4 Temmuz 2017

İbrahim Varelci, Kaybetmeyi Beceremediğimiz Kıraathaneleri Anlatıyor

ile izdiham

Kahvenizi nasıl alırdınız, diye sormayacağım bu yazıda ama nereden alırsınız, diye sorabilirim belki. Cevabınız Starbucks değil de bir kahvehane ise bu yazıyı okumaya devam edebilirsiniz.

Kahvenin ülkemize kesin olarak hangi tarihte geldiği tartışmalıdır. Fakat tartışılmayan bir gerçek vardır: Kahve, bizde asil bir içecek olma hüviyetini kazanmıştır. Sadece bizim kültürümüzde, bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır.

Kıraathane, Arapça okumak anlamına gelen “kıraat” kelimesiyle Farsça ev, mekân anlamına gelen “hane” sözcüğünün birleşmesinden oluşuyor. Kelimenin kendisi bile bir sentez. Çok kültürlülüğün simgesi gibi adeta. Her kesimden insanın ortak buluşma noktası. Buralarda gazete, mecmua, kitap okunuyordu. Mesela, siz çayınızı yudumlarken bir başka masada Sait Faik’i görüyorsunuz. Kahvenizi yudumlarken Orhan Kemal yeni romanının taslağını hazırlıyor. Başka bir masada Ahmet Hamdi Tanpınar derin düşüncelere dalmış bir vaziyette. Az ötede Orhan Veli ile Edip Cansever koyu bir sohbete dalmışlar. Bir bakmışsınız ki Peyami Safa kıraathaneden içeri girmiş ve hemen Yahya Kemal’in oturduğu masaya yönelmiş. İsmet Özel’le Sezai Karakoç’un demli çay eşliğinde koyu bir sohbete daldıklarını bir hayal edin. Az evvel Zarifoğlu buradaydı mesela. Biraz önce kalktı, bardağı hala sıcak, fazla uzaklaşmış olamaz. Mesela bazı yerler vardır, uzakta olsalar da bize yakındır. Prag’daki Cafe Slavia’yı da Kıraathaneden sayabiliriz. Çünkü Rilke, Kafka, Kundera gibi edebiyatçılara ev sahipliği yapmış. Nazım da Prag günlerinde Slavia’ya sık sık uğramış.

Artık neredeyse her köşe başında bir Starbucks var. Maalesef Kıraathane kültüründen uzaklaşmaya başladık. Aslında çok zamandır bizim olan her şeyden yavaş yavaş uzaklaşıyoruz. Belki de gençler, kıraathanelerin ilk örneklerini tanısalardı Starbucks’ta geçirdikleri her dakika için pişman olurlardı. Bir kere Starbukcs gibi mekânlara gittiğinizde kendi kahvenizi kendiniz almak zorundasınız. Önce parayı ödersiniz, ardından kahveniz şip şak hazırlanır. Hadi kahvenizi aldınız diyelim, ya oturacak yer bulamazsanız? İşte bunun için mekânın size bir vaadi yoktur. Eğer oturacak bir yer bulamazsanız, ya kahvenizi ayakta içeceksiniz yahut başka bir yere gideceksiniz. Oradaki hiçbir çalışandan size oturmanız için bir yer tahsis etmesini beklemezsiniz. Yani Starbucks size kahveyi satmakla mükelleftir, asla size bir muhabbet sunmaz.  Çünkü sohbet edebilmek için, her şeyden önce bir mekânda oturmanız gerekir. Fakat bu gibi yerlerde insan sirkülasyonu o kadar çoktur ki derin muhabbetlere girmeniz mümkün değildir. Konuşurken, mekânın size vermiş olduğu o hisle, yüzünüze samimiyetsiz bir ifade hâkim olur. Kahkahalar daha sesli olur. Cümleler donuktur. Sesiniz yüksek çıkar. Hatta çoğu zaman mekânın gürültüsünden karşınızdakinin ne dediğini bile işitmezsiniz.

Starbukcs’ta her masanın yanı başında bir priz sizi bekler. Böylece telefonunuzu, laptopunuzu kolaylıkla şarj edebilir, ayrıca müessesenin sağladığı kablosuz internetten yararlanabilirsiniz. Tüm bunlar, ilk bakışta büyük bir hizmet olarak algılanabilir; ama şunu unutmamalıyız ki, modern insanların kendilerini bir makine gibi şarj ettikleri, bireyselliklerini en derinden yaşadıkları yerlerdir buralar. Çünkü böyle yerlerde herkes kendisiyle ilgileniyor, kimse etrafıyla ilgilenmiyor. Tam karşı masada dört genç, kahkahalar eşliğinde konuşuyor, sanki dünya umurlarında değilmiş gibi davranıyorlar. Görünümlerine bakılırsa üniversite öğrencisi hepsi. Bakışınızı diğer insanlara doğru yönettiğinizde, herkesin hipnoz olmuşçasına telefonlarıyla ilgilendiklerini görüyorsunuz. Tam yanı başınızda işten yeni çıktığı her halinden belli olan, beti benzi solmuş, kravatını hafifçe gevşetmiş, bir genç oturuyor. Bu satırları yazarken Sait Faik’in kıraathanelerle ilgili şu satırları aklıma geliyor. Onun satırlarından kıraathanelerin manzarası şöyleydi: “Severim kıraathaneleri. Bir ihtiyar gözlüğünü takmıştır. Ötekisi elinden bir türlü gazeteyi bırakmayana içerlemektedir. İki yaşlı-başlı adam, çocuklar gibi olmuş, domino oynamaktadır. Üç kişi hiç aklınıza bile gelmeyen bir siyasi düşüncededir. Bir küçücük, sizin dikkatinizi bile çekmeyen bir haberden neler de neler çıkarılır ya Rabbi! Sonra birden bire hiç ummadığınız birinin karaborsayı nasıl kaldıracağını anlatışına şahit olursunuz. Düşünceleri önce size gülünç gelir. Sonra: Hani hiç de yanlış değil, dersiniz.” Sait Faik’in canlandırdığı bu manzarayla Starbukcs’ların durumu ne kadar farklı değil mi?

Starbucks’ın “star”ı, insanı bir yıldız gibi parlatacağını vadeder ama aslında söndürür. Orada çok ışık vardır. Çok ışık insanın gözünü alır. Aşırı ışık körleştirir. Hiçbir şeyi eskisi gibi göremez olursunuz. Oysa kıraathanelerin ışıkları mutedildir, loştur, insanın gözünü rahatsız etmez. Genellikle insanın içini ısıtan bir renk verir ortama. Kıraathanelerin ışıkları bile müşterileri arasında bir denge sağlar.

Bir mekânın oturma düzeni, o yerle ilgili birçok bilgi verir. Kıraathanelerde merkezde anlatıcı, yani hikâyeci bulunur. İnsanlar onun etrafında toplanırlar. Bütün meraklı gözler ona yönelir ve herkes pür dikkat hikâyeciyi dinler. Anlattıkları oradaki herkesin hikâyesidir aslında. İşçi Sabri’nin, dolmuş şoförü Şakir’in, kasap Osman’ın… Kıraathanelerde herkes bir başkasının aynasıdır. Birçoğumuz hatırlar: Ekmek Teknesi dizisinde Hasan Kaçan tarafından canlandırılan bir karakter vardı. Semtin kahvehanesinde her akşam anlattığı hikâyelerle ünlüydü. Anlattığı öyküler hangi dönemde geçmiş olursa olsun, sanki birkaç saat önce yaşanmış gibi anlatırdı. İnsanlar can kulağıyla onu dinlerdi. Lakabını, bilinen en eski tarihçilerden olan Herodot’tan almıştı. Hatırladınız değil mi Herodot Cevdet’i? Toplum olarak bu karakteri çok sevmiş ve bağrımıza basmıştık. Aslında kıraathane kültürüne ne kadar özlem duyduğumuzu bu örnekten bile rahatça anlayabiliyoruz.

Kıraathanelerde insanlar genelde ahşap taburelerde oturur. Alçak gönüllülüğün timsalidir ahşap tabureler. Oturmak için yere daha çok yaklaşırsın, işte bu şekilde daha çok insan oluyorsun. Taburede otururken, tıpkı içi dolu bir başak gibi başın yere doğru eğiktir. Konuştuğun kişiyle en yakın mesafede olursun. Aslında tam da olman gereken yerdesin. Yerle daha sıkı bir temas halindesin böylece. Oysaki Starbucks’larda oturaklar insana sevimsiz bir mağrurluk hissi verir. Yerle mesafeni kesersin, dolayısıyla da insanla. Kıraathanelerde Herkese benden çay, Şakir’e yok diyebilirsin. Sevincini paylaşabileceğin insanları mutlaka bulursun oralarda. Ama Starbucks’a gidip de herkese benden Caramel Macchiato diyebilir misin? Hadi diyelim söyledin, bu ne anlam ifade eder ki.

Bizler, efkârını kahvehanelerde dağıtan bir neslin çocuklarıyız. Romantik değiliz ama hep efkârlıyız. Çayı öyle içeriz, kahveyi de o şekilde yudumlarız. Sohbeti sevdiğimiz kadar yalnızlığı da çok severiz. Bu yüzden bir gün hepimiz Kıraathanelere geri döneceğiz.

 

 

 

İbrahim Varelci

İZDİHAM