4 Şubat 2019

Jacques Ranciere, Filozof ve Yoksulları

ile izdiham

En baştan söylesem de olur: Bu kitabın son noktası, bir parçası olduğu araştırmanın vardığı nokta olmayacak. Platon’un filozof-kralından hareket edip Marx’ın yarım kalmış devrimine ve oradan sosyolojik dünya anlayışının güncel krallığına, birkaç kerteriz noktası belirlemeyi ve birkaç patika çizmeyi amaçladığım bu yolculukta, hem çok yalın hem de çok karmaşık şu iki üç sorunun peşinden gittim: Düşüncelerin düzeni ile toplumsal düzen arasında işleyen uyumu ya da kopuşu nasıl düşünmeli? Bireyler, durumlarından hoşnut ya da hoşnutsuz olmaya sevk eden düşünceleri, hangi yollarla edinirler? Hiyerarşi ve uzlaşının, ya da çatışmanın, devamını sağlayan Aynı ile Başkası tasavvurları nasıl oluşur ve nasıl dönüşürler? Bu soruları yirmi yıldan beri farklı yerlerde ve durumlarda deneyimleme fırsatım oldu: Kapital üzerine –beklenmedik bir yankı uyandıran– bir seminer; Feuerbach üzerine –sokağın gürültüleri tarafından kesintiye uğratılan– bir tez; Üniversite amfileri ile fabrika kapıları arasında geçen belli bir süre; işçi arşivlerinde araştırmayla geçen on yıl.

Bu elbette epey bir dolambaçlı yola sapmak demek oluyor. Ve birçok kez, emel ve amellerin, ilkede böylesine temiz ve uygulamada böylesine övgüye değer olsalar bile, yöntemlerinin düz çizgilerini ve sonuçlarının sağlam temellerini göstermekte ellerini biraz daha çabuk tutmaları gerektiğinin söylendiğini işittim.

Sözünü ettiğim sorular konusunda en saygın –kimileri hakkıyla saygın– ustalarla karşılaşma şansım olduğunu kabul etmeliyim. Ama yazık ki, karakterden gelen belli bir kararsızlık, ayrıntılardaki küçücük tutarsızlıklara yöneltilmiş aşırı bir dikkatle birleşerek, hayatın ya da tedrisatın sunduğu örneklerde, –ne kadar ikna edici olursa olsun– kuramların doğrulamasını bulmamı her defasında engelledi. Sıradan ölümlülerin dünya görüşlerini nasıl oluşturdukları konusunda okumuşların geliştirdiği söylemsel varsayımları basit ve biraz da aşağılayıcı bulmama yol açan belli bir Hıristiyan duyarlılığının da buna mutlaka katkısı olmuştur. Halkın savunucuları ile tarihyazıcılarının, halka atfettikleri kanaatkâr ve basit fikirlere düzdükleri övgülerin safdilliği hakkında hiçbir şey söylemesem daha iyi.

Demem o ki, tarihçinin topraklarında yola kılavuzsuz –emniyet ağsız, diyor bu sanatın bir üstadı– çıkmıştım. Orada araştırmamı ilerletmem için elverişli görünen bir vaka buldum. 1830 ile 1850 arasında iki gelişme birden olmuştu: hem ütopik sosyalizm çiçeklenmiş, hem de esirimsi (éthérée) şiirden tutun öğreti dergileri ve mücadele broşürlerine kadar işçilerin kendilerine ait bir dışavurum serpilmişti. Bu iki gelişmenin bir karşılaşma doğurup doğurmadığını, bu ütopik çiçeklenmeden proletaryanın entelektüellerinin ne toplayabildiklerini, buna karşılık kendi kaynaklarından ne koyabildiklerini ve bütün bunlarda düşünceyi eşyanın düzeninde değişiklik yaratmaya yatkın hale getirecek ne olduğunu araştırdım.(1) Araştırma sırasında ilgi odağım değişti. “Pozitivist” sorunun gerisinde –söylemler tarihinin ve durumlar düzeninin şu uğrağında ne düşünülebilir?– gerisinde daha temel nitelikteki şu sorunun durduğunu kabul etmem gerekti: İşi düşünmek olmayanlar nasıl kendilerini düşünmeye yetkili kılabilir ve düşünce özneleri olarak kurabilirler? Bu açıdan önümdeki resim numunelikti. Okumuşlar topraklarına girerek düşünme yetkisini ellerine alan proleterlere dolambaçlı bir yanıt veriyorlardı: Bir yandan emeğin yoksulların asıl kültürü ve dünyanın geleceği olduğu türküsünü tutturup, diğer yandan yoksulların temsilcilerini kişilik ikileşmelerine karşı uyarıyorlardı.

Bu sahne bana birkaç eski okumayı ve birkaç güncel deneyimi anımsattı. Bir süre önce, Platon’un bazı metinlerini özel bir ilgim olmaksızın okumuştum: Platon bu metinlerde felsefenin paradigmalarını zanaatçılardan ödünç alıyor ve aynı zanaatçılara kendi işlerinden ötesine bakmamayı buyuruyordu. Emeğe, proletarya bilincine ya da halkın ruhuna saygının, otorite formlarını ve köleleştirme söylemlerini eşi görülmemiş bir mükemmelliğe taşıdığı bir yüzyılda doğmuştum. Hiç kuşkusuz benim yaşadığım yerde otorite formları daha medeni, köleleştirme söylemleri daha mütevazıydı. Ama sınıfa bilincini ya da halka kültürünü geri verme girişimlerinin kıyısında yeterince yol yapmış olduğum için, bu girişimlerde modernitenin başat mantıklarından biri arasında yer alan şu dolabı da görüyordum: saygı duyarak dışlama (söyledim ya, buna duyarlı olmak için bazı kişisel gerekçelerim vardı). Nihayet bir eser –La Distinction(2)– proleter amor fati’si (kaderini sev!) ile kültürün burjuva oyunlarını, yani işçilerin vücutlarına yapışan dar çamaşırları ile bilginlerin sorularına yanıt vermek istediklerinde içinde sürüklendikleri gayet bol fikirleri karşı karşıya koyma ısrarıyla beni çarpmıştı. Ve gördüğüm kadarıyla, bu kitabın “toplumsal”ı “yok sayan” filozoflara yönelttiği eleştiri felsefi geleneğin dışlamalarıyla tuhaf bir süreklilik içindeydi.

Yani felsefenin eski hileleri ile anti-felsefenin modern hileleri arasında düz bir çizgi takip etmek bana mümkün göründü: Platon’ un kunduracıları felsefe-olmayanın cehennemine yollamak için filozofu dokumacı yapan mantığından hareket ederek, halk erdemlerine yapılan reveranslara ve bilginler ile şeflerin modern söylemini ikircikli bir biçimde destekleyen ideolojik kibirliliklere yönelik kınamalara varacaktım. Yapmam gereken, orta vadede, Marx’ın, Platoncu İdealar’ın göğünü yok ederek, belki de tersyüz ettiğini söylediği şeyi devam ettirdiğini, proleterlere hakikati vererek onları bilginlere mahsus bilimden dışladığını göstermekti. Yapabileceğimin ötesinde bir şey gibi görünmüyordu bu.

Ama asla düz çizgi çizememiş olduğumu unutmuştum. Hem Marx’ta hem de Platon’da beni bir kez daha çuvallatacak birden fazla dolap vardı. Platon zanaatçılara saklı tuttuğu acınası yazgının, tam da bizim için de hâlâ belli bir önemi olan bir sorunun ısrarla peşinden gitmenin bedeli olduğunu fark etmeye zorladı: Her türden bireysel ve toplumsal muhafaza tekniklerinin ve hijyenin ötesinde, adalet nasıl tesis edilmeli? Marx’taysa, felsefe semasının eski aylarına yönelik ters yöndeki hoyratlığın ödediği bedel, bölünmeler ve durmaksızın yeniden doğan paradokslardı. Marx’ın neden hayali adalet koruyucusu Don Kişot’a değil de gerçekçi Sanço’ya kızdığını sormam gerekti – proletaryasının neden öylesine tutarsız, burjuvazisinin de öylesine buharlaşmaya hazır olduğunu ve eserinin basit sağlık sebepleri dolayısıyla mı, yoksa daha temelli bir biçimde devrimci adalet ile toplumsal sağlık arasındaki mesafeye dair daha temel bir sorun yüzünden mi tamamlanamadığını.

Öyleyse, başlangıçta bilginlerin söyleminde işçi imgeleri üzerine biraz mesafeli bir soruşturmadan ibaret olan şeyin, hangi dolambaçlı yollara saparak felsefe ile retorik, adalet ile sağlık arasındaki eski çatışmaları depreştirdiğine dair bir iki tur daha döneyim. Bunların birini diğeriyle karıştırmakta ve demokrasinin sosyolojik olarak sorgulanması ile demokrasinin ilerlemesine verilen kurumsal tepkiyi özdeşleştirmekte ısrar eden halihazırdaki politikaların körlüğü de bu sapmaya kuşkusuz katkıda bulundu. Kitabın son bölümü bundan dolayı öngörülenden daha canlı oldu. Ayrıca şunu gördüm ki başkalarının gerekçelerine fazla saygı göstermek onlara en kötü hakareti etmek oluyor, yani onları yavanlaştırmak.

Bununla yakından ilintili bir düşünce, okumamdaki iki önkabulü açıklıyor. Öğrenciliğim sırasında, bir yazara yazarın kendine sorduğu sorulardan başka soru sormama altın kuralına asla derinden bağlı kalamamıştım. Bu alçakgönüllülükte bir böbürlenme olduğundan şüphelendim hep. Ve sanırım deneyim bana bir düşüncenin gücünün daha ziyade yer değiştirebilmesinden ileri geldiğini –bir müziğin gücünün başka enstrümanlarla da çalınabilmesinden gelmesi gibi belki– öğretti. Bunun tersi görüş ile herkese kendi işini yapmasını buyuran polis arasındaki bağ üzerinde durmama gerek yok.

Bu gibi nedenlerden dolayı, şu ya da bu yazarda, kabul edilmiş ya da reddedilmiş eserleri ayırt eden, gençlik ve olgunluk gibi koşulların payını saptayan muaşeret kurallarına bağlı kalmadım. Tedbirlilik ya da şeylerinden cayma bir yazarın cesaretine de temkinliliğine de tanıklık edebilir. Yine de az çok özel her düşünce kendini asla temelde tek bir şey söylememesiyle ve söylediği şeyi koşulların renkli prizmasında her defasında tehlikeye atmaktan kendini alamamasıyla belli eder. Bu işlerle ilgilenenlerin dediğinin tersine, yalnızca geri zekâlılar hakikaten değişirler, çünkü her türlü düşünceden muaftırlar ve kendilerini her düşüncede rahat hissedebilirler. Ben şahsen basit bir ahlak kuralına uymaya çalıştım hep: ister döşemeci olsun ister üniversitede profesör, hakkında konuştuğum kişileri geri zekâlı saymamak.

Jacques Ranciere, Filozof ve Yoksulları

İZDİHAM