28 Şubat 2016

Italo Calvino, Dayanışma

ile izdihamdergi

 Onları izlemeye koyuldum.

Gece, ıssız bir sokakta, bir dükkanın kepengine birşey yapmaya çalışıyorlardı.

Ağır bir kepenkti, demir bir çubuğu kaldıraç gibi kullanıp kaldırmaya çalışıyorlardı ama kepenk kımıldamıyordu.

Kendi kendime, avare avare gezinmekteydim. Yardım etmek için ben de demir çubuğa yapıştım. Bana da yer açtılar.

Aynı anda çekmiyorduk çubuğu, “Hadi şimdi, hep beraber” dedim. Sağımdaki dirseğiyle dürtükledi beni, “Sus, çıldırdın mı, bizi duymalarını mı istiyorsun?”

Kafamı yanlışlıkla oldu der gibi salladım.

Uzun süre uğraştık, kan ter içinde kaldık, ama sonunda kepengi bir kişinin alttan geçebileceği miktar kaldırabildik. Mutlu mutlu birbirimize baktık. Sonra içeri girdik. Tutmam için bana bir çuval verdiler. Diğerleri malzemeleri getirip içine yüklemeye başladılar.

“O kokarca polisler gelmez inşallah”, diyorlardı.

“Evet”, dedim, “Hepsi kokarca onların” “Sus, ayak sesleri geliyor” diyorlardı birkaç dakikada bir. Korkup kulak kesildim, “Yok” dedim, “onlar değil”

“Her zaman, hiç beklemediğin bir anda geliverirler”, dedi birisi.

Başımı salladım. “Hepsini gebertmeli” diye cevap verdim.

Sonra, çıkıp köşeye kadar gitmemi, birisinin gelip gelmediğine bakmamı istediler. Gittim.

Dışarda köşedeki duvarın kenarından kapı aralarına gizlene gizlene bana doğru geliyorlardi.

Onlara katıldım.

Dükkanların oradan sesler geliyor dedi yanımdaki.

Uzanıp baktım.

“Kafanı çek, aptal herif” diye tısladi, “bizi görüp yine kaçacaklar.”

“Bakıyordum” dedim, hemen duvarın dibine çömeldim.

“Etraflarını çevreleyebilirsek kaçamazlar” dedi bir başkası, “Sayıları çok değil”.

Nefeslerimizi tuttuk, ayak uçlarımıza basa basa, hızlı hızlı ilerledik; sık sık parlayan gözlerle birbirimize bakıyorduk.

“Artık kaçamazlar.” dedim.

“Sonunda iş üstünde yakalayacağız onları” dedi biri.

“Sonunda!” dedim.

“Allahın belası piç kuruları” dedi öbürü, “şu yaptıklarına bak!”

“Piç kuruları” diye tekrarladım kızgınca.

Beni, az öteye, duruma bakmaya gönderdiler. Dükkana geri döndüm.

“Bizi yakalayamayacaklar” dedi biri, çuvalı omzuna atarken.

“Çabuk”, dedi bir başkası. “Arka taraftan çıkalım. Burunlarının dibinden kaçıverecegiz.”

Hepimiz zaferle gülümsedik.

“Eşekten düşmüşe dönecekler” dedim. Dükkanın arka tarafına süzüldük.

“Yine atlattık salakları” dediler. O sırada birisi “Dur, kim var orada?” diye seslendi, ışıklar yandı.

Bir şeyin arkasına çöküverdik, bembeyaz kesilmiştik, birbirimizin ellerini tutuyorduk. Diğerleri geldiler, ama bizi görmediler, geri döndüler. Biz de fırladık, deli gibi koşturmaya başladık. “Başardık” diye bağırdık. Bir iki kere tökezledim ve geriye düştüm. Kendimi diğerlerinin peşinden kovalayanların arasında buldum.

“Hadi”, diye seslendiler, “Yetişiyoruz”

Dar sokaklarda hep beraber peşlerinden koşturduk. “Sen şuradan git, önlerini kes” diye seslendik birbirimize; ara kapanıyordu, biz de “Ha gayret kaçamayacaklar” diye bağırışıyorduk.

Bir tanesine yetişmeyi başardım. “Aferin, kaçmayı başardın” diye seslendi bana. “Gel, buradan, izimizi kaybettireceğiz” Onunla beraber gittim. Bir süre sonra kendimi, daracık bir sokakta yalnız buldum. Birisi köşeden geldi, “Gel, buradan” diye seslendi. “Onları gördüm, fazla uzaklaşmış olamazlar” Ben de onun peşinden koşturdum.

Sonra, kan ter içinde durdum. Kimse kalmamıştı, bağırış da gelmiyordu. Ellerimi cebime attım, kendi kendime, avare avare gezinmeye başladım.
İlham Anı

Olay, bir gün, bir köşe başında, gelip giden kalabalığın ortasında oldu.

Durdum, gözlerimi kırpıştırdım, hiçbir şey anlamıyordum. Hiçbir şey hakkında hiçbir şey. İnsanları, nesneler hangi nedenle böyleydiler, anlamıyordum, herşey son derece anlamsız ve absürttü. Gülmeye başladım.

Bana garip gelen şey, neden bunu daha önce anlamadığım oldu. O zamana kadar herşeyi olduğu gibi kabul etmiştim; trafik ışıkları, arabalar, posterler, üniformalar, anıtlar, dünyadan tamamen kopmuş şeyler; hepsini sanki bir gereklilik sonucu ortaya çıkmışlar, bir neden-sonuç zincirinin halkasıymışlar gibi benimsemiştim.

Sonra gülmem dudaklarımda dondu, yüzüm kızardı, utandım. Ellerimi kollarımı sallayarak kalabalığa “Durun! Bir dakika!” diye bağırdım, “Bir yanlışlık var. Herşeyde bir terslik var. Dünyanın en saçma işlerini yapıyoruz. Nereye varır bu işin sonu?”

Etrafta insanlar durdu, merakla beni süzdüler. Orada, ortalarında durdum, kollarımı sallaya sallaya, ümitsizce anlatmaya, bir anda aydınlanmamı sağlayan ilhamımı açıklamaya çalıştım.. ve hiçbir sey demedim. Hiçbir şey demedim, çünkü kollarımı kaldırıp ağzımı açtığım anda, aydınlanmam geri gitti, ağzımdan bildik, eski kelimeler çıktı.

– Eee, Ne demek istiyorsun, diye sordu insanlar. “Herşey yerli yerinde. Herşey olması gerektiği gibi. Herşeyin bir sebebi var. Herşey diğerleriyle uyum içinde. Yanlış veya saçma birşey göremiyoruz.”

Orada öylece durdum, çünkü şimdi herşeyi yerli yerinde görüyordum, herşey doğal, olması gerektiği gibi görünüyordu; trafik ışıkları, anıtlar, üniformalar, gökdelenler, tramvay yolları, dilenciler, geçit törenleri; ama bu beni rahatlatmadı, tersine bana acı verdi.

“Pardon”, dedim. “Galiba benim hatam. Bir an öyle gibi geldi. Herşey yolunda elbette. Kusura bakmayın.” Ve kızgın bakışların arasında yürüyüp gittim.

Yine de, şimdi bile, sık sık birşeyi anlamadığım zaman, ister istemez, aynı umuda kapılıyorum; yeniden o anı yaşayacağımı, yine hiçbirşeyden hiçbir şey anlamayacağımı, bir anda bulup kaybettiğim öteki bilgiye ulaşacağımı umuyorum.

 

 

Italo Calvino

İZDİHAM