3 Mart 2016

Huxley, Cesur Yeni Dünya

ile izdiham

Deniz Sümer, Huxley’in Cesur Yeni Dünya, 1984 ve Biz  kitaplarını kritik etti. “Şimdi biliyorum hayal gücüm var: Hastayım yani.”

Kara ütopyanın başyapıtları Biz, 1984 ve Cesur Yeni Dünya, okuyucuya, içinde bulunduğumuz zamanı ıskalamaksızın, türlü yöntemlerle şartlandırılmış bireylerden oluşan düşsel dünyaların kapılarını açıyor.

Zamyatin, 1920’de yazdığı Biz romanında, çağından 6 yüzyıl sonrasını kurgular. 200 yıl süren dünya savaşlarından sonra, tüm devletler tek bir otoriter devlet altında birleşir. Oluşturulan Tek Devlet ülkesinin sınırları yeşil saydam duvarlarla çevrilir, kaçmayı başaran az sayıda insan sınırın dışında kalır. Günün 24 saatinin resmi çizelgeye göre planlandığı, bireylerin aynılaştırıldığı bu ülkede, saydam duvarlardan geçerek yeryüzüne ulaşan güneş ışınları bile tek renktir. Gökyüzü lekesizdir, bir tane bile bulut barındırmaz. Savaş sonrası yıkılan kentler, saydam duvarlarla inşa edilmiştir, herkes görünürdür, aynı zamanda gören. Tek istisna perdelerin kapandığı sevişme saatleridir.

Roman kahramanı D-503-insanların isimleri değil numaraları vardır- TekDevlet için çalışan bir matematikçidir. Kendini devlet hizmetine adamış mutlu bir vatandaştır, ta ki, sınırın ötesinden gelen devrimci I-330’a aşık olana kadar. Aşkın özgürleştirici gücü başka türlü bir yaşam isteğini de beraberinde getirir. D-503 aklının derinliklerinden çıkış yolu bulan sorularla baş başa kalır, sorgular, hayal eder, “hastalanır” yani. TekDevlet ise vatandaşlarını “iyileştirmek” için çoktan bir çözüm bulmuştur. İleri teknolojinin yeni icadı “Düşgücü Ameliyatı” ile düşünce sonsuza kadar yok edilecek, “ben”ler TekDevlet’in hizmetinde “biz”e dönüşecektir. D–503 de ameliyata alınanlar arasındadır, işlem sonrası hem aşk acısından hem de düşünme hastalığından kurtulur, “iyileşir”.

George Orwell de 1984’de kahramanını “iyileştirir”. Romanda, Biz’den esinlenmeler göze çarpmakla birlikte, Orwell’in umutsuz, okuyucuya “diken gibi batan” kaleminin gücü her satırda kendini gösterir. 1984, umudun günden güne yok edildiği dünyamıza en çok yaklaşan kara ütopyadır belki de.

Romanda dünya üç kutba ayrılmıştır, savaş ve kriz ortamı süreğendir. İnsanlar tüm gün çalışmalarına karşın sefalet içinde yaşarlar. Otoriter tek parti yönetimi altında, toplum yabancılaşmıştır. Parti önderi “Büyük Birader” ve onun düşünce polisleri, tele ekranlarla herkesi sürekli izlemektedir. Savaşın kazanılmakta olduğuna, ülkenin refah düzeyinin arttığına dair yalan haberler tekrar tekrar duyurulur. Tarih gerektiğinde silinir, baştan yazılır. Muhalifler, “buharlaştırmalar” ve “temizlikler” ile yokkişiler haline getirilir. Dil, sözcük hazinesi daraltılarak yeniden üretilir. Düşünceleri ifade edecek sözcükler kalmayınca düşünce suçu da işlenemeyecektir.

Roman kahramanı Winston Smith, geçmişin yeniden yazıldığı “Doğruluk” Bakanlığı’nda çalışan bir memurdur. Sistemin kendini var etme mekanizmalarını fark eder. Nasıl olduğunu anladığı ama neden bu şekilde olduğunu anlayamadığı sistemi sorgulamaya başladığı an artık o bir düşünce suçlusudur.

1984’de iyileştirme, umudun zorbalıkla yok edilmesiyle gerçekleştirilir. Her vatandaş partiye gönülden bağlanmalı, üstelik Büyük Birader’i sevmelidir. Partinin sunduğu yaşamdan farklı bir yaşam yoktur. Ülkede, partiye muhalefet eden bir kişi bile bulunmaz. Winston’ın parti karşıtı bir örgütün yöneticisi olduğuna inanarak düşüncelerini açtığı O’Brien’ın da parti önderlerinden olduğunu işkence odasında, kendisine elektrik verirken öğrenecektir. Gerçek şudur: Winston Avrupa’daki son muhaliftir.

O’Brien işkencede Winston’a sorar:

Neden insanları  böyle bir yere getiriyoruz sanıyorsun?
İtiraf etmeleri için.
Hayır neden bu değil. Yeniden dene.
Onları cezalandırmak için.
Hayır ne sana itiraf ettirmek, ne de cezalandırmak için. Seni buraya neden getirdiğimizi söyleyeyim, seni iyileştirmek için.

Biz zorla boyun eğilmesinden hoşlanmayız, bize kendi isteğinle uymalısın.

Roman, Winston’ın “Büyük Birader”e sevgiyle bağlanması ile son bulur, artık “iyileşmiştir”.

Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında ise sorun kökten çözülür. Dünyaya doğarak gelinmez. Döllenme laboratuarlarda gerçekleştirilen bir işlemdir. Bu işlemin basamakları, toplumsal rolleri ve üretim süreçlerindeki görevleri önceden belirlenmiş bireyler oluşturacak şekilde biçimlenmiştir. Bu amaçla, şişelerde döllenen embriyolara farklı düzeylerde kimyasallar verilir, bebekler uykuda öğrenme ile şartlandırılır. Böylece, en üstün zekaya ve fiziksel özelliklere sahip alfalardan, zeka gerektirmeyen işleri görecek epsilonlara kadar çeşitlendirilmiş bir insanlık yaratılmış olur. Devlet, hizmetindeki vatandaşlara “mutluluğu” da garanti eder. Cinselliğin özgürce yaşanmasına izin verilir, kısırlaştırma ve sıkı doğum kontrolleri ile gebelik önlenmiştir. Uyuşturucu ise devlet eliyle dağıtılır. Bu yeni dünyada, en zorlu işleri yapanlar bile mutludur. Gönüllü köleliğe dayalı sistem, layıkıyle oluşturulmuştur.

Huxley, Cesur Yeni Dünya’yı 1931’de yazar. 27 yıl sonra yazdığı Cesur Yeni Dünya’yı Ziyaret kitabında 1931’de kurguladıklarının ne kadarının gerçekleştiğini tahlil eder. Cesur Yeni Dünya’yı yazarken daha iyimser olduğunu, kehanetlerinin düşündüğü tarihten çok daha önce gerçekleşmeye başladığını belirtir:

“1931’de Cesur Yeni Dünya yazılırken, hala çok zamanımız olduğuna inanıyordum. Bütünüyle organize edilmiş toplum, bilimsel kast sistemi, yöntemli şartlandırmayla özgür iradenin ilgası, kimyasal olarak tattırılan mutluluğun düzenli dozlarıyla kabul edilebilir kılınan kölelik, uykuda öğretimin gece dersleriyle kafaya zorla sokulan ortodoksluklar-bütün bunlar geliyordu doğru, ama benim zamanımda değil, hatta benim torunlarımın zamanında bile değil.”

 

“İyileştirilmekte olduğumuz” bir kara ütopya’da mı yaşıyoruz?

Karasında bir yerdeyiz. İyileştirme operasyonları bir yandan 1984’teki gibi kanlı savaşlar, toplu kıyımlar, işkencelerle bir yandan da psikolojik şartlandırmalarla sürüyor.

Maliyet-kar ekseninde konumlanmış bir sistem için uzun vadede kitlelerin baskı ve zorbalıkla yönetilmesi, psikolojik şartlandırma ile bireylerin kontrol altına alınmasından daha maliyetli görünüyor. Sistemin ayakta kalabilmek için üretebilecek ve tüketebilecek kadar sağlıklı- bu anlamda ölüler işe yaramayacaktır- bireylere ihtiyacı var. Aynı zamanda, bu sağlıklı bireylerin kendileri adına kurgulanmış yaşamları sorgulamayacak kadar şartlandırılmış olmaları da gerekiyor.

Henüz DNA’ları önceden şekillendirilmiş- bu amaçla okyanusun uzak bir adasında bilim adamlarının ne kadar yol kattetiklerini kim bilebilir- ve uykuda şartlandırılmış bireyler yok, asgari düzeyde de olsa şimdilik beyin fonksiyonları çalışan, sistemin kendilerine gönderdiği mesajları alabilecek bireylerin varlığı yeterli görünüyor. Yazılı basın, televizyon, yeni medya internet, tüm iletişim araçları yeni dünyamızın mesaj göndericileri. İleri teknolojinin tüm imkanları bizleri “iyileştirmek” için seferber ediliyor. Eksik kalan mesajlar, evde, okulda ebeveynler ve eğitmenler tarafından tamamlanıyor. Birileri bize diyor ki: “Sizin için herşey önceden düşünülüyor. Olur ya siz düşünüverirseniz, sakın tasalanmayın, biz sizi iyileştiririz.”

Deniz Sümer

İzdiham