen değil ideal olarak gören için bu bakış açısı doğal bir saygı sayılırken, dindarlar için bu işin özüne karşı hissizlik gösterisidir. “İstediğin şeye inanabilirsin!” – bu liberal prensip onlara umursamazlık –ve takdir edememe– olarak görünür. İnanan kişi, başka bir şeyi değil de tam da bunu seçtiği için inandığına inanmaz. Dindar olmayan biri için inanç seçimi bir seçenek kullanma olarak görünürken, bu, dindar kişi için ilahi bir şeyin algılanması, aydınlanma, derin bir kavramadır; keyfi bir şey değildir, son derece gerekli bir şeydir.

Papa, kardinalken bunu şöyle tarif etmişti: “Kendi yaptığınız anlam, son çözümlemede, anlam değildir.”1 XVI. Benedikt, dinde teolojik à la carte durumuna enerjiyle karşı çıkışmıştı. Ona göre inanç, anlam seçenekleri süpermarketinden bir şey değildir. Onun dini, hakikatle ilgilidir ve hakikatin, insanların tercihlerine uyum sağlamak için zamanla birlikte ilerlemesi gerektiği düşüncesi onun için son derece absürttür. Ve şunu itiraf etmeliyim: Bir insan, belirli bir cinsel etiğin Tanrı’nın iradesinin idrakının sonucu olduğunu düşünüyorsa, korunmasız cinsel ilişkinin AIDS hastalığı kapmasına yol açabileceğini görmesi geçerli bir itiraz sebebi değildir.

Diğerlerinin Kutsal Saydığı Şeylere Karşı Gerekli Saygı

XVI. Benedikt, prensiplerine çoğunluk itibariyle katılmayan bir toplumda da açık sözlerle temsil ettiği inanca karşı saygı talep ediyor. “Diğerlerinin kutsal saydığı şeylere karşı saygı”nın gerekli olduğundan bahsediyor ve bunun “bütün kültürler için önemli bir durum” olduğunu söylüyor.2 Papa (bu yazıyı kaleme aldığı zamanlar kardinaldi) ve ben hemfikiriz, – en azından, Jürgen Habermas’a dediği biçimiyle ,“uygulama konularında”.

Metnin o bölümünü okumaya devam edelim: “[…] Tanrı’ya inanmayan insanlarda bile karşımıza çıkan, özellikle, daha ulvi bir manada kutsal olana karşı saygı – Tanrı’ya saygı ya da huşu. Bu saygının zedelendiği bir toplumda çok önemli bir şey kaybolur.”3 Teologun, onun dindarlığına saygı gösterme isteğimi, inanca doğru eğilimimin bir göstergesi olarak algıladığı çok açık. Teologun, benim hayatta önemli addettiğim –ancak “kutsal” olarak tanımlamayacağım– şeylere karşı saygısının temelinde işte bu görüş yatıyor. Bunu, gelişmemiş durumdaki inancın değil de, özgürce seçilmiş tutumların kanıtı olarak gördüğü zaman ise, daha az saygı gösteriyor. Bunun arkasında, insanın kendisini zor soyutlayabileceği bir farklılaştırma çabası yatıyor: Her saçmalık, sırf biri onu önemli bulduğu için, saygı talep edemez; özellikle saygıyı, başkalarının kimseye zarar vermediği sürece canlarının istediğini yapmaları olarak tanımlamıyorsanız eğer.

Saygıdan bahsedelim. Açık olan şudur: Ne Papa’nın ne de benim saygım kayıtsız şartsızdır. Bu konuda hemfikiriz. İnanca, dindarlığa, teolojiye sırf var oldukları için saygı duyuyor değilim. Benim için anlamsız olan ya da saçma bulduğum ruhani meselelere saygı duymuyorum – onlar belki ilginç saçmalıklar, ama sonuçta saçmalıklar işte. İnsanlar hayatlarını zorunlu olmadan zorlaştırdıkları zaman da saygı duymuyorum. Ama bu faktörler saygı duyulmasında önemli rol oynuyorlar.

Benim açımdan saygı, Christoph Martin Wieland’dan bir alıntı yaparsak, “herkesin dünyayı aynı anahtar deliğinden görme olanağına sahip olmamasından” ve hayatın hafife alınamayacak kadar zor olduğu düşüncesinden yola çıkıyor. Bu tür bir karşılıklı saygı bazında, saygı olursa daha iyi birlikte yaşayabileceğimiz düşüncesinden besleniyor. Böylece, karşılıklılık durumu devreye giriyor ve bu durum çok belirleyici.

Fanatiklere saygı duyamıyorum gerçekten. Onları bir tür düşman şövalye olarak göremiyorum – düşman şövalyeler öldürülür ama saygı da duyulur. Bu, savaş durumları erdemlerine girse gerek, ama sivil hayatın içinde yeri yoktur. Size saygı duyulmasını ancak saygı göstererek sağlayabilirsiniz. Böylece, dindarlara onların kendileri için önemli olan meseleleri adına saygı göstermediğim açık. Onlar için ulvi anlamda kutsal olana saygı duymuyorum, onlara kişi olarak saygı duyuyorum ve onların hayatlarının bir parçası kutsal hisler beslemek; en azından bunu toplumsal ılımlılık çerçevesinde yaptıkları sürece.

Birlikte yaşamın kurallarına uyulması koşuluyla, herkesin kendi davranışlarına verdiği anlama saygı duyuyorum. Kendi hayatına anlam vermeye çalışma tarzına saygı duyuyorum – ama onlar bu anlamı kendi kendilerine hayatlarına kattıkları bir anlam olarak görmeyecektir. Bu konuda farklı düşünüyoruz ve diğerlerinden bakış açılarımızı kabullenmelerini talep edemeyiz. Ama dindar birinden, davranışlarının sonucu benim davranışlarımın sonucuyla aynı olacak şekilde davranmasını talep edebilirim. Bunu yaparken o farklı düşünecektir, içinden bana saygı duyacaktır, çünkü onun gözünde benim içimde habersiz olduğum bir parçam vardır ve o bu parçama saygı gösterir. O bu parçamda kendisini ilgilendiren bir şey görmek ister. O bana inancının potansiyel taşıyıcısı olarak saygı gösterir, ben ise ona vatandaşım olarak saygı gösteririm. Bu su ile yağ gibidir. Seküler bir toplumda –en azından eğilim olarak– burada “benim görüş açım” olarak tanımladığım düşünce tarzı çerçeveyi belirler. Bu çerçeve içinde XVI. Benedikt tarafından tanımlanan saygıyı aynı anlamdaymış gibi yorumlayabiliriz. Bunu belki de huzur ve barış adına yapmak gerekir.

Liberal bir kürtaj yasası illaki seküler bir toplumun bir parçası olmayabilir. Ama seküler toplumda yasamanın hareket serbestliği bir inanca bağlılıkla sınırlandırılamaz. Yasama ve verilen kararlar bazı durumlar için kürtajı suç haricinde tutar, yani aslında kürtaja izin verir. İnancı doğrultusunda insan hayatının ana rahmine düşmeyle başlamasının yanı sıra, o andan itibaren ölümsüz bir ruha sahip olduğu için bu hayatın doğmuş bir insanla eşit görülmesi gerektiğine inanan bir dine mensup biri için bu tür bir izin yasal cinayettir.

Kardinal Meisner doğmamış hayata karşı milyonlarca bu tür yasal cinayeti, doğmuş insanların öldürülmesiyle bir tuttuğunda dini inancı doğrultusunda hareket ediyor. II. Johannes Paul’ün şu şekilde ifade ettiği şeyden farklı bir şey söylemiyor: “İnsan tek başına, Tanrı olmadan, neyin iyi neyin kötü olduğuna karar verebilirse, bir grup insanın katledilmesi gerektiğine de karar verebilir. Bu tür kararlar, örneğin Üçüncü Reich’da verildi. […] Benzer kararlar Sovyetler Birliği’nde verildi. […] Kötülüğün ideolojisi üzerine kurulu rejimlerin çökmesinin ardından bu ülkelerde adı geçen katliamlar fiilen sonlandı. Ancak henüz doğmamış ama ana rahmindeki insanların yasal katliamı sürüyor.

Bu kez katliamlar, toplumların ve bütün insanlığın ilerlemesini hedef aldıklarını söyleyen, demokratik yoldan seçilmiş parlamentoların kararlarıyla yürütülüyor. […] Kendimize şunu sorabiliriz, hatta sormalıyız: “Burada da kötülüğün –belki sinsi ve gizli– yeni bir ideolojisi iş başında olabilir mi?”4 Tutarlı bir Katolik böyle düşünebilir, hatta böyle düşünmelidir. Holokost ile kürtaj yasasının bu tür bir değerlendirmeyle bir tutulmasının, Nazi Almanyası’nın katliam politikasını yaşamış insanları ve kürtaja karar vermiş kadınları derinden yaralayabileceği açıktır. Pekâlâ, ne yapmak gerekir? İnanç özgürlüğünü kaldırmak istemiyorsam, bu tür bakış açılarının varlığını kabullenmem gerekir. Ama buradan çıkan sonuç bu tür bakış açılarına saygı duymam gerektiği değildir şüphesiz. Birlikte yaşadığımız insanların, son derece karşı olduğum dini inançlara sahip olma özgürlüğüne saygı duyuyorum. Bu özgürlüğün birlikte yaşadığımız başka insanları kırma potansiyelini taşıması –bir dereceye kadar– kabul edilmelidir.

Ama bahsettiğimiz düşünce tarzının toplumumuz hakkında ne tür bir hükme vardığı göz önünde bulundurulmalıdır. Eski Papa’ya da şimdiki Papa’ya da Alman parlamentosunu ve hükümetini Nazi liderleriyle bir tutma suçlamasında bulunmuyorum. Ama onların gözünde Alman parlamentosu ve hükümeti de, Nazi liderleri de sinsi bir kötülük ideolojisinin ajanları, Papaların sözleriyle “Ölüm Kültürü”. Eski Papa’nın seküler toplum hakkında verdiği hükmün jargonu, Amerika Birleşik Devletleri’nden “Büyük Şeytan” olarak bahseden başka yerdeki radikal jargondan hiçbir açıdan farklı değil.

II. Johannes Paul kitabının farklı bir yerinde “kendini sinsice demokrasi kisvesi altında gizleyen […] totalitarizmin başka şekillerinden”5 bahsediyor ve bununla liberal Batı demokrasilerini kastediyor: “Oryantasyon prensipleri Tanrı yokmuş gibi düşünmek ve davranmak olduğu için, programlı ateist olmasa da, kesinlikle pozitivist ve agnostik olan bir toplumun yeni işaretleri çıkıyor sürekli karşımıza. […] Tanrı yokmuş gibi yaşamak, iyi ile kötünün koordinatlarının dışında yaşamak anlamına gelir.”6

Gerçekten: Seküler toplum, hiçbir papazın, Papa’nın, imamın, hahamın, Engizisyon mahkemesi üyesinin ve hiçbir guru’nun bir toplumun yasalarının ne şekilde olması gerektiğine, insanların keyif aldıkları sanatın ne tür olması gerektiğine, okullarda öğretilen bilginin nasıl olması gerektiğine karar veremeyeceği şeklindeki düzenlemeyle, yasaları yapanların ve hangi değer yönelimlerini takip etmek istediklerine kendi aralarında karar verenlerin kendi vatandaşları olduğunu ifade eder.

II. Johannes Paul Batı felsefesinin geleneğinde Descartes’tan beri – hatta kendilerini “iyi Hıristiyanlar” olarak gören düşünürlerde bile – Tanrı karşıtı bir düşünce tarzı görüyordu. Onun görüşünde, çıkış noktası Tanrı’dan olmayan her türlü düşünce “kutsal ruha” hakaret, dolayısıyla da “affedilemez” bir günahtı.7 Bu görüşe sahip biri, Tanrı’yı değil insanı, yani din adamını değil vatandaşı merkeze oturtan bir toplumla barış içinde yaşayamaz; sadece geçici bir ateşkes durumunda yaşayabilir.

Bazı insanlar, dindar olmadığını iddia eden birinin aslında dindar –sadece farklı bir tarzda– olduğunu fark etmek istemeyen biri olduğunu söylüyorlar. Bir tanrıya inanmıyor, onun yerine insana ya da seküler toplumun lütuflarına inanıyorlar. Bu, kelime oyunundan başka bir şey değil. Bir insan bir şeye inanmıyorsa –inanan birinin inandığı şeyin olumlamasına inandığı gibi– o şeyin değillemesine inanmaz. Fark, ateistliğiyle bilinen Bertrand Russel’ın, hiç beklememesine rağmen bir gün Tanrı’nın önüne çıkarsa ne diyeceğini soran endişeli bir öğrencisine verdiği cevapta saklı: “Bize daha çok kanıt vermeliydin”.

Yine de seküler toplum fikriyle bağlantılı olan varoluşsal bir uğrak da var. Seküler toplum, gelişimine eşlik eden ve destekleyenlerin onu bir tür “kavga” olarak algıladığı bir şekilde gelişti ve bu algılama geçen zamana meydan okuyor. Sosyoloji tarihi sekülarizasyon sürecini, bağımsız entelektüellerin aptal bir ruhban sınıfına karşı başarılı savaşı olarak tanımlayamayacaktır elbette, ama sekülarizasyon sürecinde kendilerini başkahraman olarak görenlerin kendilerini –hem de sürecin önemli bir faktörü olarak– ve süreci idealize ettiklerini kabullenecektir. Böylece, Voltaire’in “Ècrasez linfâme!” sözü ya da Kant’ın ruhani bakıcılara karşı polemiği ve yine Kant tarafından Aydınlanmanın sloganı olarak belirlenen ve “Kendi aklını kullanmaya cesaret et” şeklinde tercüme edilen “sapere aude” şeklindeki Horaz alıntısı seküler toplumun sözel ifadeleri haline gelmiştir.

Kendi imgemizden yola çıkarak –şu an bizim için özel bir anlam ifade etmese de– bu kavgayı henüz vermemiş ya da tekrar verecek olanlara karşı bir bağ hatta bir sorumluluk hissediyoruz. Kendi imgemizi göz önünde bulundurduğumuz için, okullarda evrim teorisinin yerini İncil okumanın ya da “yaradılışçılık”ın alması üzerine kurulu denemeler gibi inisiyatifler sadece muhalefet değil kızgınlık da yaratıyor. Aynı şey, Müslüman aile fertlerinin aile içi baskı yüzünden maruz kaldığı kısıtlamalar için de geçerli – şiddet olaylarını kastetmiyorum, onlar bambaşka bir konu; söz konusu olan yaşam tarzı kısıtlamaları, ki bunlar özgür iradeyle uygulandığında elbette kabul edilebilir ancak bunları şüpheyle karşılıyoruz çünkü burada özgür irade ile geleneklerle bağlantılı boyun eğme arasındaki farkı ayırt etmek oldukça zor. Bu noktada, seküler devletin hukuki yapısında problemli alanlar açığa çıkıyor.

Seküler toplum, bir yandan insanların –insanın kendi keyfine göre bir anlam bulma şansı olarak– zoraki dini cemaatlerden korunması, öte yandan ise dindarlığın dışavurum şekillerine karışmamak demektir. İkincisi, bir vatandaşlık hakkıdır, birincisi ise belirli yasalara uyulmasını sağlamakla olur.

Öğretmenin Türbanı ve Diğer Moda Aksesuarları

Dindarlığın ifade edilmesinin sınırları konusunda son derece çekişmeli bir tartışma yaşadık: Türban tartışması. Elbette, seküler devletin vatandaşları, arzu ederlerse, hangi mezhebe ait olduklarını kıyafetleriyle de ifade edebilirler. Elbette, zorunlu eğitimde seküler devlet mezheplerden bağımsız okullar sunmak zorundadır ve bu okullarda din dersi o ya da bu şekilde belki okutulmalıdır ama herhangi bir dini yönlendirme olmamalıdır.

Bu yüzden bazıları, İslam’a bağlı kadın öğretmenlerin bu bağlılığı açıkça gösteren bir kıyafet parçası taşımamaları gerektiğini söylüyor. Karşı tez ise bunun dini özgürlüğe karşı geldiğini ve bazı kıyafetleri taşıma zorunluluğu hisseden inançlı Müslüman kadınları bazı mesleklerden men ederek mağdur ettiğini savunuyor.

Bu tartışmada sorunun bir boyutunun gözden kaçırılmış olduğunu düşünüyorum ve bu boyut seküler toplumun şerefi olarak adlandırmak istediğim şeyle ilgili. Bu şeref, buradaki bağlamda, kıyafete bakışı dini bir ifadenin dikte etmesine izin vermemektir. Seküler devletin gözünde peçe bir moda aksesuarı muamelesi görmelidir ve insanlar istediklerini giyebilirler. Elbette bazı sınırlar dahilinde. Bazı terbiye kuralları vardır ancak bunlar dinden yola çıkarak tanımlanmamıştır. Bu terbiye kuralları, ne kadar çok giyinebileceğinizi değil, ne kadar az giyinebileceğinizi tanımlar. Bütün kültürler bedeni doğal çıplak halinden çıkarmaya –en azından boyamak ya da yara izleriyle deforme etmek bile olsa– önem vermişlerdir. Kültürlere göre bedeni kapatma tarzı, neresinin ve nasıl kapatıldığı, beden şeklinin görünmez kılınması ya da vurgulanması farklıdır ama bütün kültürler terbiye kuralları dahilinde ve dışında kalan kıyafetler olduğu konusunda hemfikirdir.

Ama bu kültürden kültüre, modadan modaya değişir. Seküler devlet moda meselelerini dini inançlardan bağımsız tutar – terbiye kurallarıyla ilgili konuda. Dini inancı sebebiyle çıplak gezen insana –hâlâ varsa; antikçağda bu insanlara gymnosofist adı verilirdi– tolerans gösterilmez. Dini sebeplerden yüzünü kapatan insana tolerans gösterilir. Her şey bundan ibarettir. Seküler devlet herhangi bir kıyafet parçasının herhangi bir dindar insan için “ne anlama geldiğiyle” ilgilenmek zorunda değildir. Zaten bunu nasıl yapabilir ki? Bir kadın, inancını açık şekilde göstermek istediği, bütün kadınların peçe taktığı bir İslami toplumda yaşamayı arzuladığını gözler önüne sermek istediği için peçe takıyor olabilir. Bir kadın, sadece kendisini uymak zorunda hissettiği dini kurallara uygun davrandığı için de peçe takıyor olabilir. Bunu kim bilebilir?

Seküler devlet bununla ilgilenmek zorunda değildir, hatta bilmek bile istememelidir. Elbette, devlet okullarında tarafsız bir dünya görüşü olmasını sağlamalıdır ama bunu ders içeriklerini ve öğretmenlerinin bunu nasıl sunduklarını kontrol ederek sağlar. Okullarında dini beyin yıkama yaşanıyorsa, öğretmenlerini görevden alabilir, hatta ümitsiz durumlarda o öğretmenlerin bir daha öğretmenlik yapmasını yasaklayabilir. Devletimizin gamalı haçın taşınmasını da yasakladığı bir argümandı. Ancak, gamalı haç yasak bir partinin sembolü olduğu için yasaktır.

Türban yasak bir dini cemaatin sembolü olsaydı, yasaklamaya hiçbir şekilde karşı çıkılamazdı.

Tekrar edersek: Bir kadın öğretmen, dini propaganda yapmak için görevini kötüye kullanıyorsa, işten çıkarılmalıdır. Ama bunun için bir şey yapmış olması gerekir. Diğer öğretmenlerden ve öğrencilerden farklı bir şeye inandığını göstermesi yeterli değildir. Disiplin soruşturması durumunda, öğretmenin türban takması kanıtların bir bölümü olarak değerlendirilebilir, ama tek kanıt olarak yeterli değildir.

Türban yine de yasaklanıyorsa, din dersi veren din adamının rahip cüppesini de, matematik hocasının boynundaki haçlı kolyeyi de yasaklamak mı gerekir? Bir hata, adil olmak adına yapılan diğer hatalarla düzeltilemez. Ancak türban takmayı yasaklayan ama haç takmayı yasaklamayan bir toplum, okullarının tarafsızlığını amaçlıyor değil de, Müslümanların hayatını zorlaştırmayı amaçlıyor şüphesini uyandırır.

Herhangi bir dini kıyafete karşı hoşgörüm, herhangi bir kadın ya da adamın insan bedeninin saflığı ya da günahkârlığı düşüncesine saygı duyuyor olmamdan kaynaklanmıyor; o insanın hayat tarzına saygı gösteriyorum yalnızca. Bu insanlar seküler toplumun genel kurallarına saygı gösterdikleri sürece ve kız çocuklarına, anne babalardan beklenen genel seviyenin üzerinde zorbalık etmedikleri sürece.

Birlikte yaşadığımız insanlar olarak onlara saygım var; vatandaş olarak onların haklarını savunacağıma söz veriyorum; işveren olarak moda meseleleri, türbanlar, haçlar ve diğer aksesuarlar beni ilgilendirmemeli – yukarıda da belirttiğim gibi, terbiye kurallarının dışına çıkmadıkları sürece. Türban, okul yetkilileri için bir moda meselesi olmalıdır.

Semboller, ancak davranışlar ve uygun bağlamlar üzerinden sembol haline gelirler. Seküler toplum için belirleyici davranış biçimleri düşüncesi burada yatar: Bağlam ve iletişim anlamı yaratır. Anlamın dışarıdan geldiği ve sabit olduğu dindarların görüşüdür, bizim değil. Dinlere saygı gösterme imkânı, ancak bu görüş ayrılığı temelinde yaratılabilir. Ve bu yüzden, öğretmenlerin okullarda türban takmasını yasaklayan yasalar, seküler bir toplumun öz saygısına karşı kabahat işleyen yasalardır.

Anlamın dışarıdan geldiği ve sabit olduğu dindarların görüşüdür, bizim değil. Görev başındaki Papa bizim görüşümüze, “rölativizmin diktatörlüğü” adını veriyor; ayrıca dinin kişisel bir mesele olduğu ve dinin olası toplumsal rolünün de kişisel bir mesele olması durumundan belirlendiği görüşünü açıkça dine karşı saldırı olarak tanımıyor. Açık, seküler toplumun düşmanı olduğunu itiraf eden eski Papa bu bakış açısını “Kutsal Ruh’a karşı, affedilemez bir günah” olarak tanımlıyordu.

Eski Papa için bu görüşte günah hikâyesinin anlamı saklıydı – ve bu tutarlı bir teolojik yorumdur: “Eski Ahit’in ilk kitabındaki sözlerin konu aldığı şey budur: ‘Tanrı gibi olacaksınız ve iyi ile kötüyü göreceksiniz’, yani iyi ve kötünün ne olduğuna kendiniz karar vereceksiniz.”8 Seküler bir toplumun şerefi gerçekten de bu tür bir günah içinde yaşamaktır.

Jan Philipp Reemtsma, Çeviren: Itır Arda

İzdiham